İdea Yayınevi / Ruhçözümleme
eski anasayfa
online alış-veriş
Eros, Modernlik, Ruhçözümleme / Aziz Yardımlı (199)
 

Eros, Modernlik, Ruhçözümleme

AZİZ YARDIMLI
(1999)

[Yazıya hemen başındaki iki ekleme köşeli parantez içinde belirtildi. Modernliğin kendi uğruna istenmesi geçici ve değersiz olanı belirleyici yapar ve bundan kaynaklanan nihilizmi kaçınılmaz görmeye götürür. Modernleşme ise bir süreçtir ve kendinde ereksel olduğu için özsel olarak İlerleme ve Gelişmedir. Yazının bütününde 'Modernlik' kavramının yalnızca geçici olanı anlattığı gözden kaçırılmamalıdır. (2006)]

 

‘‘Doğam sevgiye katılmaktır, nefrete değil.’’

ANTİGONE

 

‘‘En sonunda sevmesi ya da kendini yoketmesi gerektiğini anladıktan sonra, insan her zaman yaptığı gibi bunun için bir bilim geliştirmeye geçer. Kendine özgü semantiği bir yana bırakıldığında, ruhçözümlemenin en son amacı insanı sinircelerinden kurtarmak ve böylece ona sevme yeteneğini kazandırmaktır. İnsanın sevme sığası içeriye kendi üzerine dönen itkilerden özgürlüğünün derecesi ile ölçülür. Tıpkı bir mantarın suyun derinlerine batırılabilmesi gibi, sevgi de Ben tarafından hapsedilebilir: Beni uzaklaştırın, sevgi insanın varlığının yüzeyine yükselir.

‘‘Sevgi ile herşey olanaklıdır.’’

HARPER LEE

 

FREUD’UN ÇALIŞMASININ ülkemizde de ilgi görmeye başlaması olgusu Ruhçözümleme kuramının yalnızca uzay ve zaman koşullarına bağımlı ya da göreli bir paradigma olmadığını, tersine insan doğası konusunda Hıristiyan Batının dışında da anlamlı olan birşeyler söylediğini gösterir.
.

Ama bir sağaltım yöntemi olarak önem kazanması aynı zamanda sağaltılması gereken hastalığın kendisinin de ağırlaşmaya başladığı anlamına gelir. Söz konusu hastalık değerlerde bir atrofi olarak modernizm, ve ona yakalanan ise tüm yetileri ile insan ruhudur — kitlesel ölçekte. Eğer ruhsal hastalıklar bulaşıcı ise, bunun etmeni olsa olsa kültürel viruslar olabilir: Ekonomik modernizmin küresel örgütlenişi için kültürel taşıyıcılar felsefesiz akademizm, duyunçsuz pozitivizm ve nihilizm, ve güzelliksiz sanatçılıktır. Her biri kendi tarzında modern kitle toplumunu usun değerlerine, erotik değerlere, ve estetik değerlere duyarsız kılar, ruhu onda insan yaratısı olmayan, onda tanrısal olan, ona insan büyüklüğünü kazandıran herşeyden soyutlamaya başlar: Bilme sevgisinden, İnsanlık sevgisinden, Güzellik sevgisinden. Sonuçta, yaşama ancak yokluğu ile anlam ve değer kazandıran bilinçsiz öğe güçlenir, hemen hemen bir içgüdü temsilcisine pıhtılaşan ‘Ben’ modern varoluşun onda saçma olan herşeyden sorumlu tiranı olur. Modernizm sağlıklı bir gelişme değil ama gelenekselin bozunma ürünüdür. Tarihin bir yanlışlığıdır, [çünkü geçici ve değersiz olana saplanmayı anlatır]. Yaşamı anlama bürüyen değerlerin bir büyümesi değil ama bir küçülmesi olduğu düzeye dek, uygarlıkta bir ilerleme değil ama bir gerileme, tarihsel sürekliden bir kopuştur. ‘Biz’in baskılanışı, evrenselini unutan ‘Ben’in yükselişidir.

['Modernleşme' bir süreçtir, 'modernlik' yeni olmak, yenilik demektir; 'Modernizm' ise modern olanı, yeni olanı ilke yapmaktır. Yeni olan salt yeni olduğu için bir değer değildir, çünkü geçicidir ve eskir. Modernizmin yanılgısı Oluş sürecinde olanı, geçici ve göreli olanı Değer yapmaktır. Buna karşı Modernleşme bir süreç olarak bütününde geleneğin, ve daha özel olarak geçici her kültürel biçimin olumsuzlanması olarak başından bu yana kesintisiz bir değişimi imler. Modernleşme ancak İlerleme, ve daha tam olarak Gelişme biçiminde iken ussal, anlamlı ve vazgeçilmezdir, çünkü en temelinde Eros'un ve Logos'un denetimindedir.]

Gene de, küreselleşen salgının ruhçözümlemeyi de yanısıra sürüklemesini kuramın tam evrenselliğinin kanıtı olarak, tüm tarihsel dönemler ve tüm yerler için eşit ölçüde geçerli olduğunun bir doğrulanışı olarak alamayız. Uygarlık başından sonuna her noktasında yanlış gitmiş, her yerde ve tüm zamanlarda bencillik, kıskançlık ve sevgisizliğe yenik düşmüş derme çatma bir tasar değildir. Tanrılara ilk meyvaları adak sunan bir Klasik çağ yurttaşı ona herşeyden güçlü özerk bir ‘Ölüm İçgüdüsü’nden söz eden bir çözümlemeciye kutsal Göğün ilksiz-sonsuz törel yasalarını anlatır ve yaşamı ve sevinci yaratan Eros’un Zorunluktan (Ananke) da güçlü olduğunu öğretirdi. Kelebeklerde ve çiçeklerde Tanrının kendisini bulan Hintli panteist ona ‘Doğuştan Saldırganlık İçgüdüsü’nün denetimi altında olduğunu söyleyen çözümlemeciye bir demet çiçek sunardı. ‘Ben’in despotluğuna karşı savaşımı yeryüzündeki türesizliğe karşı savaşımın da ilkesi sayan Sufi ‘bilinçsiz bir suçluluk ve nefret duygusu’nun pençesine düşmekten yakınan çözümlemeciye biliminin kendisinin Sevgiden doğmuş olması gerektiğini anımsatırdı. Buna karşı Naziler, Bolşevikler ve Kapitalistler ruhçözümlemeden doğrudan doğruya insanlık değerlerine bağışık kişiliklerinin bilinç-dışı, us-dışı, uygarlık-dışı etmenler tarafından belirlendiğini ve güdüldüğünü öğreneceklerdir (‘Bolşevikler’ ve ‘Kapitalistler’ birarada, çünkü bu her iki karakter için de başka her değeri değersizleştiren ve bilinçsiz nefretlerine konu yapan ‘değer’ kapital ilkesidir — özel ya da ortak). Ruhçözümleme kuramı baskının da kitleselleşmeye geçtiği bir küreselleşme çağında yalnızca romantik genç kızların ve erkeklerin histerilerini iyileştirmeye ayarlanmış bir girişim değildir. Temel kavramının, Eros’un güdümünde modern toplumun ruhsal bir çözümlemesi için yollar açar, ve bunu modern bilinçaltının korku-nefret dinamiğini tanımlayarak yapar. Eros’unu yitiren modern yaşamın yalnızca saçma değil ama tehlikeli de olduğunu, ve Avrupalıyı uygarlaştırmak üzere tasarlanan sözde Aydınlanma ve Reformasyon girişimlerinin niçin beklenenin tam tersi sonuçlara götürdüğünü açıklar. Ruhçözümleme kuramı modern dönemin asıl ruhbilimini sunmanın yanısıra, değer ve olguyu ayırdeden modernist tarihçiyi uyurgezer olarak gösterecek bir tarih çözümlemesi de üretir.*

*Yöntem Üzerine. Bir kuramın değeri ne olursa olsun, doğrulanması için olduğu gibi yanlışlanması için de yaşamda sınırsız bir olgular bolluğu bulunabilir çünkü olgular onları olgular yapan bakış açıları ile görelidirler. Kendinde olguyu, gerçekten varolan olguyu ancak kendi iç mantığında eksiksiz olarak tutarlı bir kurgul çözümleme tanımlayabilir. Kavramları yalnızca mantıksal anahatlarda ele alan bir çözümlemede reel yaşamın ideal kuram ile bire bir çakışma göstermesini beklemeyiz. Bunun dışında, doğal zorunluk ile karşıtlık içinde özgürlük tarafından belirlenen tinsel dünya kendini yeni ilkelerine, yeni kavramlarına dolaysızca uyarlamaz, ama bunu zamansal bir oluş sürecinde aşamalı olarak yapar. Ve çözümlenecek olanın bir oluş sürecinde olması kuramın olgularla ilişkisini kavrama güçlüğünü biraz daha arttırır, yaşamın tüm ayrıntıda örgütlenişini eksiksiz kuramsal izdüşümünde yeniden yakalamak insanüstü bir iş olarak görünür. Buna göre, ilkin kavramlarımızı en temel ve en belirleyici olanlara sınırlar ve daha uzak kavramları soyutlarız. Böylece, örneğin reel modernliğin kendisi ideal modernliğe bir yaklaşıklıktan daha çoğu değildir, ve olguda ‘ideal modernleşme’den değil ama ancak şu ya da bu ölçüde modernleşmiş ama bunun dışında geleneksel doku artıklarını henüz içinde barındıran toplumlardan söz edebiliriz. Örneğin yaşamda anlam ve değer yitimi modern toplumun ayırdedici ruhsal-duygusal özelliğidir dediğimiz zaman, bu önerme reel olarak ilkin Batıda tüm toplumun değil ama nüfusun ancak %2 gibi bir oranının intihar etmesi olgusu tarafından daraltılır (insanlık için kötümserlikten başka bir duygu taşıyamayan Camus’nün kendisi bile ona tutarlı görünen bu seçeneği reddetmişti). Ruhsal çöküntü sevgisiz çocukluğun yetişkin bireydeki zorunlu ve evrensel sonucudur dediğimiz zaman, bu bağıntı tüm toplumun ya da her bir bireyin değil ama söz gelimi bir Aydınlanma ve Reformasyon başyapıtı olan ABD’de her yıl yalnızca 10.000.000 kadar bireyin reçeteli Prozac kullanması olgusu tarafından sınırlanır, ve daha başka düzinelerce ruhsal uyarıcının ve tonlarca yasal ve yasadışı uyuşturucunun insan ruhları üzerine boşaltılması gibi ek veriler biraraya eklendiğinde bile kuramsal ilkenin olgunun kendisi ile tam çakışmasını sağlamayı başaramazlar. Modernizmi reddetmek, sevgiye ve idealizme, güzelliğe ve romantizme sarılmak her durumda insan doğasının sığası içindedir. Buna göre tam olarak nihilist, tam olarak sadistik, tam olarak materyalist, tam olarak modernleşmiş toplumun bir olgu olarak varolamayacağını ama bunun yalnızca bir soyutlama olduğunu, insan özünün ussal ve ruhsal savunma düzeneklerinin böyle yokedici bir reel-ideal çakışmasına izin vermeyecek denli sağlam olduğunu kabul ederiz. Hastalık sağaltım olanağını içerdiği için hastalıktır: Modern toplumu yalnızca akademik dokusunda yakalayan iletişimsiz ve dolayısıyla iyileştirilemez şizofrenik postmodernizmin tersine, paranoid modernizm insanın us ve duygu yeteneğinde tersinir olmayan bir bozuluşa yol açmaz ve ruhsal çözümleme için, iyileşme için gerekli olan kavramsal iletişimin henüz açık kalan kanallar aracılığıyla kurulmasına izin verir. Tinin yaraları her durumda ve geride hiçbir iz bırakmadan iyileşmeye açıktırlar.

Geçerken belirtebiliriz ki, olgu ve kavram ilişkisi söz konusu olduğunda sözde ‘mantıklı’ ya da ‘mantıksız’ pozitivist eleştiri (Popper ve başkaları) kendi ‘duyusal’ ölçütleriyle hiçbir zaman mantıksal çıkarsama üzerine dayalı kuramı vurmayı başaramaz. Pozitivizmin görgül sınama dediği şeyin gerçekte tekil duyumlar değil ama evrensel düşünceler tarafından belirlendiği düzeye dek, açıktır ki pozitivist eleştirinin beş duyunun sınavına soktuğu baştan sona kavramsal yapı böyle bir sınamanın kendisini sınar. Ve bu aptalca girişimi çürütüp atar. Mantıksal bir yapı ancak mantıksal sınamaya açıktır, ve kuramın sınanması aynı zamanda onun tarafından belirlenen olgunun ya da görüngünün de sınanması, kuramın yanlışlığı olgunun da yanlışlığı, değişmesi aynı zamanda olgunun da değişmesidir. ‘Duyusal-görgül sınama’ tekerlemesi varoluşunu ancak pozitivistin doğal, saf, tasarımsal bilincinde bulur, ve bir tasarım alanı olarak bu bilincin altında pozitivist direncin baskıladığı engin bir ussal yapı, ruhçözümlemeye de tüm içeriğini veren bütün bir kavramlar evreni yatar. (Biraz daha ayrıntı için bkz. yazının sonunda ‘Yöntem Üzerine: Ek.)

 
Bilinçli Nefret; Bilinçsiz Nefret. Toplumsal ölçekte, ruhçözümleme kuramı bütün bir tarihi saçmalaştıracak bir patolojiyi değil ama özel olarak modern koşulların kitlesel boyutlara yükselttiği ruhsal rahatsızlığı konu alır ve çözümler.
.

Kuramın tarihsel eriminin böyle daraltılması ancak baskının (kendine ya da başkasına yönelik bilinçsiz nefretin) modern dönemde bu dönemi tarihin bütününden ayıracak bir yeğinliğe ve yaygınlığa yükselmesi ölçüsünde geçerli olabilir. Hiç kuşkusuz, doğası gereği insan varoluşu nefret ile lekelidir. Hiçbir uygarlık, hiçbir ulus, hiçbir birey bu yokedicilik duygusuna yabancı ya da bağışık değildir. Ama ruhçözümlemenin işi genel olarak nefret ile değil, özel olarak bilinçsiz nefret iledir. Ve tam olarak bu çok-şekilli bilinçsiz saldırganlık dürtüsünün evrensel bir kişilik bileşeni olması modern dönemin ayırdedici ruhsal özelliğidir.

Ek 1. Sofokles’ten Özür. Uygarlığı nihilist yokoluşu savını çürütmenin ruhçözümsel yolu uygarlığın temelinde baskının yatmadığını, uygarlığın bilinçsizlik ile bir olmadığını tanıtlamaktır. Freud’a göre bu eşeysel kökenli ve içerikli baskı Ödipus sürecinin evrensel kalıtıdır ve bireysel hastalığın olduğu gibi tarihteki biricik yanlışlığın, aslında tarihin kendisinin bir yanlışlık olmasının da nedenidir. Bu bilinçsiz öğenin varlığı özgür istenci bir mite indirger, tarihi ussallığından sıyırır, ve böyle arkatasarda insan ne yaptığını bilmeyen bir otomat düzeyine düşerken özgürlük, erek, değer, mutluluk gibi kavramlar birer kuruntu olurlar. Bu tabloyu böyle betimleyen baskıcı-bilinçsiz ruhsal içeriğin kendini anlatmasının biricik yolunun saldırganlık eğilimi olması ölçüsünde, ölüm içgüdüsü yokedici özerk bir güç olarak insan varoluşunun yazgısını ele geçirir. Varoluş saçmalaşır. Ama Ödipus sürecinin bireysel eşeysel karakter belirlenimini bir baskı düzeneği yoluyla kurduğu önsavı bu belirlenimin bilinçsiz değil ama bilinçli olduğu ilkesi ile düzeltildiğinde, içgüdünün yeri istenç tarafından alındığında, ereği eksiksiz uygarlık kurmak olan bütün bir Tarih o nihilist ilk ve sondan kurtulur, uygarlığın kendisi erotik bir süreç olarak gerçek anlam ve değerini kazanır. Ve ek bir kazanım olarak, ama Klasik Trajedinin sanatsal arılığı açısından sonsuz önemi olan bir düzeltme olarak, onurlu Ödipus onu öz-bilinçsiz bir yaratığa indirgeyen, kişiliğini ve yazgısını bir itkinin, bir içgüdünün eklentisi gibi gösteren uygunsuz bir andırımdan kurtulur. (Aynı şey Klasik Eros’un bir duygu değil ama bir ‘içgüdü’ olarak görülmesi için de geçerlidir. Klasik mitolojide bir ‘içgüdü’ tanrısı gibi birşey yoktur. Eros bir yandan Kaos’tan sonra gelir, ve kendisi ölümsüzlerin soyunun nedenidir. Bir başka geleneğe göre, Afrodit’in oğlu ve tanrıların en gençlerinden biridir. Ve kimilerine göre Eros kendisi Zeus’tan da güçlü olan tanrı Ananke’den daha güçlüdür.)
Ek 2.
Dolaysız bir suçsuzluk durumu yalnızca ve yalnızca suçun, kötülüğün olanağıdır. Bu çocuksu arılık durumu geçicidir çünkü dolaysız doğal iyiliğin kendisi bencillikten ötesini bilmez ve böylece kötülüğün ilkesidir. Her insan suçlu, her insan günahkârdır. Tin büyür. Suçluluk durumu tinin kendi ile bölünmesi, kendi en iç doğasında yaşadığı çelişkidir. Ama tam olarak bu nedenle özsel olarak acı vericidir. Dayanılması olanaksızdır. Kendini yok etmelidir. Yeni durum her iki kıpının bilinci üzerine dayanır. İnsan doğası iyi olanı doğrulamaktan başkasına yetenekli değildir.
Eros ve Erek Ruhçözümleme kuramının kendi mantığının terimlerinde, Eros uygarlığın ereksel güvencesidir çünkü Sevgi ile herşey olanaklıdır.
.
Erek özgürlüktür. Ama Özgürlük belirlenimsizlik ya da kaos değil, tersine olanaklı dünyaların en iyisi olan bu dünyada insan özünün tüm güzelliği, tüm duygusu ve tüm gerçekliği içinde yaşamın kendisine biçimlenmesidir. Eğer bilinçle ilgisini arıyorsak, Özgürlük saltık olarak bilinçli olmaktır, aslında İstenç kavramının kendisidir. Ancak bu uygarlık öğelerinin, insanın bu özünün eksiksiz açınımı koşulunda istenç tüm istençte yalnızca kendini bulur, ki Özgürlüktür, ve ancak bu eksiksiz açınımda Benin bireyseli Bizin evrenseli ile bir ve aynı olur, ki Sevgidir. Özgürlük ve Sevgi bir ve aynıdır.

Özgürlük hiç kuşkusuz ancak onun değer, anlam ve önemini bilen insanlık tarafından istenebilir ve kazanılabilir. Başka bir deyişle, uygarlık kör düzeneksel nedenselliğin bir etkisi değil ama ereğe yönelik ussal, törel, ve estetik eylemin bilinçli yaratısıdır. İçgüdülerin baskılanışının beklenmedik bir yan-ürünü değil, ama tam tersine insan içgüdülerinin kendilerini de bilinçli duyguya yükselten bir ereksellik, bir özgürlük, bir bilinçlilik ürünüdür. Eros insanı kaba gücün hak olduğu doğa durumunun barbarlığından kurtarır, tüm kişiliği tekil, bireysel bir noktaya indirgeyen kör tutkunun zorunluğu ile karşıtlık içinde topluluk yaşamını olanaklı kılan duyunç özgürlüğünü güçlendirir, insanlığı bilinçsiz değil ama bütünüyle özbilinçli ussal birleşmelere doğru yönlendirir: “İnsanlık insan doğasının ereğidir.” Eros tüm biçimlenişlerinde bilinçsiz olana en uzak, bilinçli olana en yakın olan duygudur. Nefretin bilincin en altına itilmesi gibi, Sevgi de her zaman bilincin yüzeyine eğilimlidir. Tam olarak sevginin bilinçle bu ayrılmazlığı nedeniyledir ki, tüm bilinçsize karşı biricik çare sevginin kendisinden başka birşey değildir. Eros’un olduğu yerde gerçeklik, güzellik ve özgürlük de vardır. Olmadığı yerde uygarlık da yoktur. Bu düzeye dek, hoşnutsuzluk ya da hastalık koşulunu Uygarlığın bir yüklemi yapmak açıkçası uygarlık kavramının henüz yeterince iyi anlaşılmadığını gösterir.*

*İçgüdü Üzerine. İnsan Yaşama İçgüdüsü ile, örgensel eksikliği, uyarıyı, hazsızlığı hazza yükseltme eğilimi ile doğar. Onu öğrenmez. Tersine, Yaşama bağlılık eğilimi doğuştandır, a prioridir. Ve içgüdüde doğuştan bir bozukluk, doğuştan bir kötülük, kendi ile a priori bir çelişki yoktur. Böyle birşey — örneğin özerk bir Ölüm İçgüdüsü varsayımı gibi birşey — usdışı olurdu, ‘saçma’ olurdu, aslında varolmazdı.

İnsanlar içgüdüleri üzerine uygarlık kuramasalar da, kuşlar içgüdüsel olarak pekala bir yuva kurabilirler. Hayvanlar içgüdüsel olarak insanlardan çok daha yeteneklidir. Doğal olarak. Ama insanın belirlenimi doğal zorunluğun üzerine, tinsel özgürlüğe, düşüncenin evrenseline, bilince yükselmektir. İçgüdünün en belirgin yanı duyusal, böylece bireysel, böylece tekil, özel, dışlayıcı, kapalı, iletişimsiz bir soyutluk noktası olmasıdır: İçgüdü en gözüpek analitik düşünürden de daha analitiktir: İçgüdü evrensele yeteneksiz bir bireysellik yeğinleşmesidir. Bu aynı zamanda bireysel içgüdünün evrensellerin yetisi olan usun kendisinden uzaklığının bir ölçüsünü ve anlamını verir. Klasik tarih, modern tarihin tersine, bileşiminde içgüdü kavramı olmaksızın işleyen bir süreçtir. Ve Klasik ruhbilim de. David J. Murray’a göre, ‘içgüdü’ kavramı ruhbilime ilkin Farabi tarafından ve hiç kuşkusuz hayvanlar bağlamında kazandırıldı (A History of Western Psychology, 1983, s. 50). İçgüdü toplumsal-tarihsel bir etmen olmasını, giderek uygarlığın kendisi için ciddi bir gözdağı olarak önem kazanmasını Avrupa’ya borçludur.

 
Batıda Varoluş ‘İlkesi’ Olarak İçgüdü

Freud Eros’tan ayrı olarak çıplak içgüdüyü bir ‘varoluş ilkesi’ olmanın değer ve onuruna yükselttiği ve onu ‘üst-ben’ dediği nefret öğesi ile taçlandırdığı zaman, gerçekte hiçbir biçimde bütünüyle haksız değildir.
.
Tam tersine, toplumsal endişe ile esinlenen modern dönem için önemli, ama trajik olarak önemli bir anlamda bütünüyle haklıdır. Freud Batı ‘uygarlığı’ dediği yapıda Eros’un değil ama karşıtının, yoketme içgüdüsünün ağır bastığını ileri sürdü: Orada egemen olan yabanıl güçler topluluğu düşman uluslara, toplumu çatışan sınıflara, aileyi yabancılaşmış bireylere dağıtmaya ayarlanmış içgüdüsel eğilimlerdir. Ruhçözümlemenin terimlerinde, bu ‘uygarlık’ genel olarak bilinçsizdir. Eş deyişle, bu ‘uygarlık’taki saldırganlık öğesi yalnızca sözde modern toplumları yöneten mini mini ve beyinsiz egemen sınıflara değil, ya da toplumsal yapının dibine çöken talihsiz tortulara da değil, ama genel kişilik yapısına ait bir yüklemdir.

Kökenlerini biraz aşağıda çözümleyeceğimiz sürekli bir bilinçaltı öğesi tarafından güdülen ve buna göre kendi öz belirlenimi üzerine olduğu gibi insanlığın evrensel doğası üzerine de bilinçsiz kalmayı sürdüren bir ruhsal yapı ‘Batı’ uygarlığının ayırdedici özelliğidir. Bu özellik onu kendi gerçek doğasından ayırdığı gibi insanlık bütününe de yabancılaştırır. Onu barbarlaştırır. Bu bilinçsiz güdünün bir etkisi olarak, modern kişilik insan olmanın önemli bir bileşenine, insan ilişkilerinde duygu etmeninin bulunuşuna yabancı kalmayı sürdürür. Bu onu inanç ve değere olanaklı en büyük kuşkuyla yaklaşmaya götüren, böylece tüm modernist sonuçlarıyla Reformasyon ve Aydınlanma deizmini olanaklı kılan tarihsel-ruhsal koşuldur. Ama böylece aynı zamanda zorunlu olarak onu sinirceye yazgılayan, ve sevgi ve özgürlük kavramlarını gerçek değerleri içinde tanımasını ve yaşamasını saltık olarak olanaksızlaştıran koşuldur. Böyle bir ruhsallıkta uygarlık kavramının kendisini çürüten nefret yaratıları, Nazizm ve Bolşevizm, pozitivizm ve kübizm, ve bankalar ve nükleer bombalar gibi canavarlıklar serpilmek için gereksindikleri biricik uygun zemini bulurlar.

Avrupa’nın Modernleşmesi Avrupa’nın modern dönemine doğru tarihte daha önce hiç yaşanmamış yeğinlikte bir nefret dalgasının kabarmakta olduğunu, bunun insanlığın sözde ‘en ileri’ bölümü için yöntemli, sürekli ve kitlesel bir varoluş koşuluna doğru evrimlendiğini gözden kaçırmak güçtür.
.
Bunun mini mini çocukları bile bağışlamayan acımasız bir sömürü üzerine dayalı işleyim devrimi ve despotik Aydınlanma ile, duyunçsuz anamalcılık ve sömürgecilik ile, paranoid uluslaşma ve dünya savaşları ile eşzamanlı olduğunu gördüğümüzde, bu süreçleri sarmalayan ‘duyguların’ nasıl bir ruhsal yapıdan kaynaklanabileceklerini gözden kaçırmamız da eşit ölçüde güçtür. Ruhçözümleme bu olguları ruhsal tözlerinde yakalar ve kavramsallaştırır, onlarda insan doğasının kökensel bir bozukluğunu ya da yetersizliğini değil ama kazanılmış bir bozulmayı saptar. Eros’un bakış açısı modern ‘ilerleme’nin insan doğasında bir büyüme ve özgürleşme olmaktan çok, insanlığın göreli olarak küçük bir bölümünün ruhsal yapısında insan doğasının kendisine aykırı ve yabancı bir başkalaşım olduğunu gösterir. Saldırganlık ile açıkça sıkı sıkıya ilişkili olan güç dürtüsü bu insanlık bölümünün ‘ilerleme’ için asıl güdüsünü oluştururken, bilimler bu türesiz süreç için ussallıklarından vazgeçerek pozitivist indirgenişe boyun eğerler, din ve törellik kuramları dizginsiz bir bencilliğin gereklerine ve aklanmasına ayarlanırlar, seçim dizgelerinden yasama süreçlerine dek bütün devlet yapıları ve bürokrasiler modern türesizliğin dinamik işleyişine uyarlanırlar. Böyle ‘modern ussallaşma’ süreçleri birkaç yüz milyonluk bir nüfusu küçüklüğü ile ters orantılı bir yolda bütün bir dünya için dikkate değer, biraz ürkütücü, aslında oldukça rahatsız edici bir güç yapar. İnsan usunun tarih boyunca bilimlerde elde ettiği kazanımların tümünün bayağı kapitalistik ve yabanıl militaristik hedeflere altgüdümlü kılınmaları yarışmacı yaratıcılığı yalnızca bir türesizlik ve paranoya düzeninde cisimselleşmeye götürür. İnsanlığın kültürel kazanımları insanlığın kendisine karşı birer gözdağına çevrildiği zaman, bunun yarattığı hoşnutsuzluklar hiç kuşkusuz uygarlıktan bir uzaklaşmanın, barbarlığa ciddi bir yaklaşmanın sonucu sayılmalıdırlar.

Baskıcı ‘Uygarlık’ = Barbarlık

Bu böyleyse, açıktır ki uygarlık için bir baskı düzeneği yalnızca gereksiz olmakla kalmaz, ama tam tersine onu ilke alan toplumsal yapıyı kaçınılmaz olarak kendi içinde hastalıklı ve bütün bir dünya için tehlikeli kılar: Modern sinirce insanlık dışı bir bedensel ve ruhsal sömürü sürecinin ve en sonunda nükleer yokoluş gözdağının bilincini karartır.
.

İnsanın elindeki değersiz, anlamsız, ve mutsuz varoluşun nasıl olup da gerçek değer, anlam ve mutluluk ile değiş tokuş edilebildiğinin, bu sonsuz aptallığın nasıl yer alabildiğinin anlaşılmasını engeller. Böyle uygarlık varoluşu için en sağlam temelleri hiç kuşkusuz bu bilinçsizliğin kendisinde bulur. Hiçbir egemen sınıfın, hiçbir ideolojinin, hiçbir propagandanın gücü böylesine yaygın ve sürekli bir yanılsamayı yaratamaz. Bütün bir insanlığa 400 yıldır yaşattığı ardı arkası gelmez yıkımlarla, Batı ‘uygarlığı’ tarihin beklenmedik bir yan-etkisi gibidir. Ve kendinde amaçlı olarak kurulu bir yapı değil ama ereksiz bir saçmalık ürününe benzediği düzeye dek, böyle ‘uygarlık’ tüm kurumlarında gerçekten de olsa olsa sözde ‘uygarlık’ kurma işine yöneltilen yokedici içgüdünün elinden çıkmış olma izlenimini verir. Sigmund Freud’un Batı ‘uygarlığı’ için çözümlemesi, tıpkı ondan yüz yıl kadar önceki Alman Romantik ve İdealistlerinin eleştirileri gibi, modern dönemde bu uygarlığın kendi içinden üretilen biricik gerçek çözümlemeler sınıfına aittir. Ve insan doğasının gerçek değerleri karşısında yapıldığı düzeye dek, en küçük-düşürücü çözümlemedir. Değer diye bildikleri şeylerin gerçekte birer bayağılık olduklarının ileri sürüldüğünü duyan ve bilinçaltlarının en derinlerinde incinenlerin tepkisi kaçınılmazdır. Freud’a karşı bu ‘uygarlığın’ ya da ‘Batı değerlerinin’ en tutkulu savunusunu yapanların bugün de insanlık değerleri ve hakları konusunda da özellikle bilgisiz ve özellikle duyarsız olan pozitivistler olmaları hiç de hayret edilecek birşey değildir. Ruhçözümleme öz-saygılarını incittiği bu entellektüellerin önüne kuramlarında açıkça bilinçsiz oldukları vargısını bırakır, onlara düşüncelerinin özgür olmadığını, dürtüsel bir ton taşıdığını duyumsatır.*

*Anglo-Saxon Görgücüler ve İnsan Hakları. Tüm varlığın ussallığını tanımaktan başka birşey olmayan idealizm doğal yasayı, Göğün ilksiz-sonsuz yasalarını, evrensel insan haklarını a priori doğrular. Tüm pozitif yasanın, tüm yazılı yasanın insan doğasının gerçek değerlerine, duyuncun kendisine uygun ve böylece özgürlüğün kendisinin anlatımı olması gerektiğinde diretir. Buna karşı irrasyonalist kamp da kendi mantığını izler ve görgül olmayan, yasa kitaplarına ‘yazılı’ olmayan ‘doğal yasa’ gibi, ‘insan hakları’ gibi saçma sapan İdeaları çürütür. Sözde ‘duyunç özgürlüğü’ gibi bir değer üzerine kurulu olan Protestan Batının duyunçsuzluğu, moral geriliği ile demek istediğimiz şey yalnızca ve yalnızca budur. Bu duyunç yadsıması ilineksel değildir. Hıristiyanlığın pozitif doğasından gelir, ve halksal moral bilincin olduğu gibi halk felsefecilerinin moral çözümlemelerinin de ilkesini oluşturur. ‘Özgürlüğün’ en coşkulu savunucularından olan ve değeri modern ‘özgürlüğü’ tanımlamasına bağlı olan büyük İngiliz düşünürü J. S. Mill “haklar en sonunda yararlık üzerine kuruludurlar” der (ve bizi büyük olmayan İngiliz düşünürlerinin nasıl düşünebilecekleri konusunda meraka düşmekten kurtarır). İngiliz yararcısı Bentham “Rights (hak) is the child of the law,” diye yazar; “from real law come real rights; but from imaginary laws, from ‘law of nature,’ come imaginary rights.” “Natural rights is simple nonsense.” Bu kişilikte idealizmin, insanlığın en küçük bir kırıntısı bile bulunmaz. Kuşkucu Hume elbette Bentham ile anlaşma içindedir: “Natural law and natural rights are unreal metaphysical phenomena.” Modern entellerden örneğin Wittgenstein ve Austin için yasanın gerçek anlamı yine aynı Anglo-Saxon ‘felsefe’nin bir başka sözcüsünün, Thomas Hobbes’un bir deyiminde özetlenir: “The command of the sovereign.” (İng. alıntılar: Enc. Britannica, 1986, 20, 715). Bakış açılarında görülen böylesine tam bir uyum ve birlik neredeyse bu türdeşliğin kalıtımsal bir entellektüel özellik olabileceğini düşündürür. Kuzey Carolina’nın köleci anayasasının yazarı da olan John Locke’a göre mülk iyesi olmayan insanların politikada ya da hükümette rolleri olmamalıdır. Kant için “insanın yamuk tahtasından doğru hiçbirşey yapılamaz.” Vb. Bir kuşkucunun, bir irrasyonalistin insana değer vermesi a priori mantıksızdır. Ve bu düşünürlerin işi ‘mantıklı’ olmaktır.

Batıyı insanlığın bütününden ayıran ve ayırdeden modernist değişimin usdışı belirtileri ‘Batı değerleri’nin bakış açısından ‘usdışı’ olarak algılanamazlar. Normal olarak algılanırlar. Ve bu bilinç için algılanamayan olmayandır. Batının engin bilinçaltı bölgelerinin sonu gelmek bilmez bir insanlık suçları dizisi ile yüklü olmasına karşın, bunları böyle algılamak ve böyle yargılamak Batı değerlerinin üstünde ve ötesinde sağlıklı ruhsal ve ussal ölçütlerin, gerçek insan değerlerinin usun günışığına çıkmış olmalarını ve doğrulanmalarını gerektirir. Belirli bir moral büyümeyi gerektirir. Bu ise Batılı olmaya son vermekten başka bir anlama gelmez. Başka bir deyişle, hem Batılı olmak hem de insan haklarını tanımak olanaksızdır.

— Dün Naziler on milyonlarca insanın yokoluşuna neden oldular.

— Bugün Demokratlar yüz milyonlarca insanı yoketmeye hazırdırlar.

Batılı birey için herşeyden önce insan yaşamının kendisi henüz bir değer düzeyine yükselmiş görünmez. İnsan aşağı yukarı bir ‘şey’ gibidir — kullanılabilir, yararlanılabilir, ve sonra bir yana atılabilir. Çok kısa bir süre önce yaşanan Bosna trajedisi İkinci Dünya Savaşından bu yana insan hakları Kavramının anlamını ve önemini daha iyi kavramaya başladığı söylenen ‘uygar’ Avrupa’nın gözetimi altında olanaklı oldu. Ama olgulardan genelleme geçerli değildir. Tersine, her durumda tikel olguyu evrensel ilkeden türetmemiz gerekir. Buna göre, örneğin a priori biliriz ki insan hakları kavramına yabancı bir kültürde sözde bu hakları savunmak üzere kurulan derneklerin kendileri insan haklarını çiğnemeye ayarlanmış olmalıdırlar. Bu tüm ruhçözümsel ‘suçluluk duygusu’ kuramının gerçekliğini sınayacak bir tümdengelimdir. Olguya egemen ve onu belirleyici olmalıdır. Ve öyledir. Bugün bile Human Rights Watch ve Amnesty International gibi Batılı insan hakları örgütleri binlerce sivili yokeden terör çetelerini ‘terör çeteleri’ olarak algılayamaz, tersine onları meşru politik örgütler olarak tanır ve kendileri ideolojik konum üstlenerek nefretin doğrudan, açık ve edimsel işbirlikçileri olurlar. Böyle ‘insan hakları’ örgütleri için de nefretin çağrısı kendinde türeden çok daha güçlüdür. Nihilizme taze kan katarlar.

Dünyayı değiştirmek için ilkin onu yoketmek isteyen ideolojinin şiddet ve nefret ile manıksal ilişkisi verildiğinde, bu tür olgular şaşırtıcı olmaya bütünüyle son verirler. Yalnızca ve yalnızca a priorinin olgu üzerindeki gücünü doğrulayan ek kanıtlar olmaya indirgenirler. Batı bilinçaltını belirleyen suçluluk duygusu ve ona bağlı saldırganlık eğiliminin dinamiği bu bilincin insan hakları alanında da haktanır olmasına izin vermez. Freud salt bilinçsiz bir saldırganlık eğilimini simgeleyen ‘üst-ben’ kurgusunu ‘uygar’ duyuncun kendisi ile özdeşleştirdiği zaman, gerçekte yalnızca işlerin bu kötü durumuna anlatım vermektedir.*

*İdeoloji ve Nefret. Dünyayı değiştirmek isteyen sol-sağ ideolojinin vazgeçilmez bileşeni olarak şiddet ideolojinin modern topluma özünlü bir ve aynı nefret öğesine bağımlılığını dolaysızca gösterir. Modern hoşnutsuzluğa özdekçi ya da ırkçı toplumcu tepkilerin kararlı oldukları düzeye dek, modernizmi yenme izlencelerinde gerçekten tutarlı oldukları düzeye dek, şiddet hedefe ulaşmanın yalnızca aracı olmakla kalmaz, ama amacın kendisi olur: Yokedicilik birincildir. Daha açık bir deyişle, ideolog için bir kişilik güdüsü olan şiddet aynı zamanda kendinde bir erektir, sık sık kişinin sağda mı yoksa solda mı olduğunun hiçbir önemi yoktur: Kuramsal, düşünsel tutum kılgısal tutumu önceler, eylem bilgiden önce gelir. Kendisi nihilist-materyalist bir ideolog olan Sartre’ın belirttiği gibi şiddetin ‘çekici’ bir yanı, giderek belki de ‘eşeysel’ bir imlemi vardır. Uygulamada, yalnızca tiranlığı kurmak için değil ama onu sürdürmek için de, yalnızca dışa yönelik saldırganlık olarak değil ama iç baskıyı sağlamak için de vazgeçilmez araçtır. Bu özdekçi inak biçimi herhangi bir tinsel değer tarafından belirlenmediği için, saldırganlık ya da yokedicilik içgüdüsü eyleminde hiçbir sınır tanımaz.

Buna göre, modern Batı ussallığı ruhsal sağlığının durumunu en iyisinden Nietzsche’den, Marx’tan ve Hitler’den gelen öz-eleştirileri püskürtebilmenin terimlerinde ölçer. Hastalıklı üst-ego ilkel alt-egonun önünde, sapık değerler bencil bayağılıklar karşısında gerilediği zaman, böyle başarının gizi kapitalizm ve demokrasi arasında işleyen, ideolojinin hakkından gelen, ve giderek tarihin sonunu tanıtladığı ileri sürülen modern ‘uyum’ etmeniyle açıklanır. Bu masalın üstünde ve ötesinde, dizgenin ona özünlü sadizmi sürekli denetlemek zorunda olması Ölüm İçgüdüsü ve Eros arasındaki savaşımın modern ‘uygarlık’ için raslantısal değil ama zorunlu olduğu görüşünü dikkate almaya zorlar. Ama Batı terimi Doğu terimi ile görelidir, ve tablo saldırganlığın içe mi yoksa dışa mı çevrileceği konusunda da tam olarak Freud’un öngördüğü gibidir. Göreli de olsalar, ‘Batı değerlerinin’ hiç olmazsa demokratik ve ekonomik işlerliklerinden duyulan gurur ve kibirle, bu ‘uygarlık’ alanı ‘dışarıya’ karşı solundan sağına dek bir iç bütünlük sergiler ve dünyayı West and the Rest olarak algılamayı sürdürür.

Freud’un ‘Uygarlığımız, genel olarak konuşursak, içgüdülerin bastırılması üzerine kurulmuştur’ önermesi modern dönemin başlarında moda olan ilksel Doğa Durumu miti ile aynı öncülden doğar: Uygarlığı önceleyen durum bir özgürlük, engelsiz doyum, sınırsız mutluluk durumudur — insanlığın suçsuz Altın Çağı. Ama bu Aydınlanma yanılsamasının tam tersine, arı içgüdü durumu bir yabanıllık, acımasızlık, yokedicilik durumudur ve orada güç haktır. İnsan için böyle soyut bir durumun varolmaması olgusu bir yana, analitik bir paradigma olarak, tinselliğin bütünüyle dışlanması olarak, bu durum dolaysızca hayvanın durumudur. Ve hayvanın varoluşunda baskı olanaklı en anlamsız, en saçma kavramdır. Giderek bu anlamda içgüdünün hiçbir zaman baskılanmadığını söylemek gerekir: “Bilinçaltında bile bir içgüdü tasarım yoluyla olmaksızın temsil edilemez” (1915e, III.2). Ve gene de içgüdülerin, özellikle yokedicilik içgüdüsünün bastırılması, denetlenmesi, bir kendini-yoketme noktasına erişmesinin engellenmesi diye birşeyden söz etmek hiçbir biçimde bütünüyle saçma olmayacaktır: Bu çözümleme doğal durumun olmasa da modern durumun kendi olgularının bir vargısıdır.

Sevgi bireyin dışlayıcı öz-duygusundan, bencilliğinden vazgeçmesi, kendi benliğinin duygusunu başkasında bulmasıdır. Bir duygu olarak, arı içgüdü kültürünün aşılmasını, uygarlığa girişi anlatır. Açıktır ki, uygarlığı tanımlamak için içgüdü değil ama duygu terimini kullanırız. Bilinçli istenç bilinçsiz içgüdüden güçlüdür, ve onu hasta etmeden güder. Bu düzeye dek, uygarlık ve içgüdü arasındaki ilişki bir baskılama olarak değil ama içgüdünün duyguya yükselmesi olarak işler. Ve uygarlık süreci eğer bir süreçse, eğer tinselliğin gelişmesi, insanın büyümesi ise, genelde uygarlığın değil ama modern uygarlığın bastırdığı şey tam olarak bu duygudur, eşeysellik değil. Freud’un önermesinin tam tersine, ‘modern uygarlık’ eşeyselliği bastırmaktan bütünüyle vazgeçmiş, sevgisizleştirilmiş içgüdü hiçbir zaman doyuma ulaşamayan biçimlerinde modern kültürün temel direklerinden biri olmuştur.*

*Freud İçin İçgüdü. Freud yalnızca Eros’u değil, ama insanla ilgili herşeyi, tüm insan etkinliğini tutarlı olarak içgüdüye indirgemekle suçlanamaz. Tutarsızdır. Zaman zaman tersini yapar, içgüdülerin kendilerini yükseltir, onlara bilginin, tam olarak özbilinçli olanın kendisinin değerini yükler. Eşeysellik Üzerine Üç Deneme’sinde (§ 129) Wißtrieb ve Forschertrieb gibi ‘içgüdüleri’ açıklar. Bu bilme içgüdüsü ya da araştırma içgüdüsü gibi ‘yetiler’ Freud’un içgüdüden genellikle onu eleştirirken denmek istenenden nasıl ayrı birşey anladığını gösterirler. Yine aynı yerde (§ 139), bu kez insanı doğal olanın yakınına getiren ‘beslenme’ gibi doğal bir işlevi eşeysel etkinlik olarak kabul eder. Her dizgesel düşünür gibi, Freud da tüm kuramsal yapısını tek bir ilke üzerine kurmaya çalışır. Bunda haklıdır. Ama bu mantıksal pekinlikle içgüdü ilkesini Sanat, Din, Felsefe gibi etkinliklerin, giderek bütün bir Uygarlığın kökensel kavramı olarak uyguladığı zaman, yanlış bir noktadan yola çıkan doğru uslamlamalar yalnızca usdışı vargılara götürürler. Açıktır ki, Freud O, Ben ve Üstben gibi kendi buluşu olan 'yetileri' yine kendisinin içgüdüyü ussal ve moral boyutlara büyütmesini ya da genişletmesini anlatmak için kaçınılmaz olarak yaratmak zorundadır.

Uygarlığın içgüdülerin baskılanması ve böylelikle mutluluktan özveri pahasına gerçekleştiği savı ile karşıtlık içinde, ve uygarlık kavramının gerçek anlamı ile uyum içinde, Eros’un yaratıcı yetenekleri hiç kuşkusuz sözde uygarlık kurmaya yöneltilmiş Yokedici İçgüdünün tehlikeli yeteneklerinden sonsuz ölçüde daha güçlüdürler, yoketme değil ama yalnızca varetme uğruna etkindirler, ve acı ve baskı yoluyla değil ama sevinç ve özgürlük yoluyla sonsuzluk ölçeğinde yaratırlar. Bu ussal yol varolan usdışı yol karşısında hiç kuşkusuz henüz yalnızca bir olanaktır. Ama şimdi varolanın kalıcı, değerli, anlamlı birşey olmaması ölçüsünde, bu olanak mantıksal zorunluğun gücünü taşır. Ve içgüdünün değil ama duygunun bir doyumu olarak mutluluğun gerçek olanağını hazırlar. Ama bu durum Batı ‘uygarlığı’nın Eros’u yokedici bir güç olarak, bir gözdağı olarak algılayacak olması olgusunu değiştirmez.

 
Modern Toplumun Tutarlı Yapısı Ruhçözümlemeyi Dışlar

Modern Batı ‘uygarlığının’ yalnızca değersiz değil ama tehlikeli de olduğunu tanıtladığına inanan Freud modern toplumda daha başından bu yana demodedir.
.
Yaşamının sonlarına doğru en yakın dostlarını da incitme pahasına açıkça vurguladığı kişisel nihilizmi bile onu modernist söylemin parçası yapmaya yetmez, ve ait olduğu kültürün dokusundan dışlanır — neredeyse bir şair gibi, romantik bir sevgili gibi, bir dost gibi. En ileri, en açık, en demokratik toplumlarda ruhçözümlemecilerin sayısı böcek uzmanlarının sayısından daha azdır (Fransa yaklaşık 20 bölüngü ile bir iç savaş durumundaki 5.000 kadar etkin ruhçözümlemecisi ile en yüksek yüzdeyi temsil eder.) Durumun böyle olmaması, tıkır tıkır işleyen modern toplumsal yapının bir işlevi olan akademik ruhbilimde ve ruhsağaltımı işleyiminde Freudculuğun onur yerini doldurması çok, ama çok ilginç olurdu. Aslında, açıkça tutarsız olurdu. Kuşkucu, göreci, pozitivist Einstein’ın ‘bilim’ini model alan bir akademizmin ruhbilimde de o aynı kuşkucu tinden doğan davranışçılıktan daha iyisini istemesi postmodernist genişliğe bile sığmayacak bir uygunsuzluk olurdu. Modern toplum özsel olarak hastalıklı bir toplumdur, ve modern kalabilmek için iyileşmek değil ama tam tersine sağlıksız durumunu sürdürmek zorundadır: Hiçbir gerçek değere dayanamayan yapısıyla, modern yaşam ereksiz bir değişim süreci, amaçsız bir yineleme, bir saplantı sinircesidir. Sağlıklı insanlar her gün yeniden başlayan ama her gün yalnızca dünkü hiçliğin üzerine bir yenisini eklemekten çoğunu yapamayan modernist tempoya uyarlanamazlar, böyle bir düzeneksel yapıda kendileri için belirlenen salt yinelemeli işlev ve kişilik biçimlerine katlanamazlar. Onu reddederler. Modern toplum gündelik akışında da içine iki kez girilemeyen ırmak gibidir: orada kalıcı, değerli, dayanıklı hiçbir ilişki, hiçbir duygu, hiçbir sevgi yoktur, yalnızca ortaya çıkar çıkmaz eskiyen yalancı yeniliklerin bitimsiz bir dizemi vardır. Düşünebilen ve duygularına özgürlük verebilen insanlar, ruhçözümlemenin ve çözümlediği öznenin kendisinin bütün bir yapısının dayanağı ve köşe-taşı olan baskı düzeneğinin nasıl işlediğini kavrayan insanlar yalnızca klinik sinirceden kurtulmakla kalmazlar. Aynı duygusuzluk temeli üzerinde sürebilen anamalcılık, bankacılık, sınıf, sömürü, savaş, türesizlik, eşitsizlik, bilgisizlik, çirkinlik, saldırganlık vb. gibi tüm modern donatımı da doğrudan doğruya başlarından atıverirler. Modern bütünlük özgür ruhta yalnızca kendi için bir gözdağı görür. Onun varoluşu uğruna, insanlık bilinçsizin denetiminden kurtulmamalıdır.

Modern Toplum Zayıflatılmış, Küçültülmüş, Baskılanmış Ruhsal Yapıya Gereksinir

Modern kişilik — ya da, yurttaş toplumunun sözde özgür bireyselliği — kendini sözde evrenseline uyarlayabilmek için küçülmek zorundadır.
.
Usunda ve Duygusunda. Ama kesinlikle İçgüdülerinde değil. Modern kitle toplumu bir hırs, yarışma ve saldırganlık, bir güç, özdeksel gönenç ve eşeysel itki arenasıdır. Sevgiyi ütopik, öte-dünyasal, aşkınsal, düşlemsel bir değer olarak olgusallıktan dışlayan bu içgüdüler krallığında bilinç küçülmeli, bilinçaltı büyümelidir. Bilinçte duyusal, duygusal ve ussal içerik bir enaza indirgenmeli, güzellik, sevgi ve bilginin karşıtları yeğlenmelidir yoksa bireyin yıkımı hazırlanır. O toplumda insan özünün dayanamayacağı, bilincin yadsımayı, unutmayı, o olmamayı yeğleyeceği modern kültürel içerik bilince tıka basa doldurulur, ve haz ilkesi kan ter içinde çabalayarak hazsızlık verici anıların, tasarımların, tortuların bilinci boğmasına izin vermez. Onları normal çağrışım süreçlerinden dışlar, ama bunu ruhun özgürlük alanını, varoluşa anlam kazandıran duygu dünyasını küçülterek yapar. Bireyin ruhsal incinmeleriyle ve acılarıyla beslenip büyümüş çocuksu bilinçaltı olgusallığı bir paranoya perspektifinden algılamanın dinamiği olur: Bilinçsiz olgusallık çıkarcı, bencil, açgözlü kişilik biçimleri tarafından tanımlanan bir kitleye biçimlenir. Bireyin dünyasını ancak yetenekli olduğu kategoriler yoluyla algıladığı düzeye dek, toplumda yalnızca kendi bilinçaltının olumsuz, yasaklayıcı, engelleyici, kısıtlayıcı dinamiğinin yansımasını algılar, ve bireyin yoksul iç, öznel dünyası dışsal nesnelliğin eşit ölçüde yoksul doğası ile salt onun için değil ama kendi için de bağdaşır: Ruhsal yanında, modern toplum kendinde bilinçsiz öğelerin tanımladığı bir olgusallıktır. Bunun için Nietzsche’yi beklememiş, tam tersine kendisi bir Nietzscheler çokluğu yaratmıştır.

Nihilizm ve İçgüdüler

Nihilizmin içgüdüsel saldırganlığı yüceltmede — güç istenci, üst-insan, kan ilkesi vb. — sonlanması kavramsal bir zorunluktur: Nihilizmin yoksaydığı değerlerin kendileri içgüdülere insan niteliği kazandıran etmenlerdir.
.
Bunun dışında, nihilizm hiç de nihilizm değildir, bir tür pozitivizm gibidir, ve özel göreli değerler (ırk, kan, güç, şiddet) konutlamanın önüne geçemez. Buna ek olarak ve bununla tutarlı olarak, modern toplumsal yapıyı belirleyen genel ‘ussal’ öğenin kendisi yine Freud’un ‘ben-içgüdüleri’ dediği şeyden daha iyi, daha soylu, daha yüksek bir etmen değildir: Açlık İçgüdüsü ya da ‘öz-sakınım içgüdüleri.’ Gerçekliğin yararcılık ve pragmatizmin terimlerinde belirlenmesi, bilimin uygulayım-‘bilim’e indirgenmesi çıplak Açlık İçgüdüsünün modern entellektüel yüksekliklerde uğradığı başkalaşımı anlatırlar. Böylece modern kitle bilinci (1) ona kapalı, bilinçsiz bir saldırganlık dürtüsü tarafından belirlenir (Üst-Ben ya da Üst-İnsan). Bu (2) eşit ölçüde bilinçsiz bir gönenç istenci tarafından tamamlanır (Ben ya da Aç-İnsan). Güç İstenci ve Gönenç İstenci modern toplumun başlıca iki ilkesidir. Bu içgüdüsel belirlenimlere kaynaklık eden (3) duyusal haz itkisi Eros’a bütünüyle yabancı birşey olan duygusuz eşeysel dürtüdür (O ya da Alt-İnsan). Freud’un ben, üst-ben ve ‘o’ dediği etmenler arasındaki sınırların bütünüyle bulanık olduğunu ileri sürmesi, aslında hem benin, hem de üst-benin o’dan türediğini ileri sürmesi, böyle şeyler bütünüyle yanlış olsalar da hiçbir biçimde zeminsiz değildirler. O üç ‘ruhbilimsel’ etmen, uyumlu ve geçişli birliktelikleri ile, anahatlarda bir içgüdü kültürü olan modernizmi eksiksiz olarak tanımlarlar. Ve ancak tanımladıkları şeyin kendisi denli yanlıştırlar.

 
Süper-Güç İstenci = Herkesin İstenci = Modern Bilinçaltı

Açıkça Güç İstenci ya da — daha da iyisi — Süper Güç-İstenci terimlerinde tanımlanan modern paranoya tablosunda cisimselleşen şey doğrudan doğruya bilinçsiz saldırganlık dürtüsü olmalıdır.
.
Ve dahası, modern yaşamın sözde ‘uygar’ belirlenimlerini içgüdü temsilcilerinin terimlerine çevirirsek, bu ‘içgüdü’ demokratik bir içgüdü olmalıdır. Halksal kültür için, pop kültür için değerin ussal olanın değil ama usdışının terimlerinde tanımlandığını modern nihilistin kendisi öğretir: Alles Gute ist Instikt. Usun tutkuların kölesi olduğunu ileri süren nihilist görüşteki görgül doğruluğu kesinlikle yadsıyamayız. Modern toplumun baskıcı ruhsal yapısı onun egemen sınıfların ya da güçlerin denetlediği totaliter bir yapı olmasını bütünüyle gereksizleştirir: Modern tutku sağduyuya baskın çıkar, ve bütün bir baskı düzeneği içgüdülerinde bütünüyle özgür olan modern kitlenin ruhunda öz-edimlidir. Dışsal katkı yalnızca herkesin istencine ya da kitlesel bilinçaltına kurallı, düzenli, pürüzsüz bir politik işleyişin cilasını vermek için gereklidir. Barış, türe, güvenlik için kaygısızlığında ve beceriksizliğinde, bu politik uzmanlık alanı yalnızca popülerliğini tanıtlar: Modern kitle toplumunun politikası ancak modern kitle toplumunun kendisi denli erdemli olabilir. Modern kitle demokrasisi geriye doğru değil ama ileriye doğru bir önlem olduğunu gizlemez.

Herkesin İstencinin Güç-İstencine, ya da daha tam olarak Süper-Güç İstencine yükselişi modern dönemde saldırganlık dürtüsünün yeğinliğinde artışın demokratikleşme süreci ile doğru orantılı gittiğini gösterir. Bu ironik değil ama trajik anlamda böyle görünür: Ulusalcılık modern bireyin her zaman etkinleştirilmeye hazır narsissizmini, megalomanyasını, paranoyasını soğuran ‘değeri’dir. Ama gene de sıradan gücü süper-güce çeviren şey sıradan egoyu süper-egoya çeviren süreçte hiç de önemsiz olmayan bir anlamda koşutunu bulur: Süper-egonun dışa yönelik saldırganlığı anonimdir, evrenseldir, kitleseldir, ve gücünü süper-güce çeviren etmen kitle yoketme silahlarından başka birşey değildir. Modern demokrasi aynı zamanda nükleer demokrasidir.

Evrensel İstençten Evrensel Dürtüye

Ölüm İçgüdüsünün egemenliği varsayımı altında Rousseau’nun ‘evrensel istenç’ kuramının geçerli olduğunu ileri sürmek mantıksızdır.
.
Evrensel İstenç kavramı yalnızca istencin özgür olduğu değil ama özgürlüğün istencin kendisi olduğu anlamına gelir: Özgür olmayan bir İstenç başka birşey, aşağı yukarı bir itki gibi birşeydir. Dinamik bir bilinçaltı kavramı, bilinçten gizlenen ve davranışı belirleyen özerk bir saldırganlık dürtüsü istenç kavramının kendisini geçersiz kılar. Demokratik bir ülkenin, örneğin bir A.B.D.’nin durumunda, yabancı bir ülkenin, örneğin bir Vietnam’ın baştan sona yakılıp yıkılmasına, nüfusunun yokedilmesine karar veren ve eylemi yerine getiren güç şu ya da bu egemen sınıf, şu ya da bu çokuluslu tekel, şu ya da bu despot değil ama ‘evrensel istenç’ olmalıdır. Ama Freud’un tüm modernlik dönemini ve alanını kaplayan Ölüm İçgüdüsü varsayımı altında bu Büyük Ulusun ‘ussal’ ve ‘evrensel’ olması gereken istencinden söz etmek olanaksızlaşır. Büyüklük yerini Küçüklüğe bırakır. Irksal arılık uğruna kendi içinde zorla kitlesel kısırlaştırma politikası uygulayan bir İsveç, çıplak terörü görmezden gelen ve bir de Nobel Barış ödülüyle taçlandırmak isteyen Norveç parlamento çoğunluğu, bir kural olarak insan haklarının çiğnenmesi koşulu üzerine kurulu bir bankerler devleti görünümünde olan ve kadınlar için oy hakkını 1971’de tanıyan İsviçre vb., tümü de bu toplumlarda ‘evrensel istenç’ kavramının değil ama evrensel dürtü kavramının ne düzeye dek ağır bastığını gösterirler. Böyle ülkelerde ya demokrasi erdemden soyutlanmış beş para etmeyen bir yalandır, ya da bu uluslar ruhsal yapılarının derinliklerinde demokrasinin erdemsiz olamayacağını algılayamayacak bir düzeyde hastalıklıdırlar. Freud’un kötümser görgül ilkesi hiçbir biçimde görgül temellerden yoksun değildir.

‘Batı’: Yön mü, Din mi?

‘Batı’ sözcüğü modern kitle toplumunun örgütlenişinin dinsel kökenlerini, daha tam olarak Protestan inanç türü tarafından belirlenmişliğini gizleyen örtmeceli bir terimdir.
.
Laiklik görünüşü altında, tam olarak Protestan değerlerin yaşama geçirilişini anlatır. Ve bu ‘uygarlık’ tarihte Kapitalizme ve Nazizme, Irkçılık ve Ayrımcılığa, ve en sonunda Nükleer Yokoluşa yetenekli biricik ‘uygarlık’ biçimidir. Tüm bu üstyapısal donatımı ile ‘Batı’ hiçbir biçimde insan hakları kavramının altyapısı üzerine dayanmadığını, gerçekte insan hak ve değerlerinin yadsınması olan bir nihilizmden daha başka bir temeli olmadığını tanıtlar. Bununla modern kültür Klasik, Romantik, İdealist herhangi bir uygarlık biçimine bağlı olmaktan çok Haçlı Seferleri ile, Pogromları ile, Soykırımları ile Orta Çağların karanlık Avrupasına bağlı olduğunu gösterir. Ruhçözümleme bu toplumsal yapılanışı saldırganlık içgüdüsünün terimlerinde çözümlerken böyle olgulara dayanmaz. Böyle olgular kendilerinde ne olduklarını gösterebilmeleri için ruhçözümlemeye gereksinirler.

Bilinçsizin Büyümesi

Modern toplumun tözünü tanımlayan us-dışı, duygu-dışı algının normalleştirilmesi ancak bilinçsizleştirilmesi yoluyla olanaklıdır: Bilinç doğası gereği acı ve nefret, korku ve saldırganlık duyguları ile, bu gerçek-dışı, bu yalan, bu yanlış öğelerle yüklü kalmaya yetenekli değildir.
.
Haz ilkesinin düzeneği yoluyla onları yüzeyinden uzaklaştırır. Ama bu bilinçsizleşmiş içerik negatif bir dinamiktir ve bireyi her biri birer acı kaynağı olarak işleyen anlam ve değer verme yetilerinden vazgeçerek modern toplumun aşağı yukarı mekanik bir işlevi olmaya ayarlar. Anlamsızı doğrulamak anlamsız bir dünyaya uyarlanmanın en kestirme yolunu sağlar. İnsan bir makine, ve duygusuzluk modern ilişkinin tözü olur. Uyarlanmanın mantığı böyle buyurur. Uygarlık değerleri ile iletişimi koparılmış birey değersiz olanı, kaba saba olanı, çirkin olanı sapık bir haz duyarak doğrulayabilir, ve pekala gizemli olana, boşinanca, grotesk olana, uyuşturucuya ve tablete, giderek çılgınlığın kendisine dönerek gizilliğini hiç olmazsa ruhun ve usun karanlık bölgelerinde gerçekleştirme çabasına girişebilir. Ve girişir. Öz-belirlenimsiz seçme özgürlüğü modernist bireyin erdemidir: Onun için bir peygamber olmak ya da bir tiran olmak arasında hiçbir ayrım yoktur. Böyle bireylerin toplumunun usdışı temellerinin pekiştirilmesinde varoluşçuluk ve pop kültür, postmodernizm ve medya bilinçsiz ama etkili bir işbirliği içindedirler. İnsanı yalnızca kullanan, yalnızca sömüren, onu yararlı bir insan posasına çeviren modern toplumsallık kendi mantığı gereği ona ve bireye ruhsal sağlamlık ve sağlık sunabilecek, onu büyütebilecek herşeyi reddetmelidir. Küresel özgür tecim için, herşeyin yazgısını ekonomik determinizme bağlayan aydınlık bir ‘uygarlık’ için, sözde ‘us çağı’nın kalıtı olan bir toplum için kendinde bir sonsuzluk özlemi olan ruh mini mini bir yurttaş kişiliğine sığdırılmalıdır. Bütün bir evrenle birlikteliği isteyen Okyanus Duygusu bir yağmur damlasına küçülmelidir. Orada bu kişiliğin yapısını kurcalayan, onu çözümlemeye, anlamaya çalışan Ruhçözümleme elbette reddedilmelidir çünkü modern toplumda politik özgürlük ve erotik baskı arasında bir bağlılaşım olduğunu, uygarlığın gerçekte doğaya ve insan doğasına karşı işleyen bir barbarlığa bozulduğunu, yalancı gönencin artışının gerçek değerlerden vazgeçme ile elele gittiğini gösterir. Dahası, Ruhçözümleme kişiyi eylemlerinin güdüleri konusunda öz-bilinçli yapar. Ona onların bilinçsiz olduğunu, aslında modern kişiliğin ne yaptığını bilmeyen, onu niçin yaptığını bilmeyen, giderek niçin varolduğunu bile bilmeyen özgürlükten yoksun bir bilinçsizlik tortusu olduğunu açıklar. Bu yüzden dayanılacak gibi değildir.

Negatif Büyüme

Böyle toplumun mantığında ilerlemenin yönü tinsel olandan özdeksel olana, doğal olandan yapay olana, ussal ruhçözümlemeden ruh-dışı ve us-dışı kemoterapiye, usun özgürce gelişiminden denetimci bilinç biçimlerini üstlenmeye, kısaca sevgiden nefrete doğrudur.
.
Kuşkuculuğun en etkili Darwinci uyarlanım koşulu olduğu böyle bir yabancılar toplumunda, özgürlük bireyi küçük düşüren, onu güvenilmez, yalancı, her tür kötülüğe eğilimli, giderek gizil bir suçlu sayan yasama düzenlerini hep birlikte demokratik olarak onaylamaktan oluşur. Modern çağda kültürel ilerleme kitlesel güvensizliğin ve değersizliğin yeğinleşmesi ve yaygınlaşması anlamına gelir: Onurlu olma, güvenilirlik, doğallık, insancıllık çağın buyrumu olan soğuk, yabancı, yalancı, yapay kişiliğe ayak bağı olacak değerlerdir. Modern ruh varoluşu hafife almayı öğrenmeli, bir yarışmacılar toplumunda yabancılaşmanın biricik çıkar yol olduğunu kabul etmelidir. İnsanlar çok fazla düşünmemeli, çok fazla bilmemeli, mini mini işlerini, düzeneksel ve özelleşmiş işlevlerini ve rollerini yerine getirmelidirler. Çatışma acılıdır. Yalnızca acı verici kişisel yaşantılarını değil ama bütün bir duygu yetisinin kendisini baskılamayı öğrenmeli, bütününde insan özlerini baskının unutturucu gücüne teslim etmelidirler. Bu konuda nihilizmleri ve pozitivizmleri en etkili yardımcılarıdır. Ruhlarını kültürel bilinçaltına uyarlarken, bilincin kendisini yararsız bilgiden, duygudan ve güzellikten özgürleştirmeli, onun eğitimini felsefeden, varoluşu anlama ve onu anlamlı kılma girişiminden bağışık tutmalıdırlar. Yaşam anlamsızdır çünkü değersizdir, pekala küçülerek de yaşanabilir. Ve o zaman Freud kitle kültürüne düşman bir elitist olarak görülür çünkü tek-boyutlu, içgüdüsel-boyutlu atrofik bilinç ve kişilik için onun kendine esirgediği ruhsal ve ussal büyümenin öneminde diretir. Ve bir tüketim çıldırısına kapılmış duyarsız, duygusuz ve düşüncesiz kitle toplumunu çözümlemesi can sıkıcıdır çünkü ona demokratik baskısının dışındaki egemen güçlerden değil ama kendi içinden, bir bilinçaltı pıhtısı olan modern kişiliğinden kaynaklandığını anımsatır.

Batı ‘Uygarlığının’ Parametreleri: Güç, Özdeksel Gönenç ve Duyusal Haz

Batı bilincinin kendinde gerçeklikleri içinde, saltık anlamları içinde anlaşılmaları açıkça sarsıcı, incitici, yaralayıcı olacak bir tarihsel anılar dizisini baskılamayı sürdürmesi tarihsel olarak asıl uygarlık ölçütlerinin bilinçsizi kalmasını da güvenceye alır: Bu tinde uygarlık Güzellik, Sevgi ve Bilgi değerlerinde değil ama Güç, Özdeksel Gönenç ve Duyusal Haz terimlerinde tanımlanır.
.

Batı tininin kendine özgü karakterini özetleyen bu nihilist ‘değerlerin’ bakış açısından Bilgi güçtür, İyi herşey içgüdüdür, ve Güzellik kübizmdir. Bu özgünlüğü ile, ve modern dönemdeki gelişimine eşlik eden pek onur verici olmayan olaylar ve olgular yoluyla, Batı uygarlığının kökenleri bir erdem dönemi olan Klasik uygarlığa değil, ama Kıtada bir zifiri karanlık dönemi olarak yaşanan Orta Çağlara bağlanır.

Batı ‘Uygarlığının’ Dinsel Temeli

Bir uygarlığın dinsel-moral değerler üzerine kurulu olduğu düzeye dek, Batı ‘uygarlığı’ İsa’nın, Tanrı-insanın öldürülmesini doğrulayan bir inancı duygusal yapısının temeline alır, ve tarihsel bir bilinç biçiminin tutarlı bir yapı olması ölçüsünde, bilincin böylesine önemli bir olgu ile çelişen öğeleri dışlanır, içeriğin arta kalanı baştan sona ona uyarlanır, ortaya az çok tutarlı ve baştan sona pozitif bir içerik çıkar.
.
(Ateizmin saçma, us-dışı, giderek inanç-dışı bulduğu şey bu tasarımsal yapıdır, ve salt özdekçi-pozitif yöntemler bu içeriğin yüzeyinde dolaşmaktan ötesini yapamazlar.) Hıristiyan inancın özsel bir bileşeni olarak kabul edilen eylem şu ya da bu birey tarafından değil, tersine insan tarafından, bütününde insanlık tarafından işlenen saltık suç olarak görülür. Bu inanan yüreğin öz-sevgisini olanaksızlaştırır, aslında ona bir öz-nefret biçimini verir. Buna göre, insan doğal olarak kötüdür, bu dünyada iyileşemeyecek denli umutsuzdur. İnanan bilincin böylesine acı verici bir anıya tutarlı içeriğinde yer vermesi ancak suça hakkını verecek bir cezanın da doğrulanması ile olanaklıdır. Ama ceza da suç denli ağır olmalıdır, ve böyle cezanın olanaksızlığı duyuncun sakatlanma düzeyinin bir ölçüsünü verir. Suç örtülmelidir. Saltık cezadan bağışlanmanın, kefaretin güvencesi baskı düzeneği, ve bedeli ise bilinçsiz suçluluk duygusudur. Bu duygunun bilincin örgütlenmesinde oynadığı rolün önemi Hıristiyanlığın dünya tarihindeki etkisinin önemi ile koşut olmalıdır.

Tam olarak böyle bilinçaltına sürülen süreçlerle ilgilenen ruhçözümleme klinik sağaltımın ötesine geçtiği düzeye dek, modern varoluşta yalnızca yitirilen Tanrının temelsiz bıraktığı moral değerin (üst-ben) ruhsal kökenlerini araştırmakla kalmaz, ama açıkça kendisi moral yükümlülükler üstlenmeye zorlanır.

Pozitif Hıristiyanlıkta Saldırganlık Duygusunun Kökeni

Ruhçözümleme baskılanan suçluluk duygusunun bilinçsiz bir saldırganlık eğilimi belirtisinde anlatım bulacağını söyler.
.
Hıristiyan duyunç, daha doğrusu bu dine başından bu yana eşlik eden suçluluk duygusu (hem dinsel hem de nihilist anlamlarda) mantıksal olarak ve ruhçözümsel olarak bir saldırganlık eğilimi ile eşdeğerli ya da eşkonumludur: İnanan yürek bu bağışlanması olanaksız suçu kaldıramaz, onu bilinçten uzaklaştırır, bilinçsiz bir cezalandırılma dileğine, ilkin içe yönelik bir saldırganlık duygusuna çevirir. Ruhçözümleme bu noktada pozitif Hıristiyan inağı en duyarlı sinir telinden yakalar. Ve ilgi olguların mantığının daha öte açınımında da eşit ölçüde görünürde yatar. Suç ve cezanın a priori birlikteliği cezalandırılma dileğinin keyfi değil ama zorunlu olması anlamına gelir, ve içe yönelik saldırganlık pekala dışa da çevrilebilir. Hıristiyan ulusların bütün bir tarih boyunca içsel olarak öylesine kan dökücü ve dışsal olarak küresel ölçekte uygarlaştırıcı değil ama yokedici olmaları olgusu ile ruhçözümlemenin bilinçaltı düzeneğinden türettiği saldırganlık eğilimi arasında bir bağıntının olduğunu düşünmek usun başarabileceği en güç işlerden biri değildir. Ama ruhsallık ve davranış arasındaki bu tür dolaysız bağıntıları çürütmek için, böyle şeylerin de olsa olsa birer dil sorunu olabileceklerini tanıtlamak için bütün bir ‘felsefe’ okulu yaratılmış, ve analitik dil ‘felsefecileri’ yapısızlaştırma işine yeni yetme postmodernistlerden onyıllar önce başlamışlardı. Ama saldırganlığın doğuştan değil, tersine kazanılmış bir eğilim olması ölçüsünde, Freud’un insanın düzeltilemez kötülüğü ya da ölüm içgüdüsü olarak gördüğü şey ruhçözümleme kuramının kendi mantığının bir vargısı değil ama ona dışardan yapılan tutarsız bir katkı olur.*

*Güneyin varolan kültürü olumsuzlayan nihilizminden ayrı olarak, Kuzeyin pozitivizmi aynı kültürel gereç üzerine olumlu bir uslamlama çizgisi izler. Görgücü düşünme okulunun sözcüleri modern dönemin başından bu yana kuramsal olarak usun kendisini karalamada nihilizm ile anlaşırlar. Ama kılgısal-törel olarak nihilizmin reddettiği bayağı burjuva değerleri aklamada üst-insanı değil ama alt-insanı yeğlerler. Eğer gene de üst-insan ve alt-insan arasında bir ayrım olmadığında diretirsek, insanı değersizleştirmede bir ve aynı olan bu iki eğilimin yine insanı değersizleştiren başat dinsel tasarımlarla nasıl uyum içinde olduğunu görürüz: Bilinç tutarlı bir yapıdır. Modern dönemde Tanrının ölümü bir kez daha bildirildiği zaman, bu da tıpkı kuşkucu irrasyonalistler durumunda olduğu gibi Tanrının saltık olarak yokluğunu imlemez. Bir nihilist olarak, Nietzsche “Tanrı yoktur,” demez. “Tanrı öldü,” der. Nietzsche de ateist değildir. Kendinde varoluşun değil ama yalnızca belirli bir kipinin saçma ya da usdışı olduğunu ileri sürer. Ve böyle kötü bir varoluşta yitmemenin yolu üst-insanın güç istencinin doğrulanışından geçer: İçgüdü değersiz insanın sarılacağı biricik değer olur. Bu grotesk çıkarsamaların dışında, saçmalık, anlamsızlık gibi değerlendirmelerin kendileri saçma-olmayanın, anlamlı-olanın varsayıldığını imler. Us-dışından söz eden bilinç bunu usu varsaydığı için yapar. Bu durumda herşey Usun kendisinin bir yanılsama olup olmadığına, varoluşun özgürlük, değer ve anlam ereğinin bir kuruntu mu yoksa gerçek bir olanak mı olduğunun kavranmasına dayanır. Ama bu bile usun kendi sorunudur. Ve Ruhçözümleme us adına girişilen bir üstenimdir.

Ruhçözümlemenin Moral İlgisi Dinin Pozitif Yanı İledir

Freud bütünüyle tutarlı olarak eşeysellik ilkesi üzerine işleyen bir ruhçözümleme türüne yetkinliğini aşan bir alana girme iznini vermez.
.
Freud’un bu kısıtlamaya kişisel bir ateizm görünüşü vermesi bu noktada ilgisizdir çünkü ruhçözümleme özsel olarak görgül bir bilimdir. Böylece ruhçözümlemenin kendine özgü kavramsal alanı aşan dinsel bilinçle ilgili olarak söyleyeceği herşeyin yalnızca pozitif yana kısıtlanması ruhçözümlemenin kendi sorumluluğuna düşer.

Eğer özel olarak Hıristiyanlığı din kavramının dar anlamında değerler üzerine, insan duygusu ve duyuncu (ya da sözde ‘üstben’) üzerine dayalı bir törellik, bir kurumsallık olarak alırsak, bunun Okyanus Duygusu ile bir ilgisini kurmanın güçlüğü ile karşı karşıya kalırız. Avrupalının, özel olarak Protestan Avrupalının ruhunda modernist dönüşümün nasıl ilerlediğini Reformasyondan bu yana tüm evrelerinde saptamak olanaklıdır: Çürüyen Katolik Kilisenin ve dinsel topluluğun dağılması, kabilecilik ya da ulusalcılığın güçlenmesi, bireycileşme, sevgisizleşme, duyunçsuzlaşma, ve sonunda moral kaygılarını büyük ölçüde yatıştırmış kitlesel bir pazar bilincinin yükselişi. Tüm bu etmenler modern tarihsel töze katılırlar ve insanlığın bilgi birikiminin ve dünyanın doğal ve insansal kaynaklarının talan edilmesi yoluyla daha önce benzeri görülmemiş bir özdeksel gönencin ve saldırganlık yeteneğinin gelişiminde cisimselleşirler. Aydınlanmadan bu yana popüler ‘ilerleme’ tasarımının içeriği böyle oluşur. Tüm bu sürecin güdüsü elbette idealizm değil ama en yabanıl, en bayağı, en değersiz tutkulardan türetilen realizmdir. Uygarlığın çok uzaklarında, tarihin kendisinin dışında kalarak duyarlık, duyunç ve düşünme yeteneklerinde büyümemiş Avrupalı kabilelerin ödünç inançlar yoluyla bir çırpıda uygarlaşamamaları, ödünç pozitif bilgiyi öncelikle türesizliğin ve saldırganlığın hizmetine uyarlamaları, ve dünyayı yalnızca talan edilecek bir nesne olarak görmeleri Freud’u bütün bir tarihin anlamı ve ereği konusunda endişelendiren ve onu bir arı içgüdü ilkesini uygarlığın temeline yerleştirmeye götüren olgulardır. Ve gene de ruhçözümleme usun içgüdüler üzerindeki güç olduğunu varsayar.

Modernizmin bir kez daha Tanrının öldüğünü bildiren nihilizmde tamamlandığı, bir sona ulaştığı, giderek bu olgu ile tarihin kendisinin kapandığı ileri sürülür: Tarihsel hiçbir açık kapı bırakmıyor görünen bu nihilistik ‘erek’te bundan böyle bir yeniden-diriliş söz konusu değildir. Böyle tablolarda usun kendisinden gizlenen, aslında bilincin kendisinden dışlanan çok şeyin, pekçok şeyin olması gerektiği açıktır. İnsan sağduyusu apaçık çelişkilere dayanamaz. Çözemediğini bilinçsizleştirir. Saçma olduğunu düşünmekten kaçamadığını inanca çevirir, ve us ve duygu çatıştıklarında, pekala duygunun usun üzerinde bir güç olduğunu savunabilir, usu susturan bir baskı düzeneğini işletebilir. Pozitif inanç neredeyse göz kamaştırıcı bir Aydınlanmaya gereksinir.

 
Ruhçözümleme ve Moral

Ruhçözümleme kuramı Eros’u bir arı eşeysellik dürtüsüne bozmayı kabul etmediği düzeye dek, tam olarak moral duygunun, iyi ve kötünün, doğru ve eğrinin duygusunun da ilgili olduğu aynı değerler alanı ile ilişkiye yükselir.
.
Kuram bu özsel ilgiyi başlangıçta ego-ideali ile ve daha sonra üst-ben ile anlatmaya çalıştığı duyunç kavramını baskıcı bilinçaltı kavramının özeğine alarak geliştirir. Bütün bir baskı olgusu özsel olarak bir duyunç/duygu sorunu olarak belirlenir: Suçluluk duygusu, ceza gereksinimi, doğal saldırganlık eğilimi ya da en sonunda ölüm ya da yokedicilik içgüdüsü terimleriyle anlatılan bilinçsiz nefret duygusu bütün bir modern ruhsal karmaşanın üzerine kurulduğu temel olur. Ruhçözümleme bireyin algıladığı olgusallığı tanımlayan bu bilinçsiz katkıyı ve ürkütücü belirtilerini ortadan kaldırmayı, bunu bilinçaltını çözündürerek yapmayı üstlenir, ve böylelikle en azından ilkede modern ‘uygarlığı’ her nasılsa bir ‘id/içgüdü ürünü’ olarak çıkarsanan duyunç yapısının kendisinde iyileştirmeyi ve sağlamlaştırmayı amaçlar. Hedef açıkça moraldir, ve klinik düzlemde bile birey ruhçözümlemeden bir ahlak dersi almasa da, bir yaşam öpücüğü alır, özgür çağrışım yöntemiyle, daha açık olarak, korkudan, endişeden, kınama ve kısıtlamadan özgür baskısız yalın bir konuşma eylemi yoluyla onu güdüleyen, duygusunun niteliğini belirleyen saldırgan bilinçaltı artığından arınır, içgüdü bağlandığı kötü tasarımı yitmeye bırakır, ruh normalleşir.

Okyanus Duygusu

Freud Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda (I.2) Romain Rolland’ın bir mektubundan söz eder. Rolland Freud’un din üzerine yargılarının tümü ile anlaştığını, ama dinselliğin asıl kaynaklarına değer vermediği için üzüldüğünü yazar.
.

Rolland’ın sözünü ettiği ‘dinsel duygu’nun bir başka adı Sevgidir — Mevlana’nın, Platon’un, Stoacıların ‘Bir’i, varoluşu yüreğin gözleriyle de gören her insanın duyumsadığı sonsuz gerçeklik, Eros, ya da Okyanus Duygusu. Freud böyle bir duyguyu taşımadığını söyler.*

*Romain Rolland Freud’a şunları yazmıştı: ‘‘Dini çözümlemeniz doğru. Ama ‘kendiliğinden dinsel duygu’yu, ya da, daha tam olarak, onunla yalın ve doğrudan ‘Bengilik duygusu’ gibi bir olguyu anlatmak istediğim dinsel duyguyu çözümlemiş olmanızı görmeyi isterdim.’’

Freud’a göre dinsel duygu, hiç duyamadığı Okyanus Duygusu bir sinirce belirtisidir ve nedeni görgüldür, çocuk çaresizliğidir. Ya da daha genel bir kavramla, korkudur. Freud’un yanısıra, başkaları da korku kavramını uygarlık kurumlarını açıklamada kullanırlar. Örneğin düşünce yeteneğinin gelişiminde daha da gerilerde takılan, tinselin varoluşunu tasarlamayı bile başaramayan ve tinsel varlıkları da birer ‘cisim’ olarak gören özdekçi İngiliz düşünürü Thomas Hobbes politik bir ‘cisim’ olan bütün bir devleti benzer olarak korkudan türetir. Ama bir duygu olarak korku boyuneğmenin olduğu gibi başkaldırının, nefretin de mantıksal ön adımıdır: Korkulan varlık kendinde Düşmandır. Bu düzeye dek, ‘korku’dan Tanrı kavramına (ya da Devlet kavramına) çıkarsama mantıksal bir çıkarsama değil ama olsa olsa David Hume’un çağrışımcı ‘çıkarsama’ yöntemi yoluyla olanaklı dışsal bir bağıntıdır. Bir alışkanlıktır. Din ve korku, Tanrı ve korku, ceza korkusu vb. gibi düşünceleri sürekli olarak birarada işiten bilinç bu dışsal ilişkiyi zorunlu ya da ‘mantıksal’ bir ilişki olarak görmeye başlar. Özdekçi bilinç tüm bilgeliğini buradan türetir. Ama ne denli mantıksal çözümleme yaparsak yapalım, çocuk çaresizliğinden ya da korkudan Okyanus Duygusunu, Bengilik duygusunu, Tanrı kavramını, Bir kavramını çıkarsayamayız. Korku böyle bir içeriğe yetenekli değildir. Herder özel olarak Freud’un dinsel duygu üzerine çözümlemesini daha o doğmadan, daha onsekizinci yüzyıl gibi erken bir tarihte çürütmüştü: ‘‘Korku pekçok halkın tanrılarını yarattı demek hiçbirşey söylememektir. Çünkü korku, korku olarak düşünüldüğünde, hiçbirşey yaratmaz; yalnızca anlağı uyandırır.’’ (aktaran F. Copleston).**

**Herder. Dünyaya bütünüyle gerçek dışı bir tarih bilinci aşılama çabasını bıkıp usanmadan sürdüren modern Anglo-Saxon propaganda Herder’i de (1744-1803) bir ‘ulusalcı’ olarak, ve böylece İngiliz uygarlığı ile karşıtlık içinde Alman barbarlığının bir başka temsilcisi olarak gösterir. Böyle ulusal çekişmelerden bütünüyle ayrı olarak, Herder’in bir Alman olmanın üstünde ve ötesinde gördüğü değerler vardı: 18’inci yüzyıl gibi erken bir tarihte Batı ya da Doğu gibi ‘uygarlık’ tasarımlarının geçiciliğini ve geçersizliğini anlatan Herder, “İnsanlık insan doğasının ereğidir :: Humanität ist der Zweck der Menschennatur” diyordu. Herder’in idealizmi ulusalcılığı henüz serpilmekte olduğu modern dönemin başlarında tanımış ve durdurmaya çalışmıştı: ‘‘Kişi herşeyden önce insanlığın dehası konusunda yansız olmalı, yeryüzündeki şu ya da bu kabileyi yeğlememeli, şu ya da bu halkı kayırmamalıdır. Böyle bir yeğleme kişiyi kolayca kayırılan halka çok fazla iyilik, başkalarına çok fazla kötülük yükleme yanılgısına düşürür. Ve kayırılan halk yalnızca ortak bir adı tanıtladığı zaman (Keltler, Samiler, vb.), ki bu belki de hiçbir zaman varolmamıştır ve köken ve sürekliliği tanıtlanamaz, o zaman kişi gerçekte düşüncelerini kuma yazmış olur.’’ Ve bu dileğinde de Herder çağdaşı olan Romantikler ve İdealistler gibi yalnızca nereye ait olamadığını tanıtladı.

Freud’un dinin doğası üzerine çözümlemesi ne önemli ne de kavramsal olarak geçerlidir çünkü içgüdüyü başlangıç noktası yapan bir bakış açısından ne din, ne sanat, ne de uygarlığın bir çözümlemesi olanaklıdır. Herkesin herkesten nefret etmesi (UH, V.8), tarihin bir ölüm içgüdüsü tarafından boşa çıkarılması, uygarlığın varlığını baskıya borçlu olması, eşeyselliğin giderek güzel sanatın da yaratıcı güdüsü olması gibi önesürümler inanan insanın bir ruh hastası olduğu görüşünden hiçbir biçimde ayrı değildirler. Tümü de usu, istenci, duyguyu değil ama tümünün yerine içgüdüyü temel alan ve insanı özgürlükten bağışlayıp zorunluğa belirleyen bir bakış açısının tutarlı sonuçlarıdırlar. Ve Freud içgüdünün us üzerindeki egemenliğinin tanrısal bir tasarda sonlanamayacağını ileri sürmede hiç kuşkusuz bütünüyle haklıdır. Bu düzeye dek eleştirdiği uygarlık biçimi yalnızca ve yalnızca kendi kurgusunda ürettiği bir öznellikten (ya da bir ‘dilek’ten) daha öte birşey değildir. Ve açıktır ki bu bakış açısının kendisi özgür değil ama patolojiktir, ya da baskıcıdır, ve Freud’un özçözümlemesi açıkça başarısız olmuştur. Ama kendisinin ruhçözümlemeyi geliştirebilmiş olması olgusu usun bu baskıya baskın çıkabileceğinin ironik tanıtıdır.

Özgürlük ve Sevginin Bir ve Aynılığı

Ruhçözümleme her durumda içgüdülerin kendinde mekanik-moleküler süreçlerinin üzerine düşüncenin ve duygunun tinsel gücüyle etkide bulunmayı hedefler.
.

Ruhun bedenin biçimi olduğu düzeye dek, ilkede ancak Eros ile başlayabileceği ve gerçekten de onunla başlattığı bu işi yine Eros’a dönerek tamamlar çünkü bireye yeniden kazandırdığı öz-belirlenim hakkı özgürlüğün kendisidir. Ama özgürlük gerçek kavramında sevgiden başka birşey değildir. Özgürlük kendini başkasında yitirmek ya da başkasında yalnızca kendini kazanmak, onunla sınırlanmamak, tersine onda sınırın kendisinin ortadan kalkışını yaşamaktır. Bu ise duygu olarak Sevgiden başka birşey değildir. Bu düzeye dek, özgürlük ve sevgi kavramlarında bir ve aynı sonsuzluk duygusunu, aynı tanrısal duyguyu, aynı Okyanus Duygusunu anlatırlar. Buna karşı, ruhçözümleme eşeysel içgüdüyü birincil varoluş belirlenimi yaptığı düzeye dek, bir ‘id’ türevi olarak gördüğü ‘ego’dan elbette Okyanus Duygusunu çıkarsamayı başaramaz, ve kuramın mantığı içersinde konutlayamadığını tutarlı olarak yoksayar.

Dünyayı Değiştirmek: Moral Değişim

Hangi biçimde olursa olsun, moral eğitim insanları iyilik uğruna değiştirmeyi ve böylece kültürel yaşamın niteliğini yükseltmeyi, uygarlığın kendisinin sağlıklı gelişimini amaçlar.
.
Hangi biçimde olursa olsun, moral eğitim insanları iyilik uğruna değiştirmeyi ve böylece kültürel yaşamın niteliğini yükseltmeyi, uygarlığın kendisinin sağlıklı gelişimini amaçlar. Ama ruhun modernist sakatlanmasının şu ya da bu yeğinlikte toplumsal ölçeğe yayılmasına bağlı olarak, modern uygarlığı moral yapısında iyileştirmeyi amaçlayan her tasar bununla onu bütününde başka birşey yapmayı amaçlamış olur. Bu düzeye dek toplumsal törelliğin ruhbilimsel izlenceler tarafından değiştirilmesi istemi düşsel bir doyumdan daha iyisini sağlamayı başaramaz. Topluma tüm bileşenleri şu ya da bu ölçüde uyum içinde işleyen bir örgütleniş kazandıran moral duygu toplumsal yapının geri kalan belirlenimlerinden soyutlanabilecek eytişimsiz bir öğe değildir. Kendisi tikel kültürün bütününe katılan, onu belirleyen ve kendisi onun tarafından belirlenmeye açık plastik, pozitif bir kıpıdır. Buna göre, duyunç yaşamının bütünü üzerine ne olursa olsun herhangi bir ruhbilimsel izlence getirmeyi istemek o yaşam biçiminin doğrulanan iç işleyiş ve tutarlığına karşı bir gözdağı olarak görünür. Moral özde yalın bir ilkenin değişimi bile dolaysızca toplumsal yapının kendisinde bir sarsıntıyı ve şeylerin ve insanların ilişkilerinin bir yeniden düzenlenişini imler. Bu çok dramatik bir görünüş kazanabilir. Duyunca kendi eytişimsel gelişiminin dışında yeni bir belirli biçim verme, ona kendi doğasına aykırı yeni değerleri doğrulatma girişimi ancak politik terör (Nazi, Bolşevik) ya da klinik koşullandırma (Skinner) yoluyla davranışlar üzerinde ayarlama yapılarak başarılabilir. Böyle tüm ‘bilimsel’ toplumsal izlencelerin istenci ve duyuncu sindirici yöntemlere başvurmak zorunda olmalarının nedeni özgürlük ruhun asıl kavramı iken buna karşı böyle ‘bilimsel’-denetimci izlencelerin insanı bir makine olarak görmeleri, özdeksel nedenselliği, doğal zorunluğu yaşamın ilkesi yapmalarıdır.

Ruhçözümleme bilinçaltını çözme yoluyla insanı bilinmeyen bir etmenin tiranlığından kurtarır, onu yeniden usunun özbilinçli sorumluluğuna teslim eder. Sürecin bu doğası ruhçözümlemeye yapılan ‘tüm-eşeyselcilik’ karalamasına, herşeyi ‘eşeysellik yoluyla açıklama’ suçlamasına Freud’un yanıtını kendi mantığıyla doğrular: Us bilinçsizin de üzerindeki güçtür. Ama kuramın bu mantığı ‘özerk’ Ölüm İçgüdüsü gibi korkutucu bir adla da anılan içgüdünün gerçekte özerk filan olamayacağını, sözde yokediciliğinin kendisinin yokolmaya direnemediğini de tanıtlar. Ruhçözümleme büyük tasarlardan vazgeçerek kendini mini mini çözümler önermeye indirgeyen davranışçılık ve türevleri ile karşıtlık içinde, yalnızca küçük şeylerle değil ama ayrıca büyük şeyler ile de ilgilenir. Çünkü küçük insan, ruhçözümlemenin bakış açısından, gerçekte çok büyüktür, sonsuz ölçüde değerli ve anlamlıdır. Özgürdür. Sevme yeteneğindedir.

Ruhçözümleme Yapay Ahlak Önermez

İster patolojik isterse normal bilinçaltının çözümlemesi olsun, ruhçözümsel sağaltımın hedefi hiçbir durumda bilinç denetimi gibi birşey değil ama bütünüyle açık ve seçik olarak özgürlüktür: Ruhsal yetilerin kendilerini tam olarak doğalarına göre açındırmaları için, sevme yeteneğinin bilinçaltının karanlık derinliklerinden yeniden yüzeye çıkışı için gerekli baskı çözülüşünün sağlanışı.
.
Bilinçsiz öğenin bütün bir ruh üzerindeki bu tiranlığından kurtuluş bir denetim olmaktan sonsuz ölçüde uzakta duran öz-belirlenim olanağı anlamına gelir. Davranışın dışsal olarak ayarlanmış yönetimi değil, ama varoluşu us ve duygu yoluyla belirleme şansını yeniden kazanma anlamına gelir. Bu yüzden ruhçözümleme davranışçılık ile olanaklı en büyük karşıtlık içinde, özgürlüğün kölelik ile karşıtlığı denli açıkta yatan bir karşıtlık içinde durur, çünkü davranışı güdüsünden soyutlayan o denetimci yöntem bir bilinçsiz güdü kaynağına bir başka bilinçsiz güdü kaynağının eklenmesiyle ruhun kendi öz kaynaklarından biraz daha uzaklaştırılmasında sonlanırken, ruhçözümleme ruhu tam olarak böyle yabancı içerikten kurtarmayı, ona kendi doğasının belirlenimini, öz-belirlenimi yeniden kazandırmak için gereken koşulu yaratmayı hedefler. Biricik katkısı ruha yabancı dışsal katkının giderilmesidir. Bu düzeye dek, ruhçözümlemenin ruhu özgürlüğü olanaksızlaştıran bilinçsiz öğeden kurtarması bütün insan doğasının ne olduğunu tam olarak ortaya koyabilmesi için vazgeçilmezdir. Bununla ruhçözümleme insanı usun ve duygunun birliğine doğru gerçek büyüme sürecinde güçlendirir, onu bütün bir ansal ve ruhsal yapısının tam açınımının heyecanına, özgürlük ve sevgi ile bir olan idealizme hazırlar.

Moral Altyapı

Görgül yöntem ya da olgulardan, gözlemlerden vb. genelleme görgücülüğün kendisinin de gördüğü gibi elbette geçersizdir.
.
Görgül yöntem ya da olgulardan, gözlemlerden vb. genelleme görgücülüğün kendisinin de gördüğü gibi elbette geçersizdir. Modern dönem bir politik şiddet, terör, iç savaşlar, ulusal savaşlar, dünya savaşları, sömürge savaşları, soğuk ve sıcak sayısız savaş vb. dizisi ile dışa dönük saldırganlık denebilecek olan şeyin tarihin tanık olduğu en ağır edimselleşmelerini sergiler. Ama böyle bir tekil örnekler dizisinden yapılacak genelleme bu Açık Toplum biçimini yargılamanın zemini olarak geçerli ve yeterli değildir. Tüm bu sonu gelmez eylemleri uygarlık için sürekli bir gözdağına çeviren ve böylelikle dünya tarihini saçmalaştıran şey güçlü bir bilinçsiz nefret öğesi tarafından güdülmeleri olgusudur, ve buna göre sorgulanacak nokta bu öğenin kökenidir. Bütün bir Batı kültürünü tanımlayan bu evrensel öğe modern tarihteki sürekli şiddet zincirini olanaklı ve anlaşılır kılan yandır ve ruhçözümleme kuramının kendi kavramsal kaynaklarından, kendi mantığından türeyen bir çıkarsamadır. Yokedici eğilimlerin bir türevi olarak görülen uygulayımbilimsel ilerlemenin yararlı olmak yerine insanlık ölçeğinde tehlikeli ve zararlı olabileceğini ileri süren ve bununla yararcılık ve ekonomik determinizm gibi ilkel törellik öğretilerini geçersiz kılan ruhçözümleme insan sorununun iyileşmesinin bir pozitif bilgi sorunu olmadığını ama ilkin yürekten başlaması gerektiğini de doğrular. Gönenç ne denli büyürse büyüsün, yürek küçük kaldıkça türesizliğin artışından başka birşeyde sonuçlanamaz. Modern ‘uygarlığın’ sorununu özsel olarak ruhsal bir sorun olarak, teist-nihilist kökenleri olan ciddi bir ruhsal rahatsızlık olarak tanımlayan ruhçözümleme son onyıllarda bu ‘Açık Toplum’un savunusu adına ona karşı bir tür kitle saldırısı başlatan modernizmin kavramsız, duygusal ve sinirceli tonu tarafından yalnızca bir kez daha doğrulanır.

 
Batının Öz-Bilinci

Değersiz ve anlamsız ve tılsımsız kalan ve her gününü yeni değerler aramakla ve bulduğunu ertesi gün yeniden yitirmekle geçiren bir modernist tinin ussal idealizme olduğu gibi ruhçözümlemeye de, gerçekte tüm değerlere ve uygarlığın bütününe gösterdiği nihilist (bilinçsiz) tepki bu tinde Eros’u yitirişin hiçbir durumda tersinir olmadığının görgül doğrulanışıdır.
.
Başka bir deyişle, Eros’un yeniden-doğuşu bildiğimiz biçimiyle modern toplum yapısının sonunu imler. Ama sürekli değersizlik, anlamsızlık, saçmalıkta anlatım bulan aynı iyileşme güçlüğü pekala eski uygarlıktan çok uzaklarda şekillenen modern toplumlarda değerlerin hiçbir zaman kazanılamadığını da gösteriyor olabilir. Heine Kuzeyli Hıristiyan ulusların yarı vaftiz edildiklerini söyler. Bir insan özü kavramının ışığında, bunun anlamı tarihsel köklerini ortaçağın boşinanç Avrupasında geliştiren modern uygarlığın asıl tarihsel sürekliye, insanın asıl büyüme, gelişme, özgürleşme sürecine ait olmadığıdır; özgürlük bilincinde bir ilerleme olan tarihin kendisindeki bir sapmadan daha öte bir anlamının olmadığıdır.

İşlerin bu durumunun bir öz-bilince dönüşmesinin olanaklı olduğu düzeye dek, nihilist vargı, ya da varoluşçu vargı, ya da materyalist vargı modern topluma dışardan getirilen bir çözümleme değil ama yapının kendi entellektüel kaynaklarından türetilen bir yargıdır. Modern toplumda felsefenin yerini kuşkucu irrasyonalizme bırakması zeminsiz değildir. Batı kültürü Descartes ve Hegel, Bougereau ve Mozart, Kepler ve Maxwell, Schiller ve Goethe gibi idealistlerin, romantiklerin, klasiklerin, ussalcıların tinleri tarafından tanımlanmaz. Onlar ne Batının kendi kaynaklarından doğmuş, ne de gökten inmişlerdir: Etkinliklerinde, yaratılarında, değerlerinde uygarlık süreklisine aittirler. Batı kültürü Voltaire’den Nietzsche’ye, Locke’dan Picasso’ya, Matisse’ye, Einstein ve Heisenberg’e başlıca fobileri gerçeklik, iyilik ve güzellik olan kişilikler tarafından tanımlanır. Bu düzeye dek, nihilist-pozitivist vargı modern Batı toplumları için bütünüyle doğrudur, modernizmin kendi mantığından türetilir ve doğrulanır, ve onun öz-bilincinin en duru anlatımını sunar.

Popüler-Demokratik Şiddet

Bugün bütün bir yeryüzünü sarsabilecek, tarihi gerçekten de bir sona getirebilecek olan nükleer güçlerde cisimselleşmiş şiddet Eros’u yadsıyan modern varoluşun normal bir bileşenidir.
.
Başka bir deyişle, bu gizil şiddet öğesi birkaç fizikçinin, ya da egemen sınıfların, ya da despotik devletlerin insanlığa karşı bir komploları değildir. Modern toplumda ona ‘Açık Toplum’ denmesini geçersiz kılacak hiçbir yüklem eksik değildir: Modern şiddet demokratik olarak doğrulanan ve üstlenilen bir olgudur. Modern ‘evrensel istencin’ onayını alır. Ruhçözümleme kendi yolunda ussal istencin bu işle bir ilgisinin olmadığını, modern kitle toplumunda tutkunun sağduyunun sesini kolayca bastırdığını, ve bunun için popüler dürtüleri, halksal eğilimleri izlemekten ve güçlendirmekten daha elverişli bir yol olmadığını gösterir. Bu patolojinin modern kitle toplumundaki ruhsal kökenlerini çıkarsar ve birer savunma önlemi olarak görünen şeylerin gerçekte saldırganlık eğiliminin belirtileri olduğunu saptar.

Modernist Herşeyin Ortak Kökeni

Boşinancın çıldırılarından sıyrılan varoluşun kitlesel tüketim çıldırısı tarafından belirlenir olduğu düzeye dek, modern toplum duyuncun kendisine karşı bağışıklığını pekiştirir, duyunçlu/moral bireyin içe yönelik saldırganlığı duyunçsuz bireyin dışa yönelik saldırganlığında kitlesel boyuta yükselir.
.

Karşılıklı yarar ve çıkar bağları ile biraraya tutturulan toplumsal yapı açıkça saldırganlık içgüdüsü terimi ile tanımlanmayı hakeden bir bencillik ve paranoya kültürüne pıhtılaşır. Kuramın çıkarsamasını doğrulamak için insan duygusunun bastırılışını ve baskılanışını anlatan ve pekiştiren nihilizmi, pozitivizmi, materyalizmi, genel olarak ideolojileri tanık olarak çağırmak gereksiz, daha doğrusu geçersizdir. Çağın tinsel rahatsızlığını tanımlayan bu kültürel bileşenlerin kendileri ortaya çıkışlarını aynı modernist bozunmaya borçludurlar. Tümü de pozitifin negatife bağımlı olması gibi yadsıdıkları şeye bağımlı, onunla koşulludurlar. Modern bilince özgü tüm bu karşıtlar türlülüğü sonunda kökeni olarak aynı baskı düzeneğine, aynı bilinçsiz nefret yoğunlaşmasına doğru odaklaşır. Ruhsal olarak modernizmin en son ilkesi olan temel sevgisizlik öğesi bir kez bilinçaltına yerleşir yerleşmez, bir kez insan ruhunda nefretin dinamiği engelsizce işlemeye başlar başlamaz, militarizmden nihilizme, kapitalizmden kübizme tüm kitlesel semptomlar onları başat varoluş olguları yapacak ruhsal zeminlerine kavuşurlar.*

*Freud şöyle bir genel gözlemde bulunur: İnsan için “komşusu yalnızca olanaklı bir yardımcı ve eşeysel nesne değil, ama tersine üzerinde saldırganlığını doyurmak için, hiçbir ödence olmaksızın işgücünü sömürmek için, onayı olmaksızın eşeysel olarak kullanmak için, iyeliklerini ele geçirmek için, onu küçük düşürmek için, ona acı çektirmek için ve onu öldürmek için bir kışkırtmadır. Homo homini lupus.” (Uyg. ve Hoşnutsuzlukları, V.8). Bu nihilizm, insan doğasının sevmeye değil ama nefret etmeye belirlendiğini doğrulayan bu kötümser bakış açısı modern ruh durumunun en doğrudan anlatımıdır.

Tarihsel ilerleme göreli dinsel inançlar çevresine örülü tutucu geleneği yıkarak yolunu açar. Bir süre için toplumları enerjikleştiren, giderek onları tarihsel uygarlıklar ve güçler düzeyine yükselten yeni ilkeler ve inançlar insan özüne tam özgürlüğü içinde anlatım vermedikleri düzeye dek o özü engelleyici, daha öte gelişimi durdurucu, tutucu olmaya başlarlar. Baskıcılaşırlar. İnançtan gelen bu baskıyı kırmak kendinde gelişmenin, insanın büyümesinin yolunu açar, sözcüğün ilkin kafamızda uyandırdığı iyi, ussal, gerçek anlamda Aydınlanma için önkoşul olur. Yine, yenileşmek ya da modernleşmek kendisi değersizleşmiş bir gelenekçilik karşısında tutulması gereken biricik doğru yol olarak, iyi ve gerçek olarak, ussallık ve özgürlük olarak görünür. Ama modern Avrupa’da yer alan dönüşüm sorunun biraz daha karmaşık olduğunu gösterir. Yeni olanın içeriğinin ne olduğunun hiç olmazsa yenileşmenin kendisi denli belirleyici olduğunu, yenilik uğruna yenilikçiliğin, modernizmin toplumları öngörülmeyen yerlere, giderek bütününde amaca aykırı yönlere sürüklediğini gösterir. İçeriğin bir bilmeme durumundan çok bir bilinçsizlik etmeni tarafından belirlendiğini gösterir. Bu içeriğin belirlenimini doğal eşeysel güdüye dek izlemek inandırıcı olmasa da, duygusal etmenler tarafından belirlenmesi olanağı bütünüyle açık kalır: Tutku gündelik kullanımda bile usu, sağduyuyu yenebilen neredeyse denetimi olanaksız, neredeyse bilinçsiz bir gücü temsil eder. Ve eğer içeriğin özbilinçli usun kendisi tarafından belirlenmediğini doğrularsak, bilinçsiz eğilimler tarafından, bilinçaltında yatan güçler tarafından belirlendiğini, bilinçsizin insanın özgür istencini, kendi yaşamına egemenliğini, özerkliğini ondan çaldığını kabul etmeye zorlanırız. Modern tarihin dönüşümleri kararlı bir uygarlığın büyümesinden çok bilinmeyen bir gücün denetiminde ileri geri atılan kitlelerin bütün bir dünyayı ve tarihini altüst eden belirlenimsiz, ereksiz, kaotik, usdışı devimleri olarak görünür. Modern dönemde bilinçaltının gücü tarih sezgisinin kendisini bastırır. Kaos, belirlenimsizlik, görelilik, ereksizlik tıpkı anlamsızlık ve değersizlik gibi bu dönemi tanımlayan terimlerdir.

Modern özgürlük evrensel insan değerlerinin değil ama yalnızca yararcı, pragmatik, özdekçi bireysellik ilkesinin edimselleşmesi olarak, ‘Ben’in despotizmi olarak belirlenir. Dinsel duyguyu yokeden Aydınlanmacı özbilinç bunu eytişimsel olarak, yadsıdığını saklayarak yapmaz: Derme çatma da olsa, varolan Topluluk tini tecimsel-tüzel Toplum biçimine bozulurken, Okyanus Duygusu bireysel ruhun sınırları içersine hapsolur: Dirimli varlığın her bir gözeciğinde işleyen, bireyleri ailelere, toplulukları evrensel insanlığa büyütmeyi isteyen Eros modern yaşamdan tüm tinsel donatımı ile birlikte ayrılır. Sevgiyi silip atan aynı nihilistik dürtü Güzel ve Gerçek olanı saklayamaz çünkü sevgi güzele olduğu gibi gerçeğe de yaşam veren tılsımdır: Güzel Sanat ve Felsefe modern Batı duyarlığından ve düşüncesinden sürülürler, yerleri karşıtları tarafından doldurulur. Bireyi evrensel sevgi yoluyla iyileştirmenin almaşığı kemoterapi ve davranışçılık kipinde ortaya çıkarken, gerçeklik fobisine yenik düşen bir kuşkuculuk Batıyı ortaçağların görgücü ‘felsefecilik’ yollarına geri döndürür, güzelin kendisinden nefret eden modern sanat çağın grotesk beğenisine yanıt veren ‘estetik’ biçim olduğunu tanıtlar. Herşey kitleselleşir, halksallaşır, ve kitle ve halk gibi kavramları yüceltmenin anlamı gözler önüne serilir. Böyle ‘uygarlık’ gene de gelenekten özgürleşmiştir, ve tüm ‘libido’sunu, tüm ruhsal enerjisini engelsizce bilinçsiz, baskılanmış güdülerinin buyruğuna bırakır, bir sömürü ve sömürge, militarizm ve kapitalizm ‘uygarlığı’ olarak biçimlenir. Yapmayı en iyi bildiği şeyin, uğruna kaynaklarının en büyük dilimini, uygulayımbilimsel becerisinin en iyisini ayırdığı şeyin nükleer bombaların üretimi olması ruhçözümleme kuramının a priori vargısının görgül doğrulanışıdır. Böyle toplumlarda çocukların moral yaşamlarının aile sevgisinden eğitsel davranışçı ruhbilimin duygusuz, denetimci, pragmatik yöntemlerine terkedilmesi, yetişkin kişiliklerin insan ruhunu moleküler bir düzenek olarak alan ilaç sağaltımına sığınmaları da tutarsız değildir. Bunlar olduğunda, Eros’un güçlerinin neyi diriltmeleri gerektiği bütünüyle açığa çıkar. Şiddetin şiddetle, nefretin nefretle yenilemeyeceğini ruhçözümlemenin bilinçaltı kavramı dolaysızca gösterir: Eros’un bildiği biricik yöntem sevgi, bilgi ve güzelliğin yöntemidir.

Modern Toplumun Ruhsal Zemini Olarak Sinirce

Ruhçözümleme kuramının modern toplumlara özünlü ruhsal bozukluğa bir tepki olarak doğmuş olması modern (ve yarı-modern) tüm toplumlarda sağaltıcı etkisinin kendinde olumsuz ve yıkıcı olacağını imler.
.
Tüm modern kurumsallık baskıcı bilinçsiz öğeleri bütününe ait bileşenler olarak taşır: Modern tüketim toplumunun temel ilişki biçimi neredeyse erotik bir heyecanla yerine getirilen alış-veriş ilişkisidir ve bütün bir modern toplumun iç-bağı olma düzeyine yükselen bu ‘ilişki’ gelenek bağlarından özgürleşmiş ve insanı yalnızca yararcı ve çıkarcı bakış açısından algılayabilen güvensiz, kuşkucu, göreci bir ruhsal yapı üzerinde işleyebilir. Başlıca çatışma, çekişme, yarışma gibi ‘ilişkilere’ yetenekli kişilik biçimi üzerine dayalı toplumda bir olgu olarak paranoyanın kendisi tecimsel başarının gizi olarak kutlanır. Böyle bir tinsellikte anamal kavramının uğrayacağı değişimin mantığı açıktır: Anamal yarışmacı toplumda başlıca geçerli, anlamlı, ve istenebilir değer düzeyine yükselir. Modern evreye dek, anamal tüm tarih boyunca her toplumsal yapıda altgüdümlü bir yeri olan bir bileşendir, ve belirleyici değil, ilke değil, ama bir bütünün daha yüksek değerleri karşısında küçümsenen bir parçasıdır. Ancak Reformasyon ve Aydınlanmanın eğitiminden geçen insan kişiliği anamalı bir varoluş ilkesi yapacak bir bencillik yeğinliğine yükselebilir. Bu ayartıcı ekonomik öğeyi ilke yapmak, bir araç olarak anamaldan bir amaç olarak anamal belirlenimine geçmek iyinin ve kötünün üzerine yükselebilen bir karakterin kitleselleşmesine bağlıdır. Bütününde insan haklarını yeni ilke karşısında bir yana itmeye yetenekli bir duyarsızlığın gelişmesine bağlıdır. Modern döneme dek tarih böyle bir karakterden yoksundur. Bunun için gerekli olan duyunç aşınımı deist Aydınlanmanın ve tam olarak duyuncu içselleştirmesinde daha şimdiden zayıf olan topluluk tinini bir kez daha yokeden Protestanlığın işidir. Modern toplumun yabancılaşma, nihilizm, pozitivizm, pragmatizm, yararcılık, kapitalizm, militarizm, sadizm, dadaizm, kübizm, paranoya, liberalizm, varoluşçuluk, postmodernizm vb. gibi terimlerde tanımlanması, bu değersiz kategoriler türlülüğü gerçekte bir ve aynı yalnız karakteri yalnızca değişik yanlarından belirleyen bakış açılarının türlülüğünü yansıtır. Tümüne ortak olan yan bilinçsiz nefret öğesidir. Modern bankacılık ve para kurumları bireyler arasında bir sevgi, öz-veri, ya da şefkat ilişkisinin işlemekte olduğuna tanıklık etmezler. Temsil ettikleri sömürü biçiminin kabalaşması ve çirkinleşmesi yalnızca birey-birey ilişkisinde nefret öğesinin bilinçsiz işleyişinin dozunu gösterebilir. Toplumsal gereksinim uğruna değil ama kâr uğruna ve pazar mantığı tarafından örgütlenen işleyim süreci benzer olarak özneler-arası denilen ilişkilerde insan etmeninin bütünüyle gözardı edilmesine olanak veren bir moral kültürü, duyunçsuzlaştırılmış bir bürokrasi tarafından yönetilen bir yasa düzenini öngerektirir. Bu özsel olarak türesiz yapıya ayarlanmış üniversitenin modernist ussallığı insan hak ve değerlerini hafife alan bir pragmatizmin kuralları içinde kalır. Bu sözde bilimsel pozitivizme karşı postmodernist özgür çağrışım ya da yapısızlaştırma yalnızca akademik parodinin bir biçim değişimidir, ve Us düşmanlığında, Gerçeklik düşmanlığında, Bilgelik nefretinde entellektüel bilinçaltının öz-çözümlemesinin dışavurduğu duygular postmodern hafifliğin aslında cansıkıcı bir ağırlık olduğuna tanıklık eder.

Ruhçözümle-menin Tehlikesi: Özgürlük Bilinci Acı Vericidir

Ruhçözümlemenin içtenliği modern kitle kültürü için, pazar kurallarını kültürel değerler yapan, açıkça eğri olanı doğrulamak ve yanlış olanı gerçeklemek zorunda kalan bilinç biçimleri için rahatsız edicidir.
.
Biraz daha yakından bakıldığında, modern toplumun politik sağlığı için sakıncalı, aslında tehlikelidir. Kesinlikle. Ruhçözümleme yalnızca bireyi onu hasta eden toplumuna geri göndermekten, onu kimyasallarla duyarsızlaştırarak ve davranışçı yöntemlerle koşullandırarak uyarlanmış kılmaktan daha çoğunu öğretir. Modern toplumsal yapıyı geçmişin geleneğinden kurtarılmış bir tabu olarak görmez ama insan usunun ve ruhunun geleceğe özgürlüğe bakan gerçek gizillikleri karşısında değersiz ve anlamsız olarak yargılar. Bireyin içinde yaşamak zorunda olduğu bilinçsiz olgusallığın ona dışardan dayatılmadığını, ama onun iç dünyasının kendisi olduğunu, ve beynindeki moleküllerde değil ama tam olarak ruhsal doğasında, bencilliğinde, uyuşumculuğunda, bireyciliğinin kendisinde sürekli olarak yeniden üretilmekte olduğunu tanıtlar. Bireye bilincinin altında ondan çok daha büyük bir bilinçaltı canavarının yattığını, özgürlüğünün bir yanılsama olduğunu, gerçekte yalnızca belirlendiğini ve belirleniminin ona bütünüyle dışsal, yapay ve baskıcı olduğunu, görgül benliğini onaylamasında yalnızca kendini aldatmayı sürdürdüğünü öğretir. Onu ben dediği şeyin kendisinde nihilize eder. Tüm bunlarla o denli de bireysel bilinci alıştığı bilinçsiz olgusallıktan koparma gözdağını verir.

Kitlesel ölçekte bir bilinçaltı yıkımının nasıl bir tabloda sonuçlanabileceği olumlu ve yapıcı terimlerde kavranamaz çünkü ruhçözümleme kuramı şimdiki kavramsal belirsizliği ve felsefeden uzaklığı ile sağlıklı ruhu ve bilinci çözümleyebilecek yetkinlikte değildir: Sorunu yalnızca patolojik bilinçaltının çözündürülüp yokedilmesidir, yerine olumlu olarak neyin kurulacağı değil. Aslında işin bu son parçası insan doğasının kendisine düşer, ve tam bu noktada başarısızlık ruhçözümlemenin kendisinden çok iyileşmede patolojik belirtinin kalkışından daha çoğunu göze alamayan modern kişiliğin sorumluluğundadır.

Ruhçözümleme bilinçsiz nefreti yenmeyi, sevgiyi etkinleştirmeyi hedeflese de, sevgi modern bireyi tüm yaşamında ölesiye korkutmuş, onu ruhunda hasta yapacak denli tüketmiş olan duygudur. Başka bir deyişle, modern bireysellik, modern olduğu düzeye dek, henüz ‘ben’inden vazgeçme anlamında sevmeye ve sevilmeye yetenekli değildir. Tersine, sevgi olarak yaşanan duygunun kendisi bencilliğin doruğu olarak işlediği ölçüde nefret ile birlikte gider. Modernleştiği düzeye dek, yaşadığı toplumsal ilişkiler bireye ruhunu koruyan ve küçülten bir duygusuzluk sınırının nasıl önemli, nasıl gerekli olduğunu öğretmiş, bir güvenlik önlemi olarak sevgi yeteneğinin önüne bir baskı perdesi çekmiş ve insanı bu perdenin çarpıttığı duyguların terimlerinde tanır olmuştur. Kendinde bir özgürlük ve sevgi olanağı anlamına gelen bir bilinçaltı çözülüşü böyle karaktere bir tür yeniden doğum yaralanması olarak, kuşku götürmez bir endişe kaynağı olarak, ‘normal’ benliğin yitişi olarak görünür, ki gerçekten de öyledir. Böyle bir toplumsal dinamikte, sonuçlarında ruhu daha da zorlu bir çatışmaya itiyor görünen bir sağaltım olanağı karşısında, modernizmin denetlediği ve yararlandığı normal histeri ve paranoyanın kendileri pekala yeğlenebilir hastalıklar olarak görünebilirler. Ve anormallik düzeyine yükseldikleri ve önlemlerin zorunlu görünmeye başladığı yerde, yararlı kitlesel kemoterapi pragmatik kültürün göreli sağlık istemlerine çok daha iyi yanıt verir.*

*Prozac Diary. Ağır bir kronik çöküntüden sonra saplantı sinircesi belirtileri de göstermeye başlayan Lauren Slater sonunda Prozac sağaltımı görmeye başlar. İlacın ilk kullanıcılarından olur ve on yıl süren Prozac yaşantısını Prozac Diary’de (1998) anlatır. “Hastalığa verdiğimiz anlamlar konusunda çok şey söylendi,” diye yazar, “ama sağaltımdan çıkardığımız anlamlar konusunda? Sağaltım benliğin karmaşık, yön bozucu bir düzeltilmesidir ve ince ya da kaba saba olabilir.” Prozac ilkin onu kullananların pek çoğuna yaptığı gibi ondan eşeysellik itkisini alır. Ve belli bir noktada daha az etkili olmaya başlar. Beyin görünürde kendini ayarlayarak eski yollarına dönmeye çalışmaktadır. Slater’in durumunda Prozac iyi kötü yaratıcı benliğini de bastırır. Çocukluğundan bu yana kalemi ne zaman eline alsa düşüncelerini yakalayan, onu çılgınlar gibi yazmaya götüren sesler Prozac tarafından susturulur. Son olarak Prozac elinden Tanrıya inancını alır. Pozitivist eleştiri bunlardan şöyle bir ders çıkarır: “Eğer 80 miligram fluoxetine hydrochloride siz olan şeyi değiştirmek için yeterliyse, o zaman hepimiz açıktır ki kimyasal bileşiklerden başka birşey değiliz.”

Prozac da tıpkı nihilist yazın gibi modern kültürün ruha kendi yolunda yapmayı başaramadığını yapar, ondaki doğallığı bütünüyle silmeye, bireyi us-dışı, ruh-dışı bir toplumda ayakta kalmaya, anlamsızlığa ve değersizliğe dayanmaya uyarlar. İkisi de bunu onu duyarsızlaştırarak yaparlar. Modern toplumsal yaşam yaratıcılıkla, idealizm ve romantizm ile, Tanrı inancı ile, doğallık ve erotizm ile birlikte gitmez. Ruhçözümleme bir insan özü kavramını varsayarak sağaltım yoluyla bu özün yeniden kazanılmasını amaçlar. Buna karşı hem yazınsal hem de kimyasal nihilist uyarlanım durumunda elde edilen çözüm insanı kendi doğasından kurtarmaya dayanır. Modern toplum bu yolla iyileştirilen parçasında doğallığını yitirir, insan-olmayan birşeye doğru, yabancı, anlaşılmaz, tanınmaz bir ruhsal belirlenime doğru ilerler.

Uyarlanmanın çok daha yaygın, uygun ve eski yöntemleri bugün bile böyle kimyasal sağaltım girişimleri ile yarışırlar. Sartre ve Camus, Kierkegaard ve Nietzsche gibi varoluşçu yazarlar ruhu yatıştırmada tam olarak Prozac gibi etkilidirler, ve duyarlığı daha ucuz, daha ince, üstelik daha az utanılabilir, giderek onurlu bile denebilecek yöntemlerle zayıflatırlar. Böyle hastalanmaların kendilerinin sağaltım olarak doğrulanması modern toplumun gizlerinden biridir. Ama bu ultra-modernist kesimde eğilim ussal iletişime tam kapanma yönündedir, ve deliliğin kendisini bir ‘bilgi’ kipi olarak doğrulamasında (Foucault) postmodernist us-yarılması kavramsal-duygusal iyileşmeye karşı direncin en kararlı biçimine yükselir.

Her durumda, nihilizmin kitlesel doğrulanışı insan ruhunda yaşanan küçülmenin yaygınlığının doğru bir ölçüsünü verir, ve sanki iyileşmenin kötüleşme olacağı endişesini yansıtır. Sağduyuya ve gerçeklik bilincini kazanmaya karşı direnç, tıpkı ruhçözümleme altındaki bireyin durumunda olduğu gibi, doğrulanmaları yeniden yaşanmaları olacak, dolaysızca acı verecek olan idealleri baskılama eğiliminin gücüne tanıklık eder. Bir zamanlar modern toplumsal kültüre yenik düşmemiş diri bir ruha varoluşun sonsuz değer ve anlamı için söz vermiş olan, insanın en gerçek doğasına özgü olan idealizme karşı direnci temsil eder. İyileşmeyi ve kurtuluşu elde etmenin bedeli olan ruhsal zahmet ve acı bundan böyle gerçeklik, sevgi ve güzellik kavramlarına erişemeyen bir çökmüşlüğün göze alamayacağı kadar masraflı görünür. Uyuşum çok daha istenebilirdir. Modern kültürün sindirdiği çöküntülü ruhun düşlemselden öte bir anlam veremediği insanlık değerleri için beklentisi, bu dünyanın ötesi gibi görünen bir gelecek için özlemi modern hastalığın ve değersizliğin yeğlenmesini aklayacak denli umutsuz görünür. Kendi başına bırakıldığında, başka türlü görmesi olanaksızdır.

 
Modern Toplum (’Sivil Toplum’ ya da ‘Yurttaş Toplumu’) Usu ve Duyguyu Reddetmek Zorundadır

Eros’u sindirerek ve bir yabanıl saldırganlık içgüdüsüne indirgeyerek varolabilen ‘Açık Toplum’ için Freud en gerçek, en ciddi, en kalıcı gözdağlarından biridir. Aslında saltık Düşmanlardan biridir.
.
Tıpkı Hegel gibi. Ve tıpkı Platon gibi. Çünkü onun eleştirisi — ve genel olarak idealist-felsefi eleştiri — dışardan değil ama içerden, sapık ideolojilerden değil ama insanın en sağlıklı doğasından, onun usundan ve duygusundan kaynaklanır. Modern kuşkuculuk başından bu yana her ussal eleştiriye usun kendisini karalayarak, insanın ussal ve duygusal özü kavramını reddederek karşılık verir. İnsan haklarının ve değerlerinin pozitif olmadıklarını, bilinçaltının bilinmesi ‘uygunsuz’ bir nesne olduğunu, aslında pozitif olmayan herşeyin anlamsız olduğunu ileri sürer. Ve her durumda bunu insana yönelik özsel bir güvensizlik ve kuşkuculuk adına, bir kötümserlik adına yapar. Bilgiyi ve değeri, gerçekliği ve özgürlüğü görelileştirerek, insan varoluşuna erekselliği yadsıyarak, o varoluşu bütününde anlamsızlaştırarak yapar. Bir yarışmacılık, saldırganlık ve yokedicilik yapısı olan modern toplumda doğallık, sevgi, güven, güzellik, içtenlik, barış ve dostluk demode değerler olmalıdırlar çünkü insana daha iyisinin olabileceğini anımsatırlar, çünkü bir değersizlik toplumunda dolaysızca yalın doğalarında eleştireldirler. Bu toplumda moda olan şey İdealizm ve Romantizm değil ama tam karşıtlarıdır, Pozitivizm, Nihilizm, ve Materyalizmdir — ve bu pop felsefeler uyarlanmanın, uyuşumculuğun bedelini insanın usundan ve ruhundan ödediğini dolaysızca kavramlarında anlatırlar. Modern kitle kültürüne katlanabilmenin yolu duyarsızlık ve duyunçsuzluğu, anlamsızlık ve değersizliği, güvensizlik ve nefreti öğrenmekten ve doğrulamaktan geçer.

Ruhçözümleme, Modernizm, Demokrasi

Böylesine riskli destekler üzerine dayanan modern toplumsal yapı için hiçbirşey insanın ussal ve ruhsal doğasının bilincinden daha büyük bir gözdağı olamaz.
.
Bu değişmez, ilksiz-sonsuz, saltık olarak değerli ve anlamlı gizillik karşısında, insan duyarlığının, duygusunun ve düşüncesinin tam gerçekleşmesi olanağı karşısında modern kültürün tüm savunma düzeneği insanın içgüdüsel doğasını bastırmadaki değil ama tam tersine etkinleştirmedeki başarısına bağlıdır: Erotizmden soyutlanmış eşeysellik, denetimsiz küresel pazar ekonomisi ve bir savurganlık olarak tüketim, sadistik bir nükleer silahlanma yarışı —, tümü de tutkuların us üzerindeki utkusuna tanıklık ederler, modern toplumu bir hırs ilkesinin cisimselleşmesi olarak gösterirler, ve insanlığın uyum ve birlik, barış ve güvenlik gibi en ilk ve en son, en doğal ve en uygar, en gerçekçi ve en haklı özlemlerinin kendilerini ütopyaya sürerler.

Böyle usdışı yapılaşmayı güvence altına alma ve meşrulaştırma aracı olarak hizmet eden modern demokrasi usun tutkulara boyuneğişinin kutlanışı olur: Totaliter geçmişe karşı bir önlem olma görünüşü altında, uygarlaşmanın kendisini önlemenin aracı olur. Hiç kuşkusuz modern devlette politik eşitlik ilkesi uygulanır, yasalar gerçekten de ‘evrensel istenç’ tarafından belirlenir, ve hak ve ödevler dizgesi iyi kötü işler. Ama gene de bu ‘demokrasi’ Klasik dönem demokrasisi ile karşılaştırıldığında bir soysuzluk kurumu olarak, yalanın egemenliği olarak görünür çünkü göğün ilksiz-sonsuz değerlerine ayarlanmış Klasik yasama ile tam karşıtlık içinde, modern yasama yararcılık göz önüne alınarak işlev görür, insan hakları ile bağdaşmaya değil ama onları içerde ve dışarda, ulusal ve küresel ölçekte çiğnemeye ayarlanır: En ‘uygar’ ülkelerde işkence yöntemli, meşru, ve süreklidir; sağlık ve eğitim yoksullara kısıtlı olarak sunulur; en bayağı itkiler özgürlük istenci olarak yüceltilir; ve bu İleri Dünya karşısında dünyanın geri kalan %85’i Üçüncü Dünyadır — bugün bile Batılı demokrasilerin, sözcüğün gerçek anlamında halk egemenliklerinin acımasız talan alanları.

Daha da kötüsü, bu ‘uygarlığın’ kendi içinde onu yatıştırmak için hiçbir eğilim yok gibi görünmektedir. Modern kişilikler bebeklik aşamasında belirlenen tutkuların, baskıların, ve fobilerin daha ötesine büyümeyi reddetmektedirler. Son zamanların kart taşıyan postmodernist sosyalistlerinden biri olan Richard Rorty başka herşey arasında bütün bir tıbbı, giderek aspirini de keşfeden modern Batı uygarlığı adına konuşarak Batının Üçüncü Dünyaya bu ilacı zorla içirmeyeceğini yazar. Eğer Üçüncü Dünyanın ilaca bir gereksinimi varsa, bunun yüzyıllar boyunca moral ve fiziksel hijyenden hiçbir haberi olmayan aynı Batı ‘uygarlığı’ tarafından yaratılan yalancı bir gereksinim olduğunu hiç olmazsa Batıbilincinin terimlerinin ötesinde düşünebilme yeteneğinde olduğuna inanan biri başarabilmeliydi. Ve eğer dünyanın geri kalanı Batının modern iyiliklerini ‘kültürel nedenlerle’ geri çevirecekse, bunun gerçekte Batının yüzyıllardır süren iyiliklerinden artık bıkılmış olması nedeniyle olacağını hiç olmazsa düşüncelerine biraz çeki düzen vermeye çalışan bir akademik anlayabilmeliydi. Ama Rorty’nin gençlere Star Wars gibi Amerikan klasiklerini ‘Batı idealizminin’ örnekleri olarak salık verdiğini okuduğumuz zaman, bir şaşkınlık değil ama tutarlık karşısında olduğumuzu kabul etmek zorunda kalırız.*

*Rorty’nin yazısı şu anahtar sözcüklerle internette bulunabilir: “The Communitarian Impulse,” Colorado College’s 125th Anniversary Symposium. Cultures in the 21st Century: Conflicts and Convergences.

Batı ‘uygarlığını’ çözümlemesi ya da eleştirisi ya da yadsıması nedeniyle Freud’un gördüğü şeyden ötürü karamsarlıkla suçlamak geçersizdir çünkü Ölüm İçgüdüsü dediği şey bugün de aynı Batı uygarlığında neredeyse özerk bir güç gibi işlemeyi sürdürmektedir. Böyle demokrasileri ruhsal zeminlerinde anlamak için hiçbir terim bilinçsiz saldırganlık eğiliminden daha uygun değildir. Ve böyle demokrasilerin değerlerini saptamak için hiçbirşey onları sözde kökenleri olan Klasik demokrasi ile karşılaştırmaktan daha uygun değildir. Klasik demokrasi bilinçli olarak erdem üzerine kuruludur. Modern demokrasi bilinçli olarak erdemsizlik. Klasik tinin saltık değerler olarak saydığı duyunç yasaları modern dönemde utanmaz bir pragmatizmin önünde geriler. Ama bu devletin egemeni modern kitle toplumunun kendisinden başkası değildir. Modern dönemde meşru hükümetler devrildiği, ya da savunmasız kentler bombalandığı ve siviller kitleler olarak yokedildiği zaman bile, bunlar modern demokratik ‘üst-ben’in anlatımları olarak yer alırlar.

İnsan Haklarının Çiğnenmesi = Bilinçsiz Nefret Duygusu

Modern demokrasi insan hakları kavramını Freud’un bir saldırganlık eğilimleri pıhtısı olarak tanımladığı ‘duyuncun’ perspektifinden algılar.
.
Başka bir deyişle, böyle bir kavramın yalnızca adını algılar. Dinamik bir bilinçaltı tortusu, bir saldırganlık ya da nefret kaynağı demokratik duyuncu küçültür, onun varoluşu kendinde olduğu gibi, bir haksızlık ve türesizlik düzeni olarak yargılamasını engeller. Hak kavramını bilincin özgür çağrışım süreçlerinden uzaklaştıran bu dinamik baskıcı öğe bütün toplumsal arenayı Güç İstencinin denetimine bırakır, ve modern paranoya geleneğin direncini Güç = Hak denklemine göre kolayca kırar. Böyle ruh hiç kuşkusuz içgüdülerin denetimindedir, ve böyle us hiç kuşkusuz tutkuların kölesidir. Asıl kavramında bir us ve ruh yıkımı olan nihilizm duyuncun hak kavramını tanımasına izin vermez. Ve hiçbirşey hak kavramına kapalı bir bilincin özsel olarak yalnızca tarihin erekselliğine anlatım veren özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarının karşıtlarını doğrulamasından daha tutarlı olamaz.

Ruhçözümlemenin dilinde bilinçsiz suçluluk duygusunun eyleme çevrilişi olan şey bir başka bakış açısından insan haklarının çiğnenmesi dediğimiz modern olgu ile çakışır ve elde edilen pozitif bilimsel gelişme düzeyinde, uygarlığın kendisi için saltık gözdağını oluşturur. Modern Batıyı insanlık bütününden ayıran ve ona düşmanlaştıran bu ruhbilimsel ayrım aynı zamanda modern tarihi ussal, ereksel bir özgürleşme süreci olarak işleyen bütün bir Dünya Tarihinden de ayıran başlıca etmen olarak görünür.

Bütün bir insan hakları sorunu ile bilinçsiz saldırganlık dürtüsü denilen şey arasındaki ilgi açık olmalıdır. Ussal insan da hiç kuşkusuz haksızlık olarak gördüğü şey karşısında nefret duyar ve eyleme itilir. Ama bu nefretin usunu karartmasına, bilincini yitirmesine izin vermez. Delirmez. Kendini denetler, düşünür, bilerek, özgür istenciyle karar verir. Ancak tutkusunu denetleyemeyen insan hak kavramının bilincine ulaşmasına izin vermeyi başaramaz. Davranışı ne yaptığını bilmeyen birinin eylemi olarak, yoketme uğruna yoketme olarak, insanlık-dışı bir güdünün, bir iç-güdünün boşalması gibi görünür. Ve gerçekten de öyledir.

Duyunç Üst-Ben Değildir

Duyunç hiç kuşkusuz bir suçluluk duygusundan, cezalandırıcı, saldırgan, sadistik vb. bir üst-ben imgesinden daha başka birşeydir.
.
Ne de içgüdüden türer. Dünyanın tüm sofizmi biraraya toplansa böyle bir çıkarsamayı yapamaz. Ne de ‘ego’ ‘id’den, us içgüdüden türetilebilir. Freud böyle dilbilgisi terimlerini, kişi adıllarını vb. us, duyunç, değer, sevgi gibi modern tabuları örten simgeler olarak, açıkça alegorik olarak, çağının pozitivist modasına uygun düşen örtmeceli sözcükler olarak kullanır. Yine aynı dilbilgisi ve mitoloji terimleri klinik ruhçözümlemeyi bir uzmanlık alanı olarak çevreye karşı soyutlamada, politik olarak yüksüzleştirmede, önyargılara karşı daha az rahatsız edici yapmada, ve bireysel uygulamalara kaçınılmaz olarak eşlik eden bir yanılgılar okyanusunu örtmede yararlıdır. Duyunç bilinçaltının iç zorunluğu ile karşıtlık içinde bilinçli iç özgürlüğün sesidir: Onu dinleyebilir, iyiyi ve doğruyu, kötüyü ve eğriyi bilme tehlikesini göze alabilirim. Ama modern kitle toplumu pürüzsüzce işleyen bir yalanlar düzeneğine gereksindiği için, değer yargıları ondan uzak tutulmalı, duyuncun nesnel özgürlüğü dış dünyayı terkederek yalnız yüreğin içselliğine, suskun bir öznelliğın karanlığına gömülmelidir. Orada dış dünyayı yabancılayabilir, ondan korkabilir ve onu düşman olarak algılayabilir, ve bu korku-nefret eytişimi yüreğinde güçlü bir suçluluk duygusu olarak belirebilir. Bu duygu da içgüdünün anonim düzleminde insanın ilk suçu ile aynı etkiyi yaratır. Protestan patentli modern duyuncun bu dünya ile bir işi, orada bir söz hakkı yoktur. Duyuncunu nesnel dünyanın, törellik alanının kaygılarından özgürleştiren modern yurttaş orada ‘özgür’dür, e.d. dürtüseldir, iyinin ve kötünün ötesindedir. Modern özgürlük bilinçsizin özgürlüğüdür: İçe doğru bir saldırganlık ve dışa doğru bir başka saldırganlık olarak. Böylece ruhçözümlemenin duyunç dediği cezalandırıcı ‘üst-ben’ ve modern kültürün insan ruhunda duyunca indirgediği şey, Eros’tan soyutlanan ruhun içgüdüsel eğilimleri çakışırlar ve modern Batı ‘duyuncu’ kendini bilinçsiz bir saldırganlık eğiliminin çok-şekilli belirişi olarak gösterir.

Ruhçözümleme Geç Mi Kalmıştır?

Ruhun hastalığı insanın kültürel doğasının bir sorunudur.
.

Bir uygarlık sorunu ancak uygarca yöntemler yoluyla çözülebilir. Türkler ruh hastalarını Güzel Sanat yoluyla sağaltırlardı. Batı böyle sevgiye yabancıydı. Bu kültürün kendinde her zaman gereksindiği ruhçözümlemenin bilimsel ve yöntemli bir kuram ve bir sağaltım yolu olarak geç bir dönemde, modern dönemde ortaya çıkması baskı olgusunun Batıda geç bir dönemde kitleselleşmiş olduğunu göstermez. Avrupa’da yüzyıllarca hapsedilerek, cezalandırılarak, işkence edilerek, yokedilerek ‘sağaltılan’ histeriklerin sorunlarına insanca bir çözüm için gerekli olan kültürel ve bilimsel koşulların ortaya çıkışındaki gecikmeyi gösterir.* Ama bir başka yandaki, iç tutarlılık yanındaki gecikme bütünüyle ruhçözümlemenin kendi sorumluluğunda olan bir gecikmedir, ve düşünce yönteminde kuşkucu, görgücü, pozitivist, e.d. asıl Batı ölçünleri içinde büyümeye çalıştığı sürece ruhçözümleme kavramsal ve kuramsal yapısını tamamlama olanağından vazgeçmek zorundadır.

*Histeri ve Cadılık. Histeriyi bedenin değil ama ruhun bir hastalığı olarak gören ve 9’uncu yüzyıl gibi erken bir tarihte özelleşmiş hastahanelerde ilk ruhsal sağaltım yöntemlerini geliştirmeye ve uygulamaya başlayan İslamik tıp ile karşıtlık içinde, Hıristiyan Avrupa yüzyıllarca ruhsal bozuklukları demonoloji ile açıkladı. Bir histeri olayı keşişler için kadının şeytanla ilişki içinde olduğu anlamına geliyor ve bu öncülden kadınların ahlaksal ilkelerine bir gözdağı olduğu sonucunu çıkarıyorlardı. İncil’deki buyrukları (Çıkış/Exodus 22:18 (Afsuncu kadını yaşatmıyacaksın); Levililer/Leviticus 20:27 (Ve cinci ya da bakıcı olan erkek veya kadın mutlaka öldürülecektir; onları taşla taşlayacaklardır); Paul’den Galatyalılara/Galatians 5:20-21 (Ve bedenin işleri bellidir: ... sihirbazlık ...)) izleyen Kilise cadılık olarak gördüğü ruhsal rahatsızlıklara karşı bir kampanya başlattı. Cadıların saptanması ve cezalandırılması için bir elkitabı olan Malleus Maleficarum (1487-1489) ile cadı avcılığına resmi Katolik onay verildi. Yalnızca duygusal rahatsızlık geçiren kadınlar yüzyıllarca dinsel buyruklara uygun olarak yakıldılar. Kendisi bir histeriden başka birşey olmayan bu çılgınlık kampanyası Fransa’da 1682’de XIV’üncü Louis’nin histerik kadınlar için ölüm cezasını kaldırmasıyla yavaşlamaya başladı. Gene de ruh hastalıklarına ayrılan hastaheneler birer yabanıllık ve ilgisizlik kurumları olarak kalmayı sürdürdüler. Charcot’nun müdürlüğünü yaptığı Salpêtrière’de 1800’lerin ortalarında 5000 kadar kadın hastaya bakılıyordu.

Ruhçözümle-mede Pozitif Öğe

Henüz bulanık kavramlarla işleyen her görgül bilim durumunda olduğu gibi, ruhçözümleme de bir çelişkiler, tutarsızlıklar, mantıksız bağıntılar yumağı gibi görünür ve bu aşamada ondan insanın ruhsal belirlenimi üzerine duru bir kavrayış edinmek henüz olanaksızdır.
.

Bugünkü durumuyla, her ülkede ruhçözümleme topluluğu aşağı yukarı her biri kendi ‘paradigmaları’ ile tanımlanan sayısız bölüngülerin bir türlülüğünü sergiler. Kişisel ve öznel dağınıklık kurumsal sertleşmeye karşı bütünüyle istenebilir birşey olsa da, bu kaçınılmaz iç kavgan ruhçözümlemeyi anlamlı kılan, onu heyecanlı, tılsımlı, iyileştirici bir konuşma yapan erotik öğeden birşeyler çalar, onun genel kuramsal çabasına sızan ve bir ölçüde orada yerleşen bilinçsiz pozitivist öğeyi güçlendirir. Metapsikoloji ruhçözümlemenin kendisini ortadan kaldıracak ‘Eros’un ölümü’ gibi bir çıkarsamayı yasaklasa da, pozitif yan Eros’u arı eşeysel içgüdüye indirgeme eğilimine yenik düşer, kuram Duyguyu anlamsız ve değersiz bulan, bilim-dışı sayan kendi iç pozitivizmi ile etkerliğini zayıflatır. Bu uyarlanmanın görgül ruhçözümleme uygulayımında başat eğilimi temsil ettiği düzeye dek, sonuç bir zamanlar dinsel duygunun denetleme savında olduğu ruhsallık alanının en ileri ülkelerde akademik-kurumsal ruhçözümleme ve kitlesel Prozac arasındaki kısır çarpışmaya terkedilmesi olarak görünür. Bunun her bir toplum için ne ölçüde geçerli olduğu bir görgül olgu sorunudur. Ama modernizmin mantığı felsefesiz her bilimi hizaya çekmede oldukça etkilidir, ve yerleşik olgusallık ilkesinin en sonunda güvenlik verici olanı yeğlemesi ölçüsünde ruhçözümleme uygulayımının kendisi Eros’u terketmeye, kendini koşullara uyarlamaya zorlanır. Salt eşeyselliğe erotizmden daha fazla önem ve anlam veren küçük bir kesimin ayrıcalığı olma, modernizmin bir bileşenine bozulma gözdağı altına düşer.

Ruhçözümle-meyi Eleştirmek?

Ruhçözümleme kuramını onun eleştirel özünü sağlamlaştırmak için değil ama etkisizleştirmek için eleştirmek içtenliği ve değeri su götürmez bir eleştiri karşısında geçersiz bir olgusallığı savunmaktır.
.
Açıkça işbirliği etmektir. Freud’a saldırısında mantıksal-kuramsal bir çürütme sunamayan ama yalnızca kişisel eğilimlere anlatım veren davranışçılık ruhçözümleme kuramının eleştirisini türesiz, duyunçsuz, sevgisiz bir toplumsal yapının ayakta kalması uğruna savuşturmaya hizmet eder. Duyunç yitiminin evrenselliği karşısında, ‘patoloji’ terimi modern kültürde genel olarak ruhsallığın ‘normal’ durumu ile eşanlamlı olur. Bu düzeye dek, iyileşme olanağı bu kültür alanının kendi eğilimlerinden ancak direnç görebilir: Sağaltım zorunlu olarak dışardan gelmelidir. Ve ruhçözümleme Freud’un ona yaptığı bütünüyle ilgisiz, tutarsız ve gereksiz bir dizi dışsal pozitivist-nihilist eklentiden bağışlandığında, kendini özsel olarak Klasik felsefenin Eros ve Ruh öğretilerinden yola çıkan, Romantik yazın tarafından desteklenen, ve kurgul düşüncede kökleşmeye çabalayan bir değer-bilim bileşimi olarak gösterir. Böylece, ruhçözümlemenin hem ilkesinde hem de açınımında insanlığın evrensel deneyim birikimine ait olması olgusu onun sağaltımının aynı zamanda evrensel insan doğasına bir yeniden yöneliş olanağı olduğunu gösterir. Ruhçözümlemenin henüz belli belirsiz göstermeye çalıştığı ideal ruhsal ölçünler karşısında kendi baskıcı gerçekliğinin bir ölçüsünü çıkaran modern bilinç hiç kuşkusuz kendini bilme sürecinde önemli bir ilerleme yapmış olur. Bu bilinçaltı pıhtısının gerçek ‘kendisi’ olmadığını gördüğü ve böyle dış güdümlü benliği kabul edemeyeceğini anladığı zaman, insan hiç kuşkusuz edimsel olarak kendi doğasına daha da yaklaşmış, daha da ilerlemiş, gelişmiş, büyümüş olur. Ruhçözümleme uygarlaştırıcıdır.

Kuram ve Kişisellik

Sigmund Freud Avrupa’da 18 ve 19’uncu yüzyıllardaki cılız idealist, romantik ve neo-klasik atılımlarının sona ermekte olduğu, nihilizmin, pozitivizmin ve materyalizmin aşağı yukarı bütün bir Hıristiyan dünyanın başat eğilimleri olarak karşıtlığı etkisizleştirdikleri bir dönemde yaşadı.
.
Tarihsel Materyalizmin on milyonlarca insanı yokettiğini algılama şansı olmasa da, kitapları yakıldı, bir Gestapo deneyimini kişisel olarak yaşadı, Auschwitz, Dresden, Hiroşima, My Lai, Bosna ve Çeçenistan gibi ardı arkası gelmeyen modern soykırımların bir ön ürpertisini duydu. Onun kötümserliğini bile iyimserlik olarak gösteren bir gelecek olaylar dizisi dikkate alındığında, onu kendi geliştirdiği kuramın bütünü ile tutarsızlığa düşüren vargılara yönelmesini kınamamız olanaksızdır.

Ama başından sonuna dek her on yılı, her yılı, her günü türesizlik, acımasızlık ve yokedicilik terimlerinde yaşanan bir modern tarihsel dönemin bütün bir tarihi temsil ettiği görüşü yine Freud’un kendisine ait olan usun birincilliği savı ile bağdaşmaz.

Hıristiyan ulusların bilinçlerinde ve bilinçaltlarında cisimselleşen soygelişimsel nefretin bütün bir insanlığın doğasındaki düzeltilmesi olanaksız bir bozukluktan kaynaklandığı savı bütün bir modern tarihin tüm insanlık dışı olgularının bile aklamayı başaramayacakları nihilistik bir varsayımdır.

Salt modern Batı kültürüne özünlü yabanıllık nedeniyle Uygarlığın kendisinden umudu kesmek inandırıcı değildir. İnsanın doğası sevgiye katılmaktır, nefrete değil.

Freud hiç kuşkusuz dört dörtlük bir kuram sunduğunu ileri sürmedi. Hiçbir zaman böylesine kibirli olmadı. Kendi açıkça baskıcı kişilik yapısının kavrayış gücünü çok çok aşan bir erotik-ussal karmaşa karşısında yetersizliklerini, eksikliklerini, yanlışlıklarını örtmeye çalışmadı. Onları gidermek için, düzeltmek için, kuramını daha güçlü ve etkili bir yapıya kavuşturmak için neredeyse ölçüsüz bir tutkuyla bıkmadan, usanmadan yaşamı boyunca didinip durdu. Durdurulması, duraksaması, düşkırıklığına uğraması olanaklı değildi. Bencildi, zaman zaman çocuksuydu, ele aldığı konuya daha büyük bir çözümleme gücüyle yaklaşmasını sağlayacak felsefi deneyimden yoksundu. Uslamlamalarında açıkça el yordamıyla düşe kalka ilerledi, ve zaman zaman geriledi. Ama kendi bilinçsiz güdülerinin etkisi altında da olsa, bunların üstüne ve ötesine yükselen bir Freud imgesi yarattı ve sözcüğün en idealist anlamında insanlığa adanmış bir ruhun yaşamı anlamla doldurduğuna inandı. Freud ne bilimde sürekliliği yadsıyan mızmız bir pozitivistti, ne de varoluşun anlamsız, insanın değersiz, ve bilimin masal olduğunu düşünen çatlak bir nihilist. Ruhçözümleme kuramını evrensel insan bilgeliğinin bir bölümü olarak gördü. Bu yüzden ona bir felsefe dizgesinin sağın bütünlüğünü vermeyi başaramamış olmasına karşın, gene de onu bireysel klinik sağaltımın ötesinde evrensel insanlığın ruhsal dünyasını, duygu dünyasını iyileştirmenin bir yöntemi olarak biçimlendirmeye çalıştı. Onu olguların ruhsuz bir gözlemi olmanın ötesine, doğrudan doğruya değer konutlayan bir varoluş çözümlemesine yükseltmeye çabaladı.

2000, Fenerbahçe

*Yöntem Üzerine: Ek. (Bkz. yukarıda s. 8.) Eğer gerçekliğin modern dönemde ilk kez Hegel’in belirttiği, açımladığı ve uyguladığı anlamda dizgesel, tanıtlı ve yöntemli olması gerektiği düşünülüyorsa, bu koşulla saltık olarak anlaşıyorum. Ama bu koşul dizgesel yapısını ya da yöntemsel aygıtını belirtik olarak sergilemeyen hiçbir yazının yazılmaması gerektiği anlamına gelmez. Ve ayrıca kendisi tanıtlama idealinin ne olduğunu kavramış bir bakış açısı tarafından değerlendirilme isteminde diretir. Böyle girişimlerin yine herşeyden önce Hegel’in Ansiklopedi’si durumunda görüldüğü gibi iyileştirmeye her zaman açık olduklarını dikkate almamız gerekir. Bu çözümleme girişiminin kendisi idealizmi tüm ilgili anaçizgilerinde dikkate alan bir düzlemde üretildi. Yalından karmaşığa doğru bir ilerleme yöntemi izlenmedi. Böyle bir yöntem henüz felsefe tarihinin kendisinde de denenmiş değildir. Tam tersine, Hegel’in kendisi de Mantık Bilimi’ne ‘Varlık kendinde Kavramdır’ önermesiyle, mantığın ilkesini ve ereğini birlikte içeren ve ancak dizgenin bütün kapsamının düzleminde anlaşılabilecek bir önermeyle başlar. Bu Aristoteles’in ‘Bütün parçayı önceler’ ilkesi ile aynı şeydir. Burada da daha genel kavramlar açısından olduğu gibi Freud’un ele aldığı görgül içerik açısından da yükselen bir hiyerarşi ya da didaktik bir ton izlemek yerine, uslamlamalar baştan sona bir ve aynı bütünün düzleminde açılırlar: O bütünde her kavram başkalarıyla daha şimdiden ilişkisini kurmuş, kendini daha şimdiden onlar karşısında ve onlar yoluyla belirlemiştir.

Freud ruhçözümlemenin kuramsal temeli olarak tasarladığı metapsikolojik denemeleri üzerine çalışırken 1915’te Lou Andreas-Salomé’ye şunları yazdı (1966a): ‘‘Gereç üzerinde dizgesel olarak çalışma benim için olanaksız görünüyor; gözlemlerimin parçalı doğası ve düşüncelerimin dağınık özellikleri buna izin vermiyor. Ama eğer bir on yıl daha yaşarsam, ve o zaman boyunca çalışma yeteneğimi koruyabilirsem, açlık çekmezsem, öldürülmezsem, ailemin ya da çevremdekilerin sefaleti tarafından çok derinden engellenmezsem — tüm bunlar koşullar olarak biraz fazla olsalar bile —, o zaman ona daha öte katkılarda bulunacağıma söz veriyorum.’’

Ruhsal yapının, ama sağlıksız bir ruhsal yapının modern dönemde kuşkuculuk olarak bütün bir felsefe tarihinin kendisinde de benzer bir sapmaya yol açması, bütün bir modern görgücülüğün bir felsefecilik olmaktan çok bir felsefesizlik, ruhbilimsel bir sapınç sergiliyor olması hiç kuşkusuz tarihsel sürecin üstlendiği modernist biçime uygun düşmeyen raslantısal bir olay değildir. Bilme nefretine, sevme nefretine, bütünüyle tutarlı olarak, güzellik nefreti eşlik eder: Modern Sanatın dolaysızca patolojik yapıtları yalnızca yaygın bir ruhsal ve buna bağlı estetik bir çöküntüye anlatım vermekle kalmazlar, ama koşutunu bilgisizlik/kuşkuculuk ve nefret/güç-istenci eğilimlerinde bulan bir biçimsizliğin yeğlenmesinden doğarlar.

Son olarak, Ruhçözümleme kuramı açısından burada temel alınan başlıca öncüller şunlardır:

1) Eşeysel belirlenim sürecinin (Freud’un yanlışlıkla ve kabalıkla ‘Ödipus karmaşası’ dediği süreç) bilinçsiz değil ama bilinçli olması uygarlığın saldırganlık ya da yokedicilik içgüdüsünün yan-ürünü olduğu görüşünü gereksiz ve geçersiz kılar (İçgüdü yerine İstenç).

2) Bilinçsiz etmenden bütününde bağışık olan uygarlık süreci “Tanrının ölümü” mitolojisi üzerine bir “a) suçluluk duygusu ® b) bilinçaltı oluşumu ® c) saldırganlık eğilimi” tepkimesinin etkisi altına girer ve modernlik niteliğini kazanır. Her ‘modern’ olgu bu bilinçsiz etmenle tutarlıdır.

Aziz Yardımlı (C) 2000

İdea Yayınevi / 2014