‘‘Felsefede bir analitik gelenek vardır—dünyanın doğası konusunda ve felsefi incelemenin doğası konusunda az çok örtük sayıltılardan bir küme—ki geçmişte oldukça gerilere dek götürülebilir—Hume’a, Hume’un ötesinde Locke’a, ve Locke’un ötesinde Hobbes’a. Yirminci yüzyıl felsefesinin ana özelliklerinden biri bu geleneğin on dokuzuncu yüzyılın çoğu boyunca süren bir sessizlik döneminden sonra yeniden doğuşu ya da yeniden dirilişidir.’’
::
‘‘There is an analytical tradition in philosophy—a set of more or less implicit assumptions about the nature of the world and about the nature of the philosophical inquiry—that can be traced far back into the past—to Hume, beyond Hume to Locke, and beyond Locke to Hobbes. One of the main features of twentieth century philosophy has been reemergence, or revival, of this tradition after a period of quiescence during most of the nineteenth century.’’
A History of Western Philosophy V, Jones, W. T. (Analitik Geleneğin kökleri üzerine.) |
Anglo-Saxon yazarlar Analitik ‘Felsefe’lerinden söz ederken onu da belirli bir felsefe türü olarak, başkalarının yanında eşit onur ve eşit değer ile durma hakkını taşıyan bir düşünce girişimi olarak görürler. Felsefenin bakış açısından durum başka türlü görünür ve burada felsefenin tinine bütünüyle aykırı bir banalite, bilimin saydam ve duru havasından bütünüyle başka bir düşünce kirliliği vardır. Herşeyden önce ‘‘analitik’’ nitelemesi bütünüyle ilgisizdir ve yerine pekala ‘‘sentetik’’ sözcüğü de geçirilebilir. İkinci olarak, Felsefe ‘‘gelenek’’ adı ile bağdaşacak en son şeydir. ‘‘Analitik Gelenek’’te ilk akla gelen ad matematiği sözde mantıksal ama gerçekte simgesel temellere oturtma gibi tuhaf bir girişimi üstlenen Bertrand Russell’dır. Bir Felsefe Tarihinden başka herşeye benzeyen bir ‘‘felsefe tarihi’’ yazan Russell'ı Felsefe ile ilişkilendirmek, giderek felsefi olarak eleştirmek yakışıksız olacaktır. Onu başka bakımlardan karalamak için özel bir çaba ise kesinlikle gereksizdir. Bunu kendisi bütün yaşamı boyunca yapmıştır.
‘‘Bertrand Russell 1921-70: The Ghost of Madness’’ Russell’ın Ray Monk tarafından yazılan son yaşamöykülerinden birinin başlığıdır.
Karakteri konusunda kitapta şunlar söylenir:
‘‘Lucid prose and gallant attitudes conceal a dark mass of fear, aggression, snobbery and vanity. Russell was seldom honest, either with himself or others.’’
::
‘‘Duru düzyazı ve yürekli tavırlar karanlık bir korku, saldırganlık ve kibir maskesini gizler. Russell kendine ya da başkalarına karşı seyrek olarak dürüst idi.’’
|
Yaşamının bir noktasında felsefeyi terk etmesinin nedeni sorulduğunda, ‘‘Because I discovered I preferred fucking’’ yanıtını verir. Bu yarı doğrudur. Doğrunun ikinci yarısının Wittgenstein’ın eleştirisi olduğu söylenir.
Glamour dergisi için evli bir erkek ile ilişkiye giren kadınlara öğütler veren bir yazıyı niçin yazdığı sorulduğunda, ‘‘I did it for $50’’ yanıtını verir.
Aynı kitapta Russell’dan şöyle bir alıntı daha yapılır:
‘It seems on the whole fair to regard negroes as on the average inferior to white men, although for work in the tropics they are indispensable, so that their extermination (apart from questions of humanity) would be highly undesirable.’’
::
‘‘Bütününde negroları ortalama olarak beyaz insanlara karşı aşağı görmek doğru görünür, gerçi tropiklerde çalışmak için vazgeçilmez olduklarından yok edilmeleri (insanlık sorularından ayrı olarak) hiçbir biçimde istenebilir olmasa da.’’ |
Bu Russell’ın kolay anlaşılır, moronlar için bile hiçbir ikircim ya da belirsizlik içermeyecek duru anlatımlarından biridir. Bu aynı Russell toplumcudur. Hümanisttir. Özgürlük savaşçısıdır. İnsan hakları savunucusudur.
Russell ayrıca pasifisttir. Bir barış savaşçısıdır. Hiç olmazsa yazılarını okuyan hemen hemen herkes tarafından böyle tanınır. Aynı Russell 1945’ten sonra Sovyetler Birliği’nin Atom Bombasını geliştirmesini önlemek için atom savaşı gözdağı verilmesini, ya da böyle bir savaşın edimsel olarak yapılmasını savundu: ‘‘Communism must be wiped out and world government must be established.’’ Daha sonra, Küba misil bunalımının arkasından görüşünü değiştirerek dünya barışı için başlıca tehlikenin Sovyetler Birliği değil ama ABD olduğunu ileri sürdü. Ve yine dört dörtlük bir pragmatist olduğunu gösterdi: ‘‘Better red than dead.’’
İnsanlığa değil ama Dünya Hükümeti dediği şeye daha büyük bir güveni vardı. Misantropik karakteri ile tutarlı olarak, barışın ancak zor yoluyla korunabileceğini düşünüyordu. Dünyadaki politik önderleri soykırımcılar olarak görürken, kendisi aynı düşünceleri savunmaktan geri kalmadı.
Russell'ın irrasyonalizmi onu kolayca varoluşçu vargılara da götürür:
‘‘Sometimes, in moments of horror, I have been tempted to doubt whether there is any reason to wish that such a creature as man should continue to exist.’’
::
‘‘Zaman zaman, dehşet anlarında, böyle insan gibi bir yaratığın varolmayı sürdürmesini istemek için bir neden olup olmadığını düşünmeye itilirim.’’
Bertrand Russell, Ray Monk, vol.2, p.353; Human Society in Ethics and Politics pp. 236-37 (1954).
|
Bir misantrop olarak kendi çocuğunu davranışçı ruhbilimin ilkelerine göre yetiştirdi. Çocuk büyüdüğünde şizofreniye yenik düştü. Baba Russell oğlundan tüm şefkatini esirgedi ve onu bir ‘‘legal and medical problem’’ olarak gördü. |