İdea Yayınevi / Temalar
site haritası 
Batı
Leibniz için Dünyamız olanaklı dünyaların En İyisidir.
Voltaire'e göre en iyi dünyada yer alan tsunamiler ve depremler Leibniz'i çürütür.
 

Kindergarten, Frankfurt. — Varoluşçu, bilinemezci, pozitivist, nihilist, irrasyonalist, kısaca postmodernist bilinç için bilinmeyen bir İstenç tarafından dünyaya fırlatılmış, anlamsız ve saçma varoluşa büyüyen minikler.
 
Yoksa tarihsel bir süreç yok mudur? Tüm Olanaklı Dünyaların En İyisi yerine prosaik bir çok-kültürlü dünya ile, anlamsız ve saçma, kötü ve çirkin varoluşlar ile mi yetinmek zorundayız?
SCHILLER

BEETHOVEN
Avrupa Birliği özgürleşmenin kazanılan ereğidir, Usun dünyadaki utkusudur. Özgürlük insanlığı kültürel ayrımların ötesine ve üzerine, tek bir Yasaya, tek bir Anayasaya, tek bir Türeye, evrensel Türeye ve evrensel Hakka yükselten değişimin biricik olanağıdır. Onda çok-kültürlülük değişmeyen geleneğin, karakteri tutuculuk olan despotizmin, karakteri şiddet olan ideolojinin artıkları olarak postmodern komedyenlerin umutsuz savunusuna terkedilmiştir. Avrupa Birliği modern insanlığın gerçek egemenliğine, özgür İstencinin egemenliğine yürüyüşünde Dünya-Tininin ilk adımıdır.
Olanaklı Tüm Dünyaların En İyisi
Batı Kültürü insanlığın ulaştığı en yüksek Kültür biçimini mi temsil eder ve daha ilerisi yok mudur? Yoksa, Kültür bir süreç olduğu ölçüde başka bir yola girebilir ve başka türlü de şekillenebilir miydi?

İnsanın modernleşme sürecinde kazandığı güncel biçim Tarihin dinamiği ile, Dünya-Tininin daha ileri gelişime izin verecek bir aşama mıdır, yoksa süreçten, ereksel gelişimden bir sapma mıdır?

Yoksa tarihsel bir süreç yok mudur? Tüm Olanaklı Dünyaların En İyisi yerine gri bir varoluş ile, insanlaşmamış bir insanlık olarak çirkinlik, kötülük ve bilgisizlik içinde mi kalmak zorundayız?


Kindergarten, Frankfurt. Postmodernist için bilinmeyen bir İstenç tarafından dünyaya fırlatılmış, anlamsız ve saçma varoluşa yazgılanmış minikler. Varoluşun ussal olmadığını kabul eden görgücü, olgucu, görüngücü postmodernizm bu öncül üzerine Evrenin bir Kaos, ve insanın olmasa da olabilecek bir raslantı ürünü olduğunu da kabul eder. Estetik, ahlaksal ve bilişsel hiçbir saltık ölçütün olmadığı, Gerçeğin Gerçek olmadığı vargısını çıkarsar. Bu nihilist çıkarsamanın mantıksal olmadığını nihilizmin Usu yadsıyan öncülü gösterir. Ussal bir evrende usdışı bir bilincin yeri nedir? Sakın bu çıkarsama sağlıksız bir ruhsal durumun anlatımı olmasın?
 
 
Leibniz Us ya da Tanrı kabul edildiğinde bundan zorunlu olarak Dünyamızın varolabilecek En İyi Dünya olduğu vargısını çıkarır, ve eksiksiz Varlık olan Tanrı tarafından yapıldığına göre daha iyisinin olmasının saltık olarak olanaksız olması anlamında Dünyamızın olanaklı dünyaların en iyisi olduğunu kabul eder, göreli olarak değil. Yapılabilecek en iyi Dünya bu Dünyadır, çünkü güzellikte, duyguda ve bilgide eksiksiz ve sonsuz olana izin verir, insanı daha ötesi olmayan bir güzellik, iyilik ve bilgi varoluşunun ereği olarak edimselleştirir. Olan herşey zorunlu olduğu için vardır, ve olmaması olanaksızdır. Böyle bir evren Avunca izin vermez, çünkü onu gerektirmez. Leibniz'in felsefesinde Evren ussaldır ve onda herşey önceden saptanmış bir uyum tarafından belirlenir. Bu harika düşünce Leibniz'in formülasyonudur. Aristoteles'in aktardığına göre (De Anima), Anaxagoras da yüzyıllar önce benzer bir düşünceyi formüle etmişti: "Güzelliğin ve Düzenin nedeni Noustur."

Leibniz yine Tanrı tarafından yaratılan İnsanın olanaklı En İyi Varlık olduğu vargısını da eklemeliydi, çünkü Tin de Doğa gibi Tanrı tarafından yaratıldığına göre ve Doğadan daha yüksek ya da doğaüstü olduğu için onun İyilliği de Doğanın İyisinden daha iyi, daha yüksek olmalıdır. Aslında birinci En İyi sonlu iken, ikincisi sonsuz olmalıdır.

Doğada yer alan herşey vrensel ve zorunlu yasalara göre belirlenir ve bu nedensellik süreci, bu önceden saptanmış uyum zorunlu olarak İnsanın türeyişi ereğine doğru gelişir. Yalnızca bu ereksellik Dünyamızın tüm olanaklı Dünyaların en iyisi olduğu çıkarsamasının gerçek anlamıdır. Doğa yalnızca eşit ölçüde ussal olan bütün bir Tin alanının öncülüdür, ve anlamı salt öncül olması ile sınırlıdır.

İnsan Doğanın ve Tinin birliğidir, ve doğal yanında zorunluk belirlenimi altında iken, tinsel yanında özgürlük belirlenimi altındadır. Buna göre Doğanın İyisi ve Tinin İyisi arasındaki ayrım Zorunluk ve Özgürlük arasındaki ayrım gibidir. Doğanın Ereği Tin iken, Tinin Ereği Tanrıdır, estetik, etik ve entellektüel Sonsuzluktur. İnsanın özü tüm olanaklı Doğaların en iyisinin ve tüm olanaklı Tinlerin en iyisinin birliğidir.

Leibniz öyle tatlı, öylesine tatlı bir felsefeci idi ki, onun adı ile süslenen sayısız bisküvi, şekerleme, çukulata, pasta vb. türü üretildi.

Leibniz'in hesap makinesinin ayrıntıda görünüşü. (Link: The Heinz Nixdorf MuseumsForum)
İnsan olmak Gurur olmak, aslında saltık Gurur olmaktır ve insan saltık Varlık olarak bunu a priori hak eder. Leibniz bilimlerdeki buluşları ile bizlere insana hayranlık duymanın en eşsiz nedenlerinden birini sundu. Çabaları onu insan düşüncesinin ve özdeksel Evrenin bir ve aynı özsel belirlenimleri paylaştıklarını, ikisinin de Önceden Saptanmış Uyumun anlatımları olduğu vargısına ulaştırdı. Özdeksel Evrenin matematiksel Biçimi yalnızca onun Olanaklı En İyi Evren olduğunu anlatmakla kalmıyor, ama keninde-Şeyin insan usunun da yetenekli olduğu nicel belirlenimlere göre davrandığnı, böylece Us-için-Şey de olduğunu gösteriyordu. Kalkülüs özdeksel Evrenin özsel olarak ussal olduğunu matematiksel olarak gösterir, çünkü özdekselin biçimini sayısalın terimlerine çevirmek bütünüyle olanaklıdır. Elde edilen ussal biçim salt görünürde olan Kaosun gerçekte Kozmozdan başka birşey olmadığını tanıtlar.

Leibniz (1646-1716) hem matematik tarihinde, hem de felsefe tarihinde önemli bir yer doldurur ve geri kalan bilimlerin gelişimine katkısının düzeyi henüz saptanmış değildir. Kalkülüsün, bütün bir bilgisayar teknolojisine temel olan ikili sayı dizgesinin ve hesap makinesinin de bulucusudur. Çarpmanın simgesi olarak nokta da yine Leibniz tarafından getirildi, çünkü x ile karışmıyordu.


Belirlenimi tüm karşıtında kendini bulmak olan ve böylece gerçek anlamda Sonsuzluk olan İnsanın Hakkı tüm İstenç gizilliğini edimselleştirmektir. Bu aynı zamanda onun Ödevi ve belirlenimidir. İstenç ancak ve ancak İyi olanı isteyebilir — yani Doğayı ve Tini, yani olanaklı en iyi Varlıklar alanını. Özsel önemde olan şey İstencin Bilgi ile, Düşünce ile belirlendiğini, İstencin Usun gerçek belirlenimi ile birlik noktasına gelişmeye belirlenmiş olduğunu kavramaktır. Bu gelişimin bilgisi onun olanağıdır.


Dünya Tarihi kendindehomo sapiensin edimsel homo sapiensolmaya doğru gelişim sürecidir: İnsan Duyarlığında, İstencinde ve Bilgisinde yetenekli olduğu sonsuz Biçimi sergilemeli, ne olduğunu kendisi olan Tarihinde kavramalıdır. Bu gelişim insan için bilinçsizdir. Onun kendi özünün, onda Doğadan daha çoğu olanın, tinselliğinin açınımıdır: İnsan estetik, etik ve entellektüel olarak varoluşun en yüksek Biçimine belirlenmişse, bu gelişimin olması için gereken tek şey engellenmemek, ve Tin durumunda ise belirli, sonlu kültürel biçimlerde takılıp kalmamak, tersine kültürel akışkanlığa açık olmaktır. İnsan çoktandır bu değişimin olanağı olan Özgürlüğün bilincindedir ve önemli olan şey bu bilincin evrenselleşmesidir. Ve Evrenimiz olanaklı tüm Evrenlerin en İyisi iken, İnsan olanaklı tüm Varlıkların en İyisi iken, en İyinin gerisinde kalmak, kültürün sonluluğuna takılıp kalmak olanaksızdır.
 
Voltaire ve Doğanın Ahlakı
Aydınlanmanın tininin belki de en iyi temsilcisi olan kuşkucu düşünür Voltaire bilgiye inanan Leibniz'i eleştirirken ve bu dünyanın olanaklı en iyi dünya olmadığında diretirken, dünyanın kötülüğünün güçlü kanıtlarından biri olarak o günlerde insanları gereğinden öte etkilemiş olan 1755 Lizbon depremini gösteriyordu (Candide, ya da İyimserlik). Voltaire'in moral bir kavram olan kötülüğü doğal fenomenlere yüklediği, Doğanın mekanik süreçlerini moral eylemler olarak gördüğü düşünülebilir. Ama gerçekte onların yol açtığı insan acısını bir Tanrının moral sorumluluğuna bırakıyor, bir bakıma Tanrının kötülüğünü kanıt göstererek Leibniz'in ussalcı iyimserliğini çürütüyordu. Bir kuşkucu olan ve bir felsefeciden çok mizahçı olan Voltaire tüm olgulara ve olaylara önyargılardan daha iyi olmayan görüşlerini aklayacak açılardan bakıyor, Leibniz'e karşı çocuksu bir Sofizme başvuruyordu. Bu nedenle popüler bir yazar oldu ve karakteri günümüze dek uzandı.



Leibniz: “Tüm olanaklı dünyaların en iyisinde herşey en iyi olan uğrunadır” :: 
“Tout est pour 
le mieux dans le meilleur des mondes possibles.” 

Kuşkuculuk İnsanlık Dışıdır.

Çünkü bilgisizliktir. Doğal Us bile, sıradan Sağduyu bile insan ve bilgi kavramlarını ayırmaz: Homo sapiens sapiens bildiğini bilen insandır. 
(Early Modern Homo sapiens)(Human Evolution)

Kuşku değil, Kuşkuculuk Saçmadır. Kuşku bilgi değildir ve salt bilgi olmadığı için, bilmeye yükselebileceği için kuşkudur ve bu düzeye dek ussaldır. Dolaysız olandan duyulan Kuşku, salt olumlu olanı olumsuzlayan Kuşku diyalektiğin ruhbilimsel güdüsü ve bilmenin ilk kıpısıdır. Ama Kuşku bir son durak olarak da alınabilir. Bu yapıldığı zaman kendini olumsuzlamaz, olumsuzlamanın olumsuzlaması olmaz, tersine kendi olumluluğunda, olumsuzun olumluluğunda diretebilir. Kuşkuda diretme mantıksal değil ama ruhbilimseldir. Bilinçli değil ama bilinçsizdir. Bir kişilik sorunudur. Bilinçsiz tüm içerik gibi baskılamanın sonucudur. Bu düzeye dek, kuşkuda niçin direttiğini anlamadığı düzeye dek, Kuşkuculuğu mantıksal olarak düzeltmek olanaksızdır. Bu ruhçözümlemenin işidir çünkü kuşkuculuk şizoreni değildir ve ruhçözümlemenin gerektirdiği ussal söyleme açıktır. İnsanı insanlığından eden bu güvensizliği gidermek, kuşkudan kurtulamayan ruhu iyileştirmek ve ona ussal güven duygusunu yeniden kazandırmak olanaklıdır.

Kuşkuculuk, yani bilginin, usun, insan düşüncesinin kendinde-Şeyi bilme yetisinin reddedilmesi Avrupa'da son iki yüzyıl boyunca görülen popüler felsefelerin çıkış noktasıdır. Bunların kendi aralarında da çarpışmalarına karşın, onları ayıran tikeller onları birleştiren evrenselin yanında yalnızca boş bir türlülük görünüşü üretirler. Tümü için özsel motif düşüncenin gücüne güvensizlik zemininde insanın değersizleştirilmesidir. Bunu düşünce yoluyla değil, ama dürtünün ve tutkunun ezdiği ve güttüğü düşünce yoluyla yerine getirirler, çünkü yoksa düşünce güvenmemesi gereken kendisine, düşünceye güvenmiş olacaktır. Usdışı gerçekten de değersiz ve anlamsızdır çünkü düşüncesizdir. Ve düşüncesizlik tutku ya da dürtü dediğimiz şeydir.

Kuşkuculuğun pozitivist Görgücülüğün bir başka adı olmasına karşın, bu tutum modern dönemde özellikle Kant'ın felsefesinin doğal bilincin zayıflığı üzerindeki etkisi yoluyla da yaygınlık kazandı. Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger ve onun etkisi altında biçimlenen sonraki varoluşçu düşünürler ve son olarak bütün bir postmodernist nihilizm Usu reddetmede ortak paydalarını bulurlar. Ve varoluşu dayanılmayacak bir düzeye dek hafifletirler, onun tüm gerçek içeriğini, Özünü boşaltırlar, özsüz bir varoluş gibi bir saçmalığı kendileri üretirler. Tüm bu türlülükte ortak çizgi insanın bilgisizleştirilmesi , ahlaksızlaştırılması ve çirkinleştirilmesidir. İrrasyonalizm zemiminde, tüm idealler reddedilir. Yalnızca estetik ya da bilişsel değil, ama tüzel, ahlaksal ve törel belirlenimler de onları yargılayan saltık ölçünlerin reddedilmesi durumunda görelileşirler, e.d. buharlaşırlar. Doğru ve eğri için, haklı ve haksız vb. için bir ölçütün yokluğunda, iyinin ve kötünün ötesindeki bir kuşkucu "sömürü, savaş vb. haksızdır" diyemez, ama ancak "belki de haksızdır" diyebilir. Bu moral görelilik hiç kuşkusuz çok-kültürlülük denilen bir yabancılıklar çoğulluğunun sürmesine sofistik bir zemin sağlar. Bu yabancılıklar, karşıtlıklar sık sık düşmanlık nedenleri olarak işlev görürler, ve ironik olarak sözde 'ötekileştirme' denilen dışlayıcılığın kendisini pekiştirirler. İnsanın türel olması ussaldır; haktanır olması ussaldır; iyiyi doğrulaması, güzel olanı beğenmesi ussaldır. Bunlar insan olmanın özsel belirlenimleridir. Kuşkuculuk bu ussallıkları belkili gördüğü için insanlık ile bağdaşmaz. İnsanlık dışıdır.

İrrasyonalizm kendini nihilizm olarak, pozitivizm olarak, ve en sonunda ikisinin sentezi olan postmodernizm olarak olgunlaştırır. Varoluşçuluk insanın Özü olarak Usu reddeder. Pozitivizm Usu evrenin özsel belirlenimi olarak ve eşit ölçüde insanın özsel belirlenimi olarak yadsır. Bunun yerine getirilen etimolojik ve dilbilimsel terimler Usu reddetmenin sonucu olan aynı genel göreliliğe, böylece genel değersizleşmeye götürür.

Voltaire'in özel Bahçesi İnsanlığın Bahçesi değildir.
Voltair'e göre en iyi dünya depremsiz, tsunamisiz olmalıdır.

Voltaire'in (1694-1778) misolojisi kuşkuculuğunun kaçınılmaz vargısı ve anlatımıdır. Leibniz'e karşı aşağı yukarı kişiselleşmiş düşmanlığı (çünkü daha başka 'iyimserleri' hedef almaz) Newton'un Leibniz nefretinde, kuşkucu Hume'un Spinoza nefretinde, bir başka kötümser olan Schopenhauer'in Hegel nefretinde koşutlarını bulur. 
Aydınlanmanın ikonu yapılan ve giderek Fransız Devriminin de habercilerinden biri, aslında birincisi olarak görülen Voltaire gerçekte Despotlar arasında mutluydu ve halk için derin bir küçümseme duyuyordu. Açıkça Cumhuriyetten yana değildi ve ideali ılımlı, hoşgörülü bir Monarşi idi.

“Kendi bahçemizi ekmeliyiz.” Bu Voltaire'in Candide'de Leibniz'e karşı tatsız vargısıdır. Can sıkıcıdır, çünkü ekilecek tek bir büyük bahçe, tek bir dünya vardır. Voltaire bencillik taslar ve bu tür havalar daha önce İngiltere'de tanışıp hayran kaldığı İngiliz görgücülerinden ve yararcılarından kapmış olduğu saplantılardır. (“Bahçe” sözcüğünün Encyclopédie'yi imlediği düşünülür, ama bu açıkça savunmacılıktır.)

Voltaire Katolik Fransa'daki yaşantısından acı dersler çıkararak onları genelleştirir, suçluyu genel olarak din, dinadamları, hükümetler, ordular, ve en sonunda felsefeler ve felsefecilerde bulur ve onlarla alay eder. Ama herşeyden önce Leibniz'e ve iyimserliğine saldırır. Voltaire yaşamda bir gerçeklik, sağlam bir öz, bir ussallık ya da Tanrı gibi bir ölçünden yoksundur. Kuşkucudur. Ve kuşkucu bir ruh için varoluşta anlam ve ussallık aramak, giderek insanın moral bir varlık olabilme yeteneği bile birer kuruntu, gülünecek saçmalıklardır. Kuşkucu gülmek için yalnızca pekinliği bulur çünkü komik olmanın gerektirdiği ciddilik öğesini başka hiçbirşeyde bulamaz. Kuşkucu olduğu için insan ussallığına ironik olmanın dışında bir anlam yükleyemez. Ona insanı küçültmek, değersizleştirmek, onu a priori anlamsız ve saçma saymak daha sağgörülü olarak, hiç olmazsa iyimserin saflığından kaçınmanın yeğlenebilir bir yolu olarak görünür. Kuşkucu bilinç kendi karakterini tanımlayan kategorileri bütün bir insanlığa uygular. Voltaire usdışının önündeki uzun bir yolun yalnızca başlarındaydı. Bu aynı özsüz bilinç daha sonraki temsilcilerinde ve daha sonraki aşamalarında daha başında yapması gereken şeyi yapmış, nihilizmi çıkarsamış ve özellikle Yabancılaşma kavramına ve kuramına tutkuyla sarılır olmuştur, çünkü onda insanı gerçek değerinde tanımamanın, gerçekten de insan doğasına yabancılaşmış Egosunu reddetmenin acılı doyumunu yaşar — sanki yabancı olmamayı biliyormuş gibi. Bu bilinç kendini deneyimden türettiğine göre, usdışı varoluşunda daha iyi kategoriler ile tanışamamış ve insanın gerçek doğasına benzer birşeyi deneyimleyememiştir. Gerçekten de, Voltaire durumunda olduğu gibi, doğanın görüngülerini moral olaylar olarak görmek için Özgürlük kavramının bilinçsizi olmak vazgeçilmez bir koşuldur. Yine, birEncyclopédie yazarı olan Voltaire'in doğal nedenselliği anlamada çektiği büyük güçlük bilimin kendisi konusunda yeterli bir kavrayış geliştirmemiş olduğunu gösterir. Kuşkuculuk insanı moral ve entellektüel olarak devirir.

 
Copenhagenize / Kopenhaglılaştırmak
 
"With this blog we hope to bring Copenhagen Bicycle Culture to the world. In city councils around the world they speak of 'Copenhagenizing' their streets to accomodate bikes. Here in the Danish capital, it's just a way of life, as the photos and blog entries will highlight.

...
Copenhagen is already regarded as the best cycling city in the world and those of you out there who need inspiration for cycle advocacy in your towns and cities can find a wealth of info here."
 
Leibniz'in ussalcı bakış açısından bu dünya olanaklı en iyi dünyadır, çünkü düşünerek, kavramları youyla bilen, iyiyi ve kötüyü yargılayabilen, güzelliği duyumsayabilen insanın türeyişine zemin olan tüm koşulları kapsar: Bu nesnel ussallık ona verilidir, ve eğer Yaratılış anlatımını kullanmayı istersek, eksiksiz bir Ussallık tarafından, tasarımsal bilincin Tanrısı tarafından yaratılmıştır. Bir yazar, Paul David Gustav du Bois-Reymond "Modern Bilimde Leibnizci Düşünceler"inde Leibniz'in Tanrıyı bir matematikçi olarak düşündüğünü yazıyordu. Ona şunu eklemek gerekir: Leibniz'in matematiği Dünyanın olduğu kadar Tinin de matematiğidir. Deprem Değil, Ahlaksızlık öldürür. Voltaire hiç kuşkusuz doğru olanı görebilir, çünkü pekala düzgün düşünebilirdi. Ama önyargısı tarafından, düşünen Leibniz'i çürütme tutkusu tarafından kör edildi, düşüncesi tutkularına hizmet etti. Olguları önyargısına göre yorumladı ve daha o zamandan iyi bir hermeneutikçinin nasıl birşey olacağını gösterdi. Doğa moral bir belirlenim kapsamaz ve moral iyiye ve moral kötüye yeteneksizdir. İnsan yaşamlarını tehlikeye atan şey hırs, açgözlülük, düşüncesizlik gibi erdemsizliklerdir. Bunların kınanması bile insanın tam olarak karşıtlarına yetenekli olması koşulu üzerine olanaklıdır.
 
Bir İrrasyonalistin Duyunç Sorunu


L'homme absurde. Aynılar aynıları bilir. Camus insanlığın değersiz, onursuz, gereksiz kesimine seslendi, insanlığı aşağılamasında yüceltildi, nihilist duyunçsuzluğunda modern duyuncun sesi olarak ödüle değer görüldü. Ama normal bir insan olarak tiranlık ile, Marxizm ile, ve Sartre ile anlaşmazlık içindeydi. Bu normallik onun ona özgü olmayan, onu duyunçlu yapan yanıdır.
Albert Camus çok çok sevilen bir yazardır — hiç kuşkusuz "Saçma İnsan" tarafından. Tıpkı Picasso'nun da kucaklanması gibi kucaklanır — milyonların estetik ve etik duyarsızlığı tarafından. Camus prosaik insana "Sen saçmasın" der. Ve coşkuyla doğrulanır.

Değer vermeyi bilmek gerekir. Nihilist ne yazık ki bunu bilmez, Sevgisiz, Bilgisiz, Güzelliksiz bir varoluşta yiter, insan olmanın anlamını yaşayamadığı için öyle birşeyin hiç olamayacağını kabul etmeye zorlanır. Olgulara ve fenomenlere bakar, ve görgül vargısını çıkarır. Nihilist pozitivist ile birdir.

Albert Camus (1913-1960) Saçmanın onu Saçma yapan bir Ussalın doğrulanması karşısında belirlendiğini, usdışını düşünebilmesinin kendisinin insanın ussallığına bağlı olduğunu görmedi. İnsana derin bir güvensizlik duydu, insanlığı aşağıladı, ve bunu insanın en özsel varlığında, usunda yadsıyarak yaptı. Yaşadığı dönem modern blilincin etik, estetik ve entellektüel varoluşu sözcüğün en gerçek anlamında saçmalaştırdığı bir dönemdi. Ve döneminin olgularına anlatım verdi. Bir Usu, bir Saltığı, bir Anlamı anlamayışı zemininde, insanlığı anlayışını insanlığın göreli olgularından türetmek zorunda kaldı. (Bkz. Camus on Hegel, "The Rebel"de Hegel üzerine yazdıkları.)

Saçma çirkin olandır. Kötü olandır. Ve bilgisiz olandır. Ama bu insanlığın gerçekten insan olma yolundaki durumunun bir yanıdır. Aynı insanlık, ve hiç kuşkusuz Batıda, kendi estetik, etik ve entellektüel geriliğini yenme sürecindedir. Doğunun değişime ve gelişime girebilmek için ilkin özgür olması, Doğulunun ilkin kendisi olması, bir İstencinin olduğunu anlaması ve onu edimselleştirmesi gerekir. Doğulu her zaman onda bir eksiklik olduğu, kendisi olmadığı duygusunu verir.

Camus'nün enteresan çıkarsamalarından birine göre, "Ölümde yaşamda olduğundan daha öte bir anlam yoktur."

Nihilist bilinç Varoluşta hiçbir sağlamlık, hiçbir Saltık bulamaz. İrrasyonalizminde herşey görelidir — göreli bir Özgürlük, göreli bir Hak, göreli bir Ahlak anlayışı vardır. Başka bir deyişle Duyunçsuzdur, ve bu bağlantıyı görmediği düzeye dek bu moral ilgisizliği ile gururludur. Dünyanın kötülüğünü bile anlamsız görür ve tiran olmak ve peygamber olmak arasında bir ayrım olmadığı sonucunu çıkarır. Ruhu İyinin ve Kötünün ötesindedir ve onları eşitler. Güzelliğe karşı da duyarsızlaşmıştır ve hayranlık duyacak bir ruhu yoktur. Düşünceleri belirlenimsiz bir boşlukta rasgele her yana uçuşur — totaliterliğe, ya da karşı-totaliterliğe. Anlamı onu bir türlü vermediğini düşündüğü dünyadan bekler. Ona Anlamı yalnızca kendisinin verebileceğini, Varoluşun anlamsızlığı ve saçmalığı dediği şeyin onun kendisine ait olduğunu bilmez. Çünkü kendini saçma görür.

Albet Camus irrasonalizmi temelinde varoluşu Saçma olarak görmekten başka birşey yapamacak olmasına karşın Saçmaya karşı çıktı. "Hayır, bir Varoluşçu değilim" diyordu. "Sartre ve ben her zaman adlarımızı ilişkili görmekten şaşkınlığa düşüyoruz." Şaşırmaması gerekirdi, çünkü Sartre gibi o da Saçmanın üstesinden gelecek bir saltık Değeri, gerçekliği doğrulayamıyordu. İkisi de Özsüz bir Özgürlüğün kapristen başka birşey olmadığını gösterdiler.

Böyle seçme özgürlüğü ile sorun onun moral olmaması, duyunca değil ama özence bağlı olmasıdır. Moral Doğru duyuncun keyfi olarak seçtiği bir şık değil, ama İyi, Doğru, Haklı belirlenimleri altında, yani ussal olarak yaptığı zaman söz konusudur. "Seçme Özgürlüğü" denilen şey moral alanda da tıpkı kuramsal alanda olduğu gibi, usun yokluğunda, moral yargıyı bir olasılık sorununa indirger. Ama o zaman moral ortadan kalkar. Moral gevşeklik ve entellektüel gevşeklik birlikte giderler. Bunu açıkça doğrulayan bilinç biçimi, bildiğimiz gibi, postmodern nihilizmdir.

Albert Camus Duyunçsuzluktan doğan tüm saçmalık ve anlamsızlık kuramlarına karşın bir Duyunç ödülü aldı. Ödülü totaliterliği savunanlara karşı aldı. Totaliterliğe karşıçıkışında entellektüalizmi Marxizm ile eşitleyen bir çağın düşünce kahramanı olarak görülmelidir. Tüm despotlar tarafından hain, sınıf düşmanı vb. olarak görüldü. 1953'te Sovyetlerin Doğu Berlin'de işçilerin grevini ezmesine karşı çıktı ve 1956'da Polonya'da ve Macaristan'da işçilerin ayaklanmalarını destekledi. Ama bir yıl sonra başlayan Cezayir bağımsızlık savaşında yabanıl Fransız hükümetini destekledi (Torture during the Algerian War). 1957'de verilen Nobel edebiyat ödülünün gerekçesi "günümüzde insan duyuncunun sorunlarını açık görüşlü içtenliikle aydınlatan önemli yazınsal üretimi" idi. Camus Özsüzlüğe karşın ilkin doğruladığı totalitarizmi zamanla reddederken, Sartre yine aynı Özsüzlük zemininde totaliterliği doğruladı. (O da 1964'te Nobel Ödülü ile ödüllendirildi ama "burjuva toplumunun değerlerini" reddettiği için ödülünü de reddetti. Gerçekten de ödül için gerekçe saçmaydı — "özgürlük tini ve gerçeklik arayışı" ("for his work ... filled with the spirit of freedom and the quest for truth.") Sartre bir Hümanizm olduğunu bildirdiği totaliterlikten yanaydı ve bir varlouşçu olarak ilgisi gerçeklik ile değil, saçmalık ileydi.

"[Nihilizmin] gelişini kınamıyor, övüyorum. Onun insanlığın en büyük bunalımlarından biri, en derin düşüncesinin bir kıpısı ollduğuna inanıyorum. İnsanın ondan çıkıp çıkamayacağı, bunalımının efendisi olup olamayacağı onun gücünü ilgilendiren bir sorudur." (Nietzsche (W). Nietzsche hiç kuşkusuz Nihilizmden kurtulmayı istiyor ve çözümü üst-insan ve alt-insan terimlerinde düşünüyordu. "İnsan önce kendinden başka hiç kimseye güvenmemek zorunda olduğunu , kendi saptadığı amaçtan başka hiçbir amaç olmaksızın, bu dünyada kendi belirlediği yazgıdan başka hiçbir yazgı olmaksızın, hiçbir yardım olmaksızın sonsuz sorumluluklarının ortasında yeryüzünde yalnız başına bırakıldığını anlamadıkça hiçbirşey yapamaz." (Sartre, L'Être et le Néant  / Varlık ve Hiçlik, 1943, Kaynak.)
 
Batı = ?


Geri kültürlerin ileri kültür biçimine sıçramaktan başka yolları yoktur, ya da bunu yapmaktan daha çoğunu yapmaları, kendi boşa çıkmış, verimsiz, kısır Tarihlerinden kurtulmanın daha yerel yollarını aramaları gerekmez. Avrupa'nın kendisinin içinde İspanya vb., Balkan ülkeleri, Doğu Avrupa Slavları diktatörlükten 
demokrasiye böyle sıçradılar — çabasız, zahmetsiz, acısız, çünkü buna istekliydiler ve bunun için yalnızca asıl Batının — Protestan Kuzey Avrupa ve ABD'nin — kendi iç savaşını sona erdirmiş, kendi içinde sağlamlaşmış olması gerekiyordu. Avrupa son 60 yıl boyunca herhangi bir iç savaştan özgürdü (Bosna ve Kosova'daki kitle kıyımları despotik Marxizmin kalıtıdır). Türkiye'de Devletin despotik Doğu artığının gözdağından kurtulmuş olması Osmanlı Tininin Batı ile Evrensel İnsan Hakları kavramında bütünleşmesinin ne denli derine işlemiş ve sağlamlaşmış olduğunu gösterir. Gene de Osmanlı halk değildi ve bir Devlet olarak modernleşmesi evrensel bir karakter kazanmadı. Tersine, halkla arasındaki uçurum daha da derinleşti. Osmanlı Tini, yerel Anadolu kültüründen bütünüyle ayrı olarak, daha başından Batının bir parçası olarak şekillendi ve ancak Batı uygarlığının kendisi olarak o uygarlığın, aslında bütün bir Tarihin sorumluluğunu üstlenebilirdi. Yeni Çağ olarak kabul edilen dönemi Osmanlı İmparatorluğu açtı.

Eğer "Batı" bugün Dünya Tininin entellektüel, etik ve estetik gelişiminde dünyanın geri kalanının bütün kültürel boyutlarda ona öykündüğü en ileri aşama ise, o zaman "Batı" sözcüğünün belirsizliğinden ayrım içinde bu kültür alanını dünyanın geri kalanından ayırdederek tanımlayan bir belirlenim olmalıdır. "Batı" sözcüğü bugün onu kullanmayı kendisi de sürdüren Batının da henüz tam olarak bilincinde olmadığı Özgürlük Kavramının yerini tutar. Daha başka sayısız ölçüt, sınıflama, ayrım vb. bu özsel ayrım karşısında ikincildir. Eğer Duyunç Özgürlüğünün, İstence temel olan bu içsel Özgürlüğün Reformasyon ile ilgisini doğrularsak, Batı kültürü özsel olarak Protestan Kuzey Avrupa kültürüdür. Katolik Güney ve Ortodoks Doğu Avrupa yalnızca Protestan kültüre aşamalı olarak öykünerek modernleşmektedir. Yalnızca Türkiye coğrafi uzaklığın ve kültürel ayrımın büyüklüğüne karşın modernleşme sürecinde gerçekten kendi İstenci ile yönelen ülkedir, çünkü Türkiye Cumhuriyeti kendisi karakterini sözcüğün gerçek anlamında Batı kültürünün bir parçası olarak kazanmış olan Osmanlı İmparatorluğunun kalıtı üzerine kuruludur, bütün bir varlığı onun üzerine dayanır. Giderek Reformasyonun Avrupa'ya kazandırdığı ve 'Batı' sözcüğü ile anlatılan Duyunç Özgürlüğü bile Osmanlı İmparatorluğunun başından bu yana özsel ilkesi olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu tarihsel-kültürel bir sentezdi.
Bir bilinç, ister bireysel olsun isterse daha geniş bir kültür alanının bilinci, realiteyi ancak kendi kavramları ile anlayabilir. Eğer Batı ilerlemişken Doğu olduğu gibi kalmışsa, Doğunun kategorileri Batıyı ne tanımlayabilir ne de yargılayabilir. Bilinç ancak bildiklerini görebilir ve anlayabilir. Buna göre Batıyı küçümsemek doğallıkla kendi kültürel gerilik kategorilerinden daha iyileri ile düşünemeyen Doğulu bilinç için modadır. Batının moral düşüklüğünden, giderek geriliğinden söz etmek kaçınılmaz olarak moral yüksekliğe ve değere kendileri yabancı bakış açılarında modadır.
Batıda Moral Bozulma Mı Yaşandı?


21 Nisan 1938 — Pilar Primo de Rivera (orta sol) önderliğinde Ulusalcıları temsil eden bir grup İspanyol kadın Falanjist önder Berlin'de Nazi Kadın örgütleri İşçi Bölüklerinin genç üyeleri tarafından selamlanıyor. —

Avrupa'da ideolojiler Monarşilerin yerini almakta olan Demokrasileri yenmeyi başardılar. İşin gerçeği Demokrasiyi ancak olmadığı yerde yenebildikleridir: Rusya'da, İtalya'da, Almanya'da. Yurttaş Toplumunun henüz oluşma sürecinde olması, henüz varlığını kazanmamış olması, Özgürlük ya da Yurttaşlık bilincindeki gerilik İdeolojinin utkusu için saltık olarak zorunlu koşuldur. Yurttaş Toplumu özgür bireyin ussal İstenci olan Yasayı Devlet yapar. Bunun anlamı bütün bir Tarihte ilk kez Bireyin İstencinin, Toplumun İstencinin ve Devletin İstencinin bir ve aynı olmasıdır. Yirminci yüzyılın başları için ancak Protestan Kuzey Avrupa'da (İngiltere, Hollanda, İskandinavya) ve Protestan ABD'de Yurttaş Toplumundan söz edilebilir. Hitler'in ve NSDAP'ın nüfusunun yarısı Katolik olan Almanya'da Erki demokrasinin kendisinin yöntemleri ve araçları yoluyla yasal olarak ele geçirmesi Almanya'nın da bir Yurttaş Toplumu olduğunu ve sonradan bu karakterini yitirdiğini göstermez. Weimar Almanyasının I. DS sonrası koşullarının tüm ağırlığına karşın, Almanya'nın yazgısını despotik Nazizmin ellerine teslim etmesi Almanların henüz Yurttaşlar olmadıklarını gösterir.
Moral gelişme Duyuncun gelişmesidir, insanın doğal eğilimler tarafından belirlenen göreli Doğrulardan ussal düşünce tarafından belirlenen saltık Doğruya, gerçek Doğruya doğru ilerlemesidir. Bu ilerleme Dünya Tini için türdeş değildir, ve kültürler arasında olduğu gibi aynı kültürlerin içlerinde de evrensel bir koşutluk içinde yer almaz. Kavramsal olarak düşünürsek, genel olarak insan düşüncesinin doğru olandan yanlış olana yönelmesi olanaksızdır, çünkü usdışıdır. Asya (Çin ve Hindistan) sonlu kültürel biçimlerinde katılaşıp kalırken, Afrika (Kuzey Afrika dışında) kültürün eşiğinde durup kalırken, Amerikalar yalıtılmış koşulları içinde fazla ilerleme yapamamışken, Mezopotamya'da ve Mısır'da başlayan kültürel sürekliliğin bütün bir gelişimi ve birikimi Dünya Tininin son biçiminin oluşturucusudur. Batının Doğu karşısındaki üstünlüğü hiçbir tarihsel kültür biçiminde durup kalmamış, ortaya çıkan her sonlu politik biçimin kendini kendi içinde ortadan kaldırmayı başarabilmiş olmasıdır. Çin'i ve Hindistan'ı ile Doğu Dünyası dinginliğini binlerce yıl boyunca korumuşken, hiç eskimemiş ve hep yeni kalmışken, ya da hiç yenilenmemiş ve hep eski kalmışken, Batı Dünyası bir kültürler yıkıntısıdır: Mısır, Babil, Persepolis, Atina, Roma: Bu geçicilik tini insanlığın evrensel Özgürlük bilincine ulaşabilmesinin saltık koşuludur. Bir kültürün yok olabilmesi gerçekte kendini daha yüksek bir kültürel biçimde saklamasıdır. Bu tarihsel akışkanlık, bu Özgürleşme süreci Batının belirlenimidir.
 

Batı kendini tüm önceki kültürlerden onda Özgürlüğün evrensel olmasıyla ayırdeder.

Martin Luther (1483-1546). 
Martin Luther ilkenin bildiricisiydi, onun sonuçlarını çıkarsayacak bir düşünür değil. Bir on altıncı yüzyıl dinadamının bilgili olabileceği kadar bilgiliydi. Ve savaşımında olağanüstü yürekli ve sağgörülü olmuş olmasına karşın, moral olarak ancak kendi zamanının izin verebileceği denli düzgün biriydi. İrrasyonalist, aşırı ölçüde kaba ve acımasızdı ve Nazizme hoş görünebilecek ölçüde anti-semitikti. Katolik Kilisenin, Papalığın, dinadamları sınıfının varlığını tanımaya son vererek Duyunç Özgürlüğünü, insanın tüm moral Doğrunun yargıcı olduğunu ileri sürdü. Duyunç Özgürlüğü ilkesinin bütün bir insanlığın kültüründe nasıl bir değişime yol açacağını bütün bir Protestan dünya gibi, aslında bütün bir Dünya gibi kendisi de bilmiyordu.
Batının modernleşme sürecininbaşladığı ilk kez bu (sağdaki) kapıya çivilenen tezlerde duyuruldu. Duyurunun içeriği bütünüyle yalındı: Duyunç özgürdür. Avrupa'da Birey ilk kez o zaman Birey olabilme, Doğrusunu ve İyisini tüm dışsal dayatmadan özgür olarak kendi içinde belirleme hakkının bilincine vardı. İstencinin ilk biçiminin bencil öz-çıkar olması kaçınılmazdır, çünkü Duyunç ilkin hamdır; kendini tanımalı, büyümeli, yani belirli, göreli İyilerini gerçek İyinin, saltık İyinin düzeyine yükseltmelidir. İstenç ilkin dolaysızlığının sarhoşluğu içinde düşüncesiz ve duyunçsuz davranır. İç sınır nedir bilmez ve dış sınırları yendiği düzeye dek İstencini herşeye yatırır. Bu çıplak Mülkiyet İstencidir — dolaysız, duyunçsuz. Tüm dünya geleneksel biçimleri içinde kalırken, yeni Protestan Tin yalancı kutsallıklardan kurtularak değişmeye, insanın bütün bir Tarihinde o güne dek olduğundan başka birşey olmaya, gerçek Kendisi olmaya ve gerçek Kendisini tanımaya başladı. İnsanlığın değişim ve gelişim için gereksindiği tek şey onda gelişmeye her zaman hazır olan Duyuncun ve İstencin dışsal engelden kurtulmasıydı, Özgürlüktü. Kendi Duyunçlarını ve istençlerini hiçbir gücün altında görmeyen Bireyler kültürün, tarihin, bütün bir insanlığın şeklini değiştirmeye başladılar. Batı kendini felsefede, güzel sanatlarda, bilimlerde, ve anayasasında, politik kurumlarında geliştirmeye başladı. Tüm dünya yalnızca Batının zoru ve şiddeti yoluyla onun terimlerini kabul etmeye başlamakla kalmadı, ama bu dışsal güdülerden çok daha etkili ve belirleyici bir yolda gönüllü olarak yeni kültüre öykünmeye başladı.

 


Schlosskirche (Şato Kilisesi) kapısı, Wittenberg. — Luther'in 95 tezini bu kapıya çivileyerek Reformasyonu başlattığı kabul edilir. 
(Thesenanschlag)
 
Gelişmekte olmak gelişmemiş olmaktır. Felsefede ve bilimde ve politik yapılarda bu açıktır. Salt başlangıçta olmanın doğası gereği, Descartes'ın felsefesi yalnızca Usu bir kez daha ilke olarak ileri sürmenin ötesine geçemedi. Bilimsel düşünce tümevarımcı pozitivizmi aşamadı. Ve politik olarak demokrasi ancak çok sınırlı biçimlerde başladı. Ama insan gizilliğinin her bir boyutunda her birinin kendi özel karakterlerine göre gelişme değişik ivmelerle kesintisiz olarak sürdü.
Batı

Avrupa'da günahlarından kurtulmak, Cennette yer edinebilmek için Bağışlama Belgeleri satın alan Katolikler.
 Fazla puan alanların artıları başkalarının hesabına geçirilebiliyordu.

Ahlaksal yükseliş ahlaksal düşüşü izler. Katolik Hıristiyanlık bir inanç olmaktan çıkmış, ya da daha doğrusu bir boşinanç olmaktan hiçbir zaman çıkamamış, ve bu boşinanç ile uyum içinde yapılanan Avrupa kültürü Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra feodalizm saçmalığı olmanın ötesine geçememişti. Boşinanç Avrupa kültürünün özeği değildi. Ama feodalizm ile, evrensel bilgisizlik ile, evrensel töresizlik ve yasasızlık ile tam uyum içindeydi.


Tüm daha önceki kültürlerde birey kendini ona dışarıdan verili törel, politik, estetik vb. kalıplara uygulamak zorunda kalıyordu. Doğrusunu ve Eğrisini ona dışsal yetkeler, gelenekler vb. dayatıyordu. Reformasyon Duyuncun özgürlüğünü ileri sürerek bireyi yalnızca dinsel inancında kendini belirleme hakkını tanımakla kalmadı, ama Duyunç saltık özgürlüğü ile bilgi edinmesinde, politik düzeninde, sanatında, genel olarak bütün bir törel varoluşunda kendini belirlemeye başladı. Daha önce görmediği, tanımadığı gerçek Kendisini, Özgünü ortaya koymaya başladı. Sokrates İyiyi kendi içinde, duyuncunda aramada, varolan törelliği, aslında yaşamın kendisini sorgulamada Protestan tini öncelemişti, ve gerçekten de Helenik karakterde modern ussallığa hiç de yabancı olmayan, aslında onun kendi önceli ve modeli olarak kabul ettiğini söyleyeceği felsefi, bilimsel, sanatsal, politik özgürlük ve yükseklik tini aynı iç özgürlüğün ürünleriydiler. Ama Reformasyon hiçbir zaman halksal ölçekte yaygınlık kazanmayan Sokratik Duyunç ilkesini dinsel öğretinin yetkesi altında bütün bir insanlık için ileri sürdü. Yalnızca küçük bir azınlık değil, ama milyonlar etik, politik, artistik ve entellektüel özgürlüğü sonuna dek kullanmaya başladılar. Batı dünyanın geri kalanı karşısında, geri kalmışlıktan başka bir anlama gelmeyen çocuksu çok-kültürlülük karşısında kaçınılmaz moral, entellektüel ve estetik üstünlüğü ile yabancı olarak, düşman olarak görünmeye başladı. Bunu görmeyenlere ise bunun böyle olduğunu makineleri, topları ve bombaları ile tanıtladı.



St. Peter Alanı günahkârların günahlarını bağışlatmak için satın aldıkları belgelerin parasıyla yapıldı.

 


Yalnızca Almanya değil, ama Avrupa'nın bir bölümü, daha sonra Katolik ve Ortodoks Avrupa, Osmanlılar ve sonra dünyanın geri kalanı kültürel olarak Luther'in ilkesine göre yeniden biçimlenmeye başladı. İnsanlığın kültürel biçimlenişinde yüz yılların, bin yılların değiştirmediği geleneksel öğeler yerlerini Duyunç Özgürlüğüne göre biçimlenen bir törelliğe bırakmaya geçtiler. Dünya Batı olarak bilinen bir tinin imgesinde yeniden kurulmaya başladı. Uluslar emperyalizm diye bildikleri şeyin karşısında yalnızca doğal kaynaklarını, varsıllıklarını yitirmekle ya da yalnızca sömürülmekle kalmadılar, ama geleneksel tarihsel biçimlerini, onları ne iseler o yapan kültürlerini de yitmeye başladılar. Postmodern çok-kültürlülük savunusu kaçınılmaz olanı durdurmaya yönelik bir çabadır. 
 
Aziz Yardımlı / İdea Yayınevi / 2014