İdea Yayınevi / Tarih Felsefesi
site haritası
 
Hegel'in Tarih Felsefesi, Özetleme
Aziz Yardımlı

Hegel
Tarih Felsefesi
Anahatlar
Noesis Felsefe Atölyesi
2008 CKM

 

“Bu derslerin konusu Dünya Tarihinin felsefesidir; eş deyişle, bu Tarih üzerine ondan çıkarmış olduğumuz ve içeriğinden örnekler olarak durulaştırmayı istediğimiz genel gözlemler değil, ama Dünya Tarihinin kendisidir.

Genel olarak irdelenecek üç Tarih türü vardır:

a) kökensel Tarih (die ursprüngliche Geschichte),
b) düşünsel Tarih (die reflektierende Geschichte),
c) felsefi Tarih (die philosophische).

a) KÖKENSEL TARİH. Herodotus, Thukydides ve aynı türden daha başka Tarih yazarları başlıca gözlerinin önünde yer alan ve kendileriyle aynı tini paylaştıkları eylemleri, olayları ve durumları betimler, dışsal olarak bulunanı tinsel tasarımın alanına aktarırlar. .... Efsaneler, halk şarkıları, gelenekler böyle kökensel Tarihten dışlanmalıdır, çünkü bunlar tarihsel olarak henüz puslu öğelerdir ve bu nedenle bilinçleri puslu halkların tasarımlarına aittir.

[Y]azarın eğitsel biçimlenişi ve yapıtına içerik yaptığı olayların biçimlenişi, yazarın tini ve anlattığı eylemlerin tini bir ve aynıdır. ... Derin düşünce ile hiçbir işi yoktur, çünkü önündeki olguların tininde yaşar ve henüz onların üzerinde ve ötesinde değildir;
Kökensel Tarih Yazarları:
Herodotus
Thukydides
Xenofon (On Binlerin Geri Çekilişi)
Sezar

[Not (Aziz Yardımlı): Hegel Klasik Dönem tarihçilerinin niçin dolaysız Tarih yazarları olduklarını açıklamaz. Açıklama kendisinin daha öte çözümlemelerinden çıkarsanabilir (Yunan-Roma dönemi Birin değil, Tümün de değil, ama yalnızca Kimilerinin Özgürlüğü tarafından belirlenir). Yunan-Roma dönemi insanın belirlenimi açısından bir Gelişme kavramından yoksundur, çünkü dönem henüz insanın özü olarak Özgürlük kavramının gerçek içeriği ile kavranmadığı bir dönemdir. Özgürlük Kavramı gerçek içeriği ile giderek Platon ve Aristoteles’te bile bulunmaz ve bu nedenledir ki politik ve etik çözümlemelerinde görüldüğü gibi Köleliği “doğal” olarak görü ve onu bir kurum olarak doğrularlar. Bu tip kökensel tarihçiler Tarihi bir gelişim süreci olarak, bütününde bir süreç olarak görmezler ve yalnızca var olanın bir anlatısını ve betimlemesini sunarlar. Kendileri sundukları tarihin bir parçası olurlar, onu saltık bir bakış açısından ele almazlar. Gelişim olarak Tarih Kavramı bir insan doğasını, bir insanı özünü öngerektirir. Ancak bir gizillik, bir Kendinde gelişebilir. Ama bu insan doğası kavramı henüz Klasik dönem düşünürlerinde ve tarihçilerinde yoktur.]

b) DÜŞÜNSEL TARİH. Bu tür Tarih sunumu ele aldığı zaman ile bağıntı içinde olmayan, ama tini açısından şimdinin ötesinde olan Tarihtir. Çeşitli türleri vardır.

aa) İstenen genel olarak bir ulusun ya da bir ülkenin ya da dünyanın bütün tarihi üzerine bir görüş, kısaca Evrensel Tarih dediğimiz şeydir. ... Burada tarihsel gerecin işlenmesi başlıca sorundur ki, bu işi yapacak olan kişi ona kendi tiniyle yaklaşır; ama bu içeriğin tininden ayrı bir tindir. ... Biz Almanlar durumunda derin düşünce ve sağgörü oldukça türlülük gösterir ve her tarih yazarının bu konuda kendi kafasında kendine özgü bir türü ve tarzı vardır. İngilizler ve Fransızlar genel olarak tarihin nasıl yazılması gerektiğini bilirler, ve duruş noktaları daha evrensel ve daha ulusal bir kültür basamağına aittir; bizim aramızda ise herkes bir özgünlük yaratma havasındadır, ve tarih yazmak yerine her zaman tarihin nasıl yazılması gerektiği üzerine araştırma yapmaya çabalarız  (s. 11).

(Livius’un (İÖ 59, Padua, İS 17), Sicilyalı Diodoros’un tarihleri, Johannes von Müller’in İsviçre Tarihi buraya aittir) (s. 11).
... yazarın anlatısında konuşan tin bu zamanların tininden bütünüyle başka bir tindir (s. 12).

Uzun dönemleri ya da bütün bir dünya tarihini göz önüne almayı isteyen bir tarih gerçekte edimsel olanın bireysel betimlemelerinden vazgeçmeli ve kendini soyutlamalara kısaltmalıdır; ve bu yalnızca olayların ve eylemlerin atlanması anlamında değil, ama Düşüncenin en güçlü örnekleyici olması gibi başka bir anlamda alınmalıdır (s. 12).

bb) Düşünsel Tarihin ikinci bir türü pragmatik Tarihtir.
Olaylar değişiktir, ama onlarda evrensel olan ve içsel olan, onları bağlayan şey birdir. Bu Geçmişi ortadan kaldırır ve olayları Şimdiye getirir. Pragmatik düşünceler, ne denli soyut olsalar da, tam bu yolla gerçekte Şimdidedirler ve Geçmişin anlatılarını bugünün yaşamında diriltirler. ... Burada özellikle ahlaksal düşüncelere ve tarih yoluyla kazanılan ahlaksal derslere değinmek gerekir. ... Yöneticilere, devlet adamlarına, uluslara özellikle tarihin deneyimi yoluyla öğrenmeleri salık verilir. Ama deneyimin ve tarihin öğrettiği şey ulusların ve hükümetlerin tarihten hiçbir zaman hiçbirşey öğrenmedikleri ya da ondan türetilmiş öğretilere göre davranmadıklarıdır. Her dönemin öylesine kendine özgü koşulları vardır ve öylesine bireysel bir durum gösterir ki, onda onun kendisinden çıkarak karar verilmelidir ve ancak böyle karar verilebilir. Bu bakımdan hiçbirşey Fransızların Devrim döneminde Yunan ve Roma örneklerine dönmek için o sık yinelenen çağrılarından daha sığ olamaz  (s. 12).  

... bir düşünsel Tarih başkasının yerini alır; her yazar için gereçler önünde açıktır; her biri kendini onları kolayca düzenlemeye ve işlemeye yetenekli görebilir; her biri kendi tinini zamanın tini olarak onlarda geçerli kılabilir. Böyle düşünsel Tarihlerden bıkkınlık içinde, insanlar sık sık bir olayın tüm bakış açılarını dışlayan imgelerine geri dönmüşlerdir. [Ama bunlar da] çoğunlukla yalnızca ham bir gereç sunarlar” (s. 13).

cc) Düşünsel Tarihin üçüncü türü eleştirel Tarihtir. ... Bunda sunulan tarihin kendisi değil, ama Tarihin bir Tarihi, tarihsel anlatıların bir yargılanışı ve bunların gerçeklik ve inandırıcılıklarının bir araştırmasıdır  (s. 13). ... Bu [Yüksek Eleştiri], öznel kuruntuları tarihsel verilerin yerine koyarak, tarihte Şimdiyi kazanmanın bir başka yoludur (s. 14).

dd) Düşünsel Tarihin son türü kendini hemen parçalı birşey olarak gösteren türdür. Hiç kuşkusuz soyutlayıcıdır; ama genel bakış açılarını (örneğin Sanat Tarihi, Tüze Tarihi, Din Tarihi) aldığı için, Felsefi Dünya Tarihine bir geçiş oluşturur (s. 14).

c) FELSEFİ TARİH. ... genel olarak Tarih Felsefesinin tarihin düşünceye dayalı irdelenişinden başka birşeyi imlemediği söylenebilir (s. 14).  

... tarihte Düşünce verili olana ve var olana altgüdümlüdür, onu temeli olarak alır ve onun tarafından yönlendirilir; Felsefe ise, tersine, nesnesine Kurgunun var olana bakılmaksızın kendi içinden üreteceği Düşünceleri yükler (s. 14).  ... Ama Tarihin yalnızca var olanı ve olmuş olanı, olayları ve edimleri ele alması gerektiği için, ve ancak verili olana sıkı sıkıya sarıldığı ölçüde gerçek doğasına bağlı kaldığı için, Felsefenin işi bu etkinlik ile çelişki içinde duruyor görünür (s. 14).

... yalnızca alıcı olarak davrandığını, kendini yalnızca verili olana bıraktığını sanan ve ileri süren sıradan ve yansız tarihçi bile düşüncesinde edilgin değildir, kategorilerini kendisi ile birlikte getirir ve varolanı onlar yoluyla görür (s. 17).

[Olgulara bağlı kaldığı ve Kavramları onlardan türettiği sanısı içinde olan pozitivizm olguları kendi öznel kavramları ile olgular yaptığının bilincinde değildir — ve bu kavramları keyfi olarak uyguladığı için olguları da gerçekte ya da kendilerinde oldukları gibi değil, ama yalnızca onun öznel yaratılarıdır. Kavramsız Olgunun ne olduğunu sorarsak, yanıtımız onun bir tür ‘kendinde-Şey’ gibi birşey olduğudur. Kavramsız olgu bir soyutlamadır; Olgu her zaman belirlidir, ve belirli Olgu kavram tarafından belirlenen olgudur. Önemli olan öznel kavramın ve nesnel-kavramın bağdaşması, kavramın kavram ile çakışması, gerçekliktir.]

Felsefenin birlikte getirdiği biricik düşünce Usun dünyaya egemen olduğu, öyleyse Dünya Tarihinde de ussal olanın ilerlemekte olduğu biçimindeki yalın Us düşüncesidir (s. 15).

Kurgul bilgi yoluyla onda [Tarihte] Usun — burada bu anlatımla onun Tanrı ile bağıntısını ve ilişkisini daha yakından açıklamaksızın yetinebiliriz — Töz ve sonsuz Güç olduğu, kendi kendisinin tüm doğal ve tinsel yaşamın sonsuz Gereci olduğu gibi bu kendi İçeriğinin etkinleştirici sonsuz Biçimi de olduğu tanıtlanır. Us Tözdür, yani tüm edimselliğin varlığını ve kalıcılığını onda ve onun yoluyla bulduğu şeydir; — sonsuz Güçtür, çünkü Us yalnızca İdeale dek, yalnızca ‘Gerek’ noktasına dek gidebilecek denli, yalnızca edimselliğin dışında, kim bilir nerede, tikel birşey olarak kimi insanların kafalarında bulunuyor olacak denli güçsüz değildir; — sonsuz İçeriktir, tüm özsellik ve gerçekliktir, ve kendisi kendi Gerecidir ki, onu işlemesi için kendi etkinliğine verir, çünkü, sonlu bir edim gibi, etkinliğinin besinini ve nesnelerini ondan kazanacağı verili bir araca, bunun dışsal bir gerecinin koşullarına gereksinmez; kendi kendisinden beslenir ve kendisi işleyeceği Gereçtir; yalnızca kendisi kendi varsayımıdır ve saltık son erektir, böylece kendisi bu ereğin İçeriden görüngüde, yalnızca doğal değil ama tinsel Evrenin de görüngüsünde, Dünya Tarihinde etkinleştirilmesi ve üretilmesidir. Şimdi, bu İdeanın gerçek olan, bengi olan, saltık olarak güçlü olan olması, onun kendini dünyada sergilemesi ve onda kendi kendisinden, onur ve görkeminden başka hiçbirşeyi sergilememesi — bu olgu, söylendiği gibi, Felsefede tanıtlanmış olandır ve burada böyle tanıtlanmış olarak varsayılacaktır (s. 15).

Okurlarım arasında henüz Felsefe ile tanışık olmayanlardan belki de Dünya Tarihi üzerine bu dersi Usa duyulan bir inanç ile, onun bilgisi için bir istem, bir susuzluk ile karşılamalarını bekleyebilirim. ... Eğer Dünya Tarihine daha şimdiden Usun düşüncesi ile, bilgisi ile giremiyorsak, o zaman hiç olmazsa Usun orada olduğuna, Anlığın ve özbilinçli İstencin dünyasının olumsallığa terkedilmiş olmadığına, tersine kendini bilen İdeanın ışığında kendini göstermek zorunda olduğuna duyulan sağlam, yenilmez bir inancı taşımalıyız  (s. 15).

Tarihi olduğu gibi almalıyız: Tarihsel olarak, görgül olarak ilerlemeliyiz (s. 15).

[Not (Aziz Yardımlı): Tarih Usun açınımıdır ve Usun açınımı dediğimiz şey Kavramların — Türe, Hak, Özgürlük — kendilerini geliştirmeleri, gerçek değerlerinde ve anlamlarında edimselleşmeleridir. Us Düşüncesinin Tarihe getirilmesinin anlamı Tarihi ideal bir varoluş biçimine doğru bir süreç olarak kabul etmeyi imler. Bunun dışında, Tarih insanın en özsel doğasının eylemidir, ve İstenç olarak Usun yerine daha başka özerk etmenleri Tarihe getirmek (altyapı, teknoloji, görülmez el), insanın Tarihte özgür bir varlık olarak bulunması gerçeğini dışlar. İnsan hiç kuşkusuz Tarihte kendi özsel gerçeğinin — evrensel olarak özgür bir varlık olduğunun — bilincinde değildir. Ama kavramsal Özünün, Usunun kendisi (ya da yine Kavramın diyalektiği) onu kendini geliştirme yolunda güdüleyen biricik etmendir. Kavram kendini eksiksiz olarak edimselleştirmediği sürece daha öte ilerleme için dürtüyü kendi içinden sağlar. En yüksek Türe bile, eğer insanlığın bir bölümünü dışlayacak olursa, evrensel gelişim hakkını çiğneyecek olursa, usdışıdır, kavram-dışıdır, ve kendi kendisini olumsuzlar. Bu olumsuzlama için dışsal hiçbir etmene gereksinimi yoktur. Gücü, gereci, ereği, enerjisi saltık olarak kendisidir. Hegel’in biraz yukarıdaki sözlerine bakarsak: “Us sonsuz Güçtür, çünkü Us yalnızca İdeale dek, yalnızca ‘Gerek’ noktasına dek gidebilecek denli, yalnızca edimselliğin dışında, kim bilir nerede, tikel birşey olarak kimi insanların kafalarında bulunuyor olacak denli güçsüz değildir.”]

Yalnızca Usun dünyada olduğu gibi Dünya Tarihinde de egemen olmuş olduğu ve egemen olmayı sürdürdüğü (s. 17).

... ilk kez Yunanlı Anaxagoras’ın nousun, genel olarak Anlağın ya da Usun dünyayı yönettiğini söylemiştir. (s. 17)

Güneş dizgesinin devimi değişmez yasaları izler; bu yasalar onun Usudur, ama ne güneşin ne de bu yasalarda onun çevresinde dönen gezegenlerin buna ilişkin bir bilinçleri vardır. Böylece Usun doğada olması, doğanın değiştirilemez evresel yasalar tarafından yönetiliyor olması gibi bir düşünce bizi çarpmaz, bunlara alışığızdır ve fazla önem vermeyiz (s. 17-18).

Aristoteles o düşüncenin yaratıcısı olarak Anaxagoras’ın sarhoşlar arasındaki ayık biri olarak görünmesinden söz eder. Sokrates bu düşünceyi Anaxagoras’tan üstlendi, ve düşünce olayları şansa yükleyen Epikürüs’ün felsefesi dışında Felsefede hemen egemen oldu (s. 18).

Dahası, Usun dünyayı yönetiyor olması düşüncesinin bu ortaya çıkışı onun dinsel gerçeklik biçiminde iyi bildiğimiz daha öte bir uygulaması ile, yani dünyanın şansın ve dışsal olumsal nedenlerin eline bırakılmadığı, tersine bir Kayranın dünyayı yönettiği görüşü ile bağıntılıdır (s. 18).

“İrdelememiz bu düzeye dek bir Theodike, Tanrının bir aklanışıdır ki, Leibniz bunu metafiziksel olarak kendi yolunda henüz belirsiz, soyut kategorilerde başarmaya çalışmıştır, öyle ki dünyadaki Kötülük kavranabilir, düşünen tin Kötü olanın varoluşu ile uzlaşabilir” (s. 18)

Theodike (“Tanrının-Türesi” ya da “Tanrıyı Aklama”): Dünyadaki kötülüğü ya da acıyı Tanrının herşeye gücü yeterliği ile uzlaştırma öğretisi. Terim 1710’da Leibniz tarafından kullanıldı. “Tanrının İyilikseverliği, İnsanın Özgür İstenci, ve Kötülüğün Kökeni Üzerine Teodezik Denemeler”in amacı dünyadaki kötülüğün Tanrının iyiliği ile çatışmadığını ve birçok kötülüğüne karşın dünyanın tüm olanaklı dünyaların en iyisi olduğunu göstermektir.  Hegel’in Tarih Felsefesi Leibniz’in yaklaşımını paylaşır ve dünyayı ya da varoluşu ussallığını göstererek aklar.  Ussal tarihsel bir erek kabul edildiğinde, Kötülük insanın moral eğitimsizliği ya da gelişmemişliği ile birdir. Tarihin Ereğinin Özgürlük olması İstencin kendisinin evrensel gelişimini imler. Dünya-Tini İstenç olarak tam gelişimine eriştiğinde, yine bu İstencin doğası törel varoluşu saltık olarak İyi olmaya belirler. İrrasyonalizm Usun varoluşunu ona bağlı tüm çıkarsamalarla birlikte yadsıdığı için Dünya Tarihinin bu anlamını doğrulamaz.

“Gerçekte böyle bir uzlaştırıcı bilgi için istem başka hiçbir yerde Dünya Tarihinde olduğundan daha büyük değildir. Bu uzlaşmaya ancak o olumsuzu altgüdümlü ve üstesinden gelinen birşeye yitmiş olarak kendi içinde kapsayan olumlunun bilgisi yoluyla ulaşılabilir; bir yandan gerçekte dünyanın son ereği olan şeyin bilinci yoluyla, öte yandan o ereğin onda edimselleşmiş olduğunun ve Kötü olanın en sonunda kendini onun yanında geçerli kılmış olmadığının bilinci yoluyla erişilebilir” (s. 19)

Usun Belirlenimi
“II. Usun belirleniminin kendinde ne olduğu sorusu, Us dünya ile bağıntı içinde alındığı sürece, dünyanın Son Ereğinin ne olduğu sorusu ile çakışır; bu anlatımda daha tam olarak o Ereğin olgusallaşması, edimselleşecek olması gerektiği imlenir. Burada değinilecek iki nokta vardır: Bu son Ereğin içeriği, genel olarak belirlenimin kendisi, ve edimselleşmesi” (s. 20).

Gelişim Doğayı ve Tini kapsar. Tarih Felsefesi yalnızca Tinin gelişimini inceleyecektir.
“Herşeyden önce belirtmeliyiz ki, nesnemiz, Dünya Tarihi, tinsel alanda ilerler. Dünya kendi içinde fiziksel ve ruhsal Doğayı kapsar; fiziksel Doğa da benzer olarak Dünya Tarihine karışır, ve daha başlangıçta Doğa belirleniminin bu temel ilişkilerine dikkat etmemiz gerekecektir” (s. 20).

Buna göre burada irdelenecek noktalar —
a) Tinin doğasının soyut belirlenimleri;
b) Tinin İdeasını olgusallaştırabilmek için hangi araçları kullandığı;
c) son olarak Tinin belirli-Varlıkta tam olgusallaşmasının şekli — Devlet.

a) “Tinin doğası tam karşıtı yoluyla bilinebilir. Tıpkı özdeğin tözünün Yerçekimi olması gibi, demeliyiz ki Tinin tözü, özü Özgürlüktür”... “Özgürlüğün Tinin biricik Gerçeği olduğu kurgul felsefenin ürettiği bir bilgidir” (s. 20).

Tin kendi-kendisi-ile-olmadır. Bu ise sözcüğün tam anlamıyla Özgürlüktür, çünkü bağımlı olduğum zaman kendimi bir başkası ile bağıntılarım ki, o değilimdir; dışsal birşey olmaksızın olamam; eğer kendi kendim ile isem, özgürümdür (s. 21).

Dünya Tarihi için denebilir ki, o Tinin kendinde ne olduğunun bilgisini geliştirme sürecinde sergilenişidir; ve tıpkı tohumun ağacın bütün doğasını, meyvalarının tadını ve biçimini kendi içinde taşıması gibi, Tinin ilk belirtileri de daha şimdiden gizil olarak bütün Tarihi kendi içinde kapsar (s. 21).

“Doğulular henüz Tinin ya da genel olarak İnsanın kendinde özgür olduğunu bilmezler; ve bunu bilmedikleri için özgür değildirler; yalnızca Birin özgür olduğunu bilirler, ama tam bu nedenle böyle özgürlük yalnızca Özençtir, yabanıllıktır, tutkunun körlüğüdür; ya da onun bir yumuşaklığı, evcilliğidir, ki kendisi salt bir doğa olumsallığı ya da özençtir. Bu Bir bu nedenle salt bir Despottur, özgür bir insan değil. — Özgürlük bilinci ilkin Yunanlılar arasında doğdu, ve bu nedenle onlar özgürdüler; ama, tıpkı Romalılar gibi, yalnızca kimilerinin özgür olduğunu biliyorlardı, genel olarak İnsanın değil. Platon ve Aristoteles bile bunu bilmiyordu. Bu nedenle Yunanlıların yalnızca köleleri olmakla kalmadı, yalnızca yaşamları ve güzel özgürlüklerinin sürekliliği onlara bağımlı olmakla kalmadı, ama özgürlüklerinin kendisi bir yandan yalnızca olumsuz, geçici ve sınırlı bir çiçek, öte yandan aynı zamanda insansal olanın, insanca olanın katı bir köleliğiydi. — İlkin Germanik uluslar Hıristiyanlıkta İnsan olarak İnsanın özgür olduğunun, Tinin özgürlüğünün onun en asıl doğasını oluşturduğunun bilincine ulaştılar; bu bilinç ilk olarak dinde, Tinin en iç bölgesinde doğdu; ama bu ilkenin dünyasal varlığa da aktarılması daha öte bir sorundu ki, çözümü ve uygulaması kültürün ağır ve uzun bir emeğini gerektirdi.”

İlke ve Edimselleşmesi
“Hıristiyan dininin kabul edilmesi ile örneğin kölelik dolaysızca sona ermedi; dahası, böylelikle Devletlerde özgürlüğün hemen egemen olması, Hükümetlerin ve Anayasaların ussal bir yolda örgütlenmeleri ya da giderek özgürlük ilkesi üzerine temellendirilmeleri de hiçbir biçimde söz konusu değildi. İlkenin dünyasallığa bu uygulanışı, dünyasal durumların onun tarafından bütünüyle şekillendirilmesi ve özümsenmesi uzun bir süreçtir ki, Tarihin kendisini oluşturur. Genel olarak bir ilke ile onun uygulaması, eş deyişle Tinin ve yaşamın edimselliğine aktarılması ve yerine getirilmesi arasındaki bu ayrıma daha önce değinmiştim; bu bilimimizde temel belirlenimlerden biridir ve düşüncenin ona sıkı sıkıya sarılması özseldir. Şimdi, bu ayrım Hıristiyan özbilinç ilkesi olarak Özgürlük açısından burada geçici olarak nasıl vurgulandıysa, genel olarak Özgürlük açısından da özsel olarak yer alır. Dünya Tarihi Özgürlük bilincinde ilerlemedir — bir ilerleme ki, görevimiz onu zorunluğu içinde bilmektir.”

Us ya da Tin bir kavramı tarihsel olarak çıkarsadığı zaman (özerk, ussal çıkarsama), bu onun doğrudan doğruya edimselleşmesi demek değildir. Edimselleşme milyonların bilincinde yer alan bir süreçtir ve kültürün yalnızca bir bileşeninde değil ama bütününde tam bir dönüşümü gerektirir. Hegel Özgürlük ilkesinin Hıristiyanlık ile doğduğunu söyler. Hıristiyanlıkta Tek Tanrı düşüncesi tüm insanları Tanrı karşısında ilkin yalnızca eşitler. Bu yalnızca köleliğin ortadan kalkışıdır. Dolayısıyla insanın özgürlüğünü de içerir. Ama insanın özgür olması onun kendi istencinin olması, Tanrının kendisine de teslim olmamasını öngerektirir. Hıristiyanlık İnsanı Tanrı ile eşitleyerek (İsa: Tanrının Oğlu tasarımı) onun gerçek Özgürlüğü ile çelişmez.  İnsanın Tanrının kulu olarak görülmesi bu Özgürlük ilkesinden geri düşmeye, insanın değersizleşmesine vb. neden olur.

Tarihin Bölümlenişi
“Genel olarak Özgürlüğe ilişkin bilginin değişik basamakları üzerine söylediklerimle — ve hiç kuşkusuz ilk olarak Doğuluların yalnızca Birin, Yunan ve Roma dünyasının ise Kimilerinin özgür olduğunu bilmeleri, bizim ise kendilerinde Tüm İnsanların, eş deyişle İnsan olarak İnsanın özgür olduğunu bilmemiz biçiminde —, aynı zamanda Dünya Tarihinin bölümlenişi ve onu ele alış yolumuz da verilmiştir” (s. 22).

Dünyanın Son Ereği
“... dünyanın son ereği olarak Tinin Özgürlüğü üzerine bilincini ve tam olarak bu yolla genel olarak Özgürlüğünün edimselliğini ileri süreceğiz” (s. 22).

İlke ve Edimselleşmesi (bir kez daha anımsatılıyor)
“Dahası, ilke ile, ilk olarak salt kendinde olan ile edimsel olan arasındaki sonsuz ayrımın önemine dikkat çekildi “ (s. 22).

“İlke, ya da temel önerme, yasa içsel birşeydir ki, böyle olarak, kendi içinde ne denli gerçek olursa olsun, bütünüyle edimsel değildir. Erekler, temel önermeler vb. bizim düşüncelerimizde, ilkin iç amacımızda bulunurlar, henüz edimsellikte değildirler. Kendinde olan bir olanak, bir gizilliktir, ama henüz kendi içinden varoluşa çıkmış değildir.” (s. 24).

Özgürlük ve Erek; Tarihin Anlamı
“Aynı zamanda kendinde olduğu gibi alındığında sonsuz Zorunluğu kendi içinde taşıyan Özgürlük bilince — çünkü Özgürlük, kavramına göre, kendinin bilgisidir — ve böylelikle edimselliğe getirilecektir: Özgürlük kendi için kendisinin yerine getirdiği Erek, ve Tinin biricik Ereğidir. Yalnızca bu Erek Dünya Tarihinin ona doğru çabalamış olduğu şeydir, ve çağlar boyu yeryüzünün engin sunu taşı üzerine bırakılan tüm adaklar ona sunulmuşlardır” (s. 22).

Özgürlük olgusallaşması için hangi aracı kullanır? Burada irdeleyeceğimiz ikinci nokta budur.

b) Tinin İdeasını olgusallaştırabilmek için hangi araçları kullandığı —

Özgürlüğün Edimselleşmesinin Aracı Olarak Eylem
b) Özgürlüğün kendini bir dünyaya geliştirmesini sağlayan araca ilişkin bu soru bizi Tarihin görüngüsünün kendisine götürür. Eğer genel olarak özgürlük ilkin iç Kavram ise, o zaman araç dışsal olan, görüngüsel olan, Tarihte dolaysızca göz önüne çıkan ve kendini sergileyendir. (s. 23)

Eylemlerin Güdüsü: Gereksinimler, Tutkular, Çıkarlar
“Tarihe yakından bir bakış bize insanların eylemlerinin onların gereksinimlerinden, tutkularından, çıkarlarından, karakter ve yeteneklerinden ortaya çıktıklarını kabul ettirir; ve dahası, öyle bir yolda ki, bu etkinlik gösterisinde güdüler olarak görünen ve birincil etkenler olarak yer alan şeyler yalnızca gereksinimler, tutkular, çıkarlardır.” (s. 23).

İstenç İlkeyi Edimselleştirmenin Aracıdır (Eylem; Edimselleşme; Özgürlük)
“Edimsellik için bir ikinci kıpı getirilmelidir, ve bu etkinleştirme, edimselleştirmedir ki, ilkesi İstençtir, genel olarak insanların etkinliğidir” (s. 24).

İstenç gereksinim, dürtü vb. tarafından belirlenir. Ama bu çıkarcılık değildir. (s. 24). Çıkarcılık çıkarı saltık yapmak, moral doğruyu çiğnemektir.

Tutku
“Buna göre, hiçbirşey onda etkin olan bireyler de kendileri için doyum bulmadıkça olmaz ve yerine getirilmez” ... “dünyada büyük hiçbirşey tutku olmaksızın başarılmış değildir”
“‘tutku’ anlatımını kullanacağım ve bununla karakterin tikel belirliliğini anlayacağım, yeter ki istencin bu belirlilikleri salt kişisel birer içerik taşıyor olmasınlar ve evrensel edimlerin itici ve etkinleştirici öğeleri olsunlar” (s. 25).   

“İstençlerin, çıkarların ve etkinliklerin bu ölçüsüz kütlesi Dünya Tininin ereğini yerine getirmek için, onu bilince yükseltmek ve edimselleştirmek için gereksindiği aletler ve araçlardır; ve bu erek yalnızca kendini bulmak, kendine gelmek ve kendini edimsellik olarak seyretmektir” (s. 26).

Özgürlük
“Özgürlük İdeasından Tinin doğası olarak ve Tarihin saltık son Ereği olarak söz ettik” (s. 25).
“Usun dünyayı yönettiği ve böylece Dünya Tarihini de yönetmiş olduğu biçimindeki varsayımımız ...” (s. 26).

“Dünya Tarihi bir mutluluk sahnesi değildir. Ondaki mutluluk dönemleri boş sayfalardır, çünkü bunlar karşıtlığın askıya alındığı uyum dönemleridir” (s. 27)

Eylemlerin Amaçlarda Yatmayan Sonuçları  (İdeanın Edimselleşmesi Bilinçsizdir)
“Dünya Tarihinde insanların eylemleri yoluyla genel olarak amaçladıklarından ve eriştiklerinden, dolaysızca bildiklerinden ve istediklerinden başka birşeyin daha ortaya çıkar ... ” (s. 28).

Dünya-Tarihsel Bireyler
“Tarihsel insanlar, dünya-tarihsel bireyler ereklerinde böyle [“bir ulusun ya da Devletin kalıcılığı için temeli oluşturan başka (= yeni ve daha yüksek)] bir Evrenselin yattığı insanlardır” (s. 29).

“Sezar konum, onur ve güvenliğini koruma uğruna savaşıyordu, ve karşıtlarının gücü Roma İmparatorluğunun illeri üzerindeki egemenlik olduğu için, onlar üzerindeki utku ona bütün İmparatorluğun fethini getirdi; böylece, anayasa biçimini olduğu gibi bırakmasına karşın, Devletin Diktatörü oldu. Ama ilkin olumsuz olan ereğine, Roma’nın Tek Egemeni olmaya ulaşmasını sağlayan şey böylece aynı zamanda kendinde Roma’nın ve Dünyanın Tarihindeki zorunlu bir belirlenimdi, öyle ki bu yalnızca onun tikel bir kazanımı değil, ama kendinde ve kendi için zamanı gelmiş olanı yerine getiren bir içgüdüydü. Bunlar Tarihteki büyük insanlardır ki, kendi tikel erekleri Dünya-Tininin İstenci olan Tözseli kapsar. Onlara Kahramanlar denir — çünkü ereklerini ve görevlerini yalnızca şeylerin kalıcı dizge tarafından kutsanan dingin ve düzenli gidişinden değil, ama öyle bir kaynaktan türetmişlerdir ki, içeriği gizlidir ve şimdideki belirli-Varlığa ulaşmış değildir; onları henüz yüzeyin altında gizlenen iç Tinden türetmişlerdir ki, dış dünyaya bir kabuk gibi vurarak onu kırar, çünkü o bu kabuğun çekirdeğinden başka bir çekirdektir; öyleyse onları kendi içlerinden türetmiş görünürler ve eylemleri öyle bir durum ve dünya koşulu üretmiştir ki, yalnızca onların davası ve onların işi olarak görünür. ” (s. 30).

“Böyle bireyler bu ereklerinde genel olarak İdeanın bilincini taşımamışlardır; tersine, pratik ve politik insanlardır. Ama aynı damanda düşünen insanlardır ki, zorunlu olanın ve zamanı gelenin bir içgörüsünü taşımışlardır. Bu tam olarak zamanlarının ve dünyalarının Gerçekliğidir; deyim yerindeyse İçte daha şimdiden bulununan en yakın Cinstir. Davaları bu Evrenseli, dünyalarının bir sonraki zorunlu Aşamasını bilmek, bunu erekleri yapmak ve erkelerini ona yöneltmek olmuştur. Dünya-tarihsel insanlar, bir çağın Kahramanları öyleyse kavrayışlı insanlar olarak kabul edilmelidirler; eylemleri ve söylemleri zamanın en iyisidir. Büyük insanlar onlara doyum verecek şeyleri istemişlerdir, başkalarına değil. Başkalarından iyi niyetli amaçlar ve öğütler olarak ne öğrenmiş olurlarsa olsunlar, bunlar dahaçok darkafalılık ve çarpıklık olduklarını göstermiş, çünkü durumu en iyi anlayanlar onlar olmuştur; aslında başka herkes onlardan öğrenmiş, yaptıklarını iyi ya da en azından uygun bulmuşlardır. Çünkü daha öte ilerlemiş olan Tin tüm bireylerin en iç ruhlarıdır; ama bilinçsiz İçselliktir ki, bunu onlarda bilince büyük insanlar getirmiştir. Bu nedenle başkaları bu Ruh-Önderlerini izlerler, çünkü kendi iç Tinlerinin onlar için ortaya çıkan direnilmez gücünü duyumsarlar. Eğer görevleri Dünya-Tininin yönetmenleri olmak olan bu dünya-tarihsel bireylerin yazgılarına bir göz atarsak, bunun mutlu bir yazgı olmadığını görürüz. Dingin bir doyuma ulaşmış değillerdir; bütün yaşamları emek ve zahmet, bütün doğaları yalnızca tutkuları olmuştur. Eğer ereklerine erişmişlerse, çekirdeğin boş kabuğu gibi düşüp gitmişlerdir. İskender gibi, erken ölürler; Sezar gibi, öldürülürler; Napoleon gibi, St. Helena’ya sürülürler. Bu ürkütücü avunca, tarihsel insanların mutlu denilen insanlar olmamış olmalarına — ki bu mutluluğa ancak çok çeşitli dışsal koşullar altında yer alabilen özel yaşam yeteneklidir —, bu avunca gereksinim duyanlar onu tarihten türetebilirler. Ama buna gereksinen Haset, büyük ve yüksek olandan rahatsızlık duyduğu için, onu küçültmeye ve onda bir leke bulmaya çabalar. Böylece modern zamanlarda yeterince gösterildiği gibi, prensler genel olarak tahtlarında mutlu değildirler; bu nedenle insanlar onlara tahtlarını çok görmez ve ona kendilerinin değil ama onların oturmasını dayanılır bulurlar. — Belirtebiliriz ki, özgür insan haset duymaz, ama büyük ve yüce olanı seve seve tanır ve onun olmasından sevinç duyar” (s. 30-31).

“Öyleyse bu tarihsel insanlar bireylerin çıkarlarını ve böylelikle tutkularını oluşturan bu evrensel kıpılara göre irdelenecektir. Onlar büyük insanlardır, çünkü büyük birşey istemiş ve başarmışlardır — imgesel, sanısal olanı değil, ama doğru ve zorunlu olanı. Bu irdeleme yolu o sözde ruhbilimsel irdelemeyi de dışlar; bu sonuncusu, Hasede en iyi hizmeti sunma işlevinde, tüm eylemleri yüreğe bağlayarak açıklamayı ve öznel bir şekle getirmeyi öylesine iyi bilir ki, sanki o eylem insanları yaptıkları herşeyi küçük ya da büyük herhangi bir tutkudan, salt bir özlemden yapmışlar, ve bu tutkular ve özlemler nedeniyle ahlaklı insanlar olamamışlardır. Makedonyalı İskender Yunanistan’ın bir bölümünü ve daha sonra Asya’yı ele geçirmiş, öyleyse fetih özlemine kapılmıştır. Ün özleminden, fetih özleminden davranmıştır, ve bunlar tarafından güdülmüş olduğunun kanıtı ona ün kazandıran şeyleri yapmış olmasıdır. Hangi pedagog Büyük İskender gibi, Jül Sezar gibi insanlar hakkında onların böyle tutkular tarafından güdüldüklerini ve buna göre ahlaksız insanlar olduklarını tanıtlamamıştır? — ki bundan dolaysızca şu çıkar ki, o, pedagog, onlardan daha eşsiz bir insandır, çünkü böyle tutkuları yoktur ve bunun kanıtını Asya’yı ele geçirmemiş, Darius’u, Poros’u yenmemiş, ama yaşamın keyfini çıkarmış ve başkalarının da çıkarmasına izin vermiş olmasında gösterir. — Bu psikologlar büyük, tarihsel adların onlara özel kişiler olarak ait olan tikelliklerini irdelemeye özellikle düşkündürler. İnsan yemeli ve içmelidir; dostlar ve tanıdıklar ile ilişki içindedir, anın duygularını ve heyecanlarını yaşar. ‘Bir oda hizmetçisi için bir kahraman yoktur’; bu bilinen bir özdeyiştir; ona şunu ekledim — ve Goethe tarafından on yıl sonra yinelendi —: ‘Gene de ikincisi bir kahraman olmadığı için değil, ama birincisi uşak olduğu için.’ O kahramanın botlarını çıkarır, yatmasına yardım eder, şampanya içmeyi sevdiğini vb. bilir (s. 31).

“Dünya-tarihsel bir birey şunu olduğu gibi bunu da isteyecek, dikkatini her yana dağıtıp saçacak düşüncesiz biri değildir; tersine, başka herşeyi bir yana bırakarak tek bir ereğe yönelmiştir.” ... “Tutkunun tikel çıkarı böylece evrenselin etkinleşmesinden ayrılamazdır” ...  “Birbirleri ile çatışanlar tikellerdir, ve bunların bir bölümü yitip gider. Karşıtlıkta ve kavgada kendini tehlikeye atan evrensel İdea değildir; o kendini arkatasarda saldırıya uğramamış ve zarar görmemiş tutar. Buna usun hilesi denebilir — tutkuları kendi için etkinleşmeye bırakır, ve bu arada kendini onlar yoluyla varoluşa yükselten kayba uğrar ve zarar görür. Çünkü görüngü bir bölümü hiçken, bir bölümü ise olumlu olandır. Tikel çoğunlukla evrensele karşı önemsizdir; bireyler adanır ve gözden çıkarılır. İdea varoluşun ve geçiciliğin bedelini kendisinden değil, bireylerin tutkularından öder”  (s. 32).

“Bir araçtan söz ettiğimiz zaman onu ilkin bir ereğe yalnızca dışsal olarak, onda hiçbir payı olmayan birşey olarak düşünürüz. Ama araçlar olarak kullanılan doğal şeylerin bütünü, giderek en sıradan dirimsiz şeyler bile, gerçekte onları ereklere uygun kılan bir yapıda olmalı, onlarla ortaklaşa birşey taşıyor olmalıdırlar. İnsanların Usun Ereği için o bütünüyle dışsal anlamda araçlar olarak davranmaları ise daha da az söz konusu olabilir; yalnızca onunla ve onun vesilesi üzerine aynı zamanda içeriğe göre ondan ayrı erekleri olan tikelliklerini doyurmakla kalmazlar, ama o Us-Ereğinin kendisine katılırlar ve tam bu yolla kendilerinin erekleridirler.” (s. 32) “Araç kategorisinin dışında tutmayı isteyeceğimiz şeyler, Ahlak, Törellik, Dinsellik de bu belirlenimin [= kendine erek] altına düşerler” (s. 32-3).

“[İnsanın] bireysel Özgürlüğünün sorumluluğuna ait İyinin ve Kötünün sorumluluğunu taşıyabilmesi — bu insanın saltık olarak en yüksek belirleniminin mührüdür. Yalnızca hayvanlar gerçekten suçsuzdurlar” (s.33).

“Erdemin, törelliğin, giderek dindarlığın tarihteki yazgısını irdelemede dünyada iyiler ve dindarlar için işlerin sık sık ya da çoğu kez ters gittiği, buna karşı kötüler için herşeyin yolunda olduğu türündeki yakınmaların teranesine düşmemeliyiz. ‘Yolunda gitme’ genellikle çok çeşitli biçimlerde anlaşılır — varsıllık, dışsal onur, ve benzerleri. Ama kendinde ve kendi için varolan Erek gibi birşey söz konusu olduğunda, böyle şu ya da bu birey için işlerin sözde iyi ya da kötü gitmesi gibi anlatımların ussal dünya düzeninin bir kıpısı yapılmaması gerekir” (s. 33).

‘Gerek’: Varolana Başkaldırı; Güdüsü Tutku Değil, Ama Us, Hak, ve Özgürlüktür.
“İnsanlar ... bu varoluşu şeylerin hakkı olan ‘Gerek’ ile karşıtlık içinde görürler. Burada doyum isteminde bulunanlar tikel çıkarlar ya da tutkular değil, ama Us, Hak ve Özgürlüktür; ve bu sanlarla donatılı olarak, bu istem gözünü yükseklere diker ve kolayca dünya durumundan hoşnutsuz olmakla kalmaz, ama ona baş kaldırır. Böyle duyguları ve böyle görüşleri değerlendirebilmek için, ortaya koyulan istemler ve önesürülen görüşler incelenmelidir. Bizim çağımızda oluğundan başka hiçbir çağda, evrensel önermeler ve düşünceler böylesine büyük bir inancayla ortaya koyulmamıştır” (s. 33). “... şimdi hiçbirşey düşlem yetisinin kurduğu ideallerin olgusallaşmadığı, bu soylu düşlerin soğuk edimsellik tarafından yokedildiği yakınmasından daha sık değildir. Yaşam yolculuğunda sert edimselliğin kayalarında parçalanıp yok olan bu idealler ilk olarak ancak öznel olabilirler, ancak kendini en yüksek ve en akıllı sayan bireyselliğin özgünlüğüne ait olabilirler.” ... “Çünkü bireyin kendi tekilliği içinde kendi başına kurduğu şeyler evrensel edimsellik için yasa olamazlar.” ... “Ama İdeal ile Usun, İyinin, Gerçeğin İdeali de anlaşılır. Şairler, örneğin Schiller, böyle İdeallere çok dokunaklı ve duygu yüklü betimlemeler vermişler, böyle İdeallerin edimselleşmelerini bulamamalarını derin hüzün duyguları ile anlatmışlardır.” ... “Bireylerde, Devletlerde, Kayrada eksiklik görmek onların gerçek değerini görmekten daha kolaydır.” ... Şimdi, o idealler ile karşıtlık içinde, felsefenin götürmesi gereken içgörü edimsel dünyanın olması gerektiği gibi olduğu, gerçek İyinin, evrensel tanrısal Usun kendini yerine getirme gücünün de olduğudur.” “Felsefe tanrısal İdeanın içeriğini, edimselliğini bilmeyi, ve küçümsenen edimselliği aklamayı ister. Çünkü Us tanrısal Yapıtın kavranışıdır.” (s. 34-5).

Dünyayı bir “Gerek” uğruna, bir moral İyi uğruna değiştirme istemi Klasik dönemin Platonik Devlet idealinde, bu dünya ile ilgilendiği düzeye dek dinsel bilinçte, ve modern ideolojide görülür. Tüm bunlarda bir Türe, Hak, Özgürlük idealine bilincin kendi içinde tasarladığı bir reel şema eşlik eder. Hegel “bu soylu düşlerin edimsellik tarafından yokedilmesi,” “idealllere yolculuğun sert edimselliğin kayalarında parçalanıp yok olması” olgusunu bir yandan bu kurtuluş tasarlarının “ilk olarak ancak öznel olmaları”na, nesnel ya da ussal olmamalarına bağlar. Ama öte yandan “edimsel dünya olması gerektiği gibidir, gerçek İyi, evrensel tanrısal Us kendini yerine getirme gücünü de taşır.” Bu aynı zamanda Leibniz’in “olanaklı en iyi dünya” görüşünün bir anlatımıdır. Bu düzeye dek dünyayı iyileştirme ve değiştirme girişimlerinin kendileri bu edimselliğe aittirler, ve eğer edimselleşmiyorlarsa, bu varolan ussallığın da gerisinde kalmalarına bağlıdır. Gelişimin eytişimsel sürekliliği gerçeği bir Tin alanına ancak kendi iç yapısından doğabilecek ve ona karşılık düşen değişimlere yetenekli olma iznini verir. Dünya için önerilen bireysel idealler gerçekten de tekil bireyin kendini “en yüksek ve en akıllı” olarak kabul ettiğini imler. Ama burada bu bireyselliğin gözden kaçırdığı şey kendi şemasının herhangi bir başka bireysel şema karşısında üstün ve geçerli olması gibi bir sorun değil, ama kendi tekilliğinin Dünya Tininin evrenselliği tarafından ölçülmekte ve yargılanmakta olduğudur.  “Dünya Tininin hakkı tüm tikel aklamaların üzerine yükselir.”

“Ama genel olarak kabul etmek gerek ki, dünyada soylu ve şanlı olarak aklanmış olan herşey kendi üzerinde daha da yükseğini bulur. Dünya Tininin hakkı tüm tikel aklamaların üzerine yükselir”. (s. 35).

c) son olarak Tinin belirli-Varlıkta tam olgusallaşmasının şekli — Devlet.

Ereğin Edimselleşmesi (İnsanın Gelişimi)
“Onda ussal son ereğin yerine getirildiği Gereç nedir? Bu ilk olarak Öznenin kendisi, insanların gereksinimleri, genel olarak Öznelliktir. Gereç olarak insan bilgi ve istencinde, Ussal olan varoluşa ulaşır” (s. 35).

“Bu özsel olanın kendisi öznel İstencin nesnel İstenç ile birliğidir; törel Bütündür — Devlettir ki, edimselliktir, birey Özgürlüğünü onda bulur ve yaşar, ama kendisi Evrenselin bilgisi, inancı ve istenci olduğu ölçüde;” ... “Tüze, Törellik, Devlet, ve yalnızca onlar Özgürlüğün olumlu edimselliği ve doyumudur”  (s. 36)

“Öznel istenç, tutku etkinleştiren, edimselleştirendir; İdea İç olandır; Devlet edimsel olarak varolan törel yaşamdır. Çünkü Devlet evrensel, özsel İstencin ve öznel İstencin birliğidir, bu ise Törelliktir” (s. 36).

“İnsanların edimsel eylemlerinde ve duygusal yatkınlıklarında tözsel olanın geçerli olması, varolması ve kendini sürdürmesi — bu Devletin ereğidir. Bu törel bütünün varolması Usun saltık çıkarıdır; ve Devletleri — üstelik bunlar henüz ne denli gelişmemiş olsalar bile — kurmuş olan kahramanların hakları ve değerleri burada yatar. Dünya Tarihinde ancak bir Devlet kurmuş olan halklar söz konusu edilebilir. Çünkü ... Devlet Özgürlüğün, e.d. saltık son Ereğin olgusallaşmasıdır, ve kendi uğruna varolur;” (s. 36).

“... yalnızca yasaya boyun eğen İstenç özgürdür, çünkü onda kendi kendisine boyun eğer, kendi kendisindedir ve özgürdür.” (s. 36).

“Devlet bir sanat yapıtı değildir; dünyada, ama böylelikle özencin, olumsallığın ve yanılgının alanında durur” ( Tüze Felsefesi, § 258, Ek).

Devlet Üzerine Önyargılar:
1. Doğa Durumu
“İlk karşılaştığımız yanılgı Devletin Özgürlüğün edimselleşmesi olduğu kavramımızın doğrudan karşıtıdır, yani insanın doğal olarak özgür olduğu, ama aynı zamanda zorunlu olarak içine itildiği Toplumda ve Devlette bu doğal özgürlüğü sınırlaması gerektiği görüşüdür.” ... “... bir Doğa Durumu varsayılır ki, bunda insan, doğal haklarının iyeliğinde olarak, özgürlüğünün kısıtlamasız uygulaması ve yararlanımı içinde tasarımlanır.”  [Herşeyden önce ] “Bu sayıltı tam olarak tarihsel bir olgu olma noktasına yükseltilmez; ... böyle bir durumun şimdiki zamanda varolduğunu ya da geçmişte herhangi bir biçimde varolmuş olduğunu göstermek güçtür.”  ... “Özgürlük, dolaysız olanın ve doğal olanın idealliği [= ortadan kalkmışlığı] olarak, dolaysız ve doğal birşey değil, ama dahaçok ilkin ele geçirilmesi ve kazanılması gereken birşeydir” (s. 36).

“Doğa Durumu dahaçok bir haksızlık ve zorbalık durumu, insanlık dışı edim ve duyguların, terbiye edilmemiş doğa-itkilerinin durumudur. Hiç kuşkusuz Toplum ve Devlet yoluyla kısıtlama getirilir; ama bu o kör duyguların ve kaba itkilerin, ve daha ileri bir aşamada ayrıca özencin ve tutkunun düşünce temeli olan başına buyrukluğunun kısıtlanışıdır.” “... yalnızca herhangi bir tikel bireye ait olan itki, istek ve tutkunun, özenç ve başına buyrukluğun kısıtlanışı Özgürlüğün kısıtlanışı olarak alınır” (s. 37).

Devlet Üzerine Önyargılar:
2. Ataerkil Durum
Ataerkildurum “Hakkın ve yasal biçimin gelişimine ters düşer.” ... “Ataerkil durum için Aile ilişkisi temelde yatar; bu ilişki ilk bilinçli Törelliği geliştirir ve bunu ikinci olarak Devletin törelliği izler.” “Ataerkil ilişki bir geçiş durumudur ki, onda Aile daha şimdiden bir klan ya da halk düzeyine yükselmiş ve buna göre bağ daha şimdiden salt bir sevgi ve güven bağı olmaya son vermiş, bir hizmet bağlantısı olmuştur” (s. 38).

a) Aile
“Burada ilk olarak Aile törelliğini ele almalıyız. Aile salt bir Kişidir ki, üyeleri Kişiliklerinden (böylelikle tüzel ilişkilerinden, ve ayrıca daha öte tikel çıkarlarından ve bencilliklerinden) ya birbirlerine karşı vazgeçerler (büyükler), ya da henüz böyle bir kişiliğe erişmemişlerdir (çocuklar, ki ilk olarak daha önce sözü edilen doğa durumundadırlar). Böylece birbirlerine karşı bir duygu, sevgi, güven, inanç birliği içinde yaşarlar; sevgide bir birey kendi bilincini başkasının bilincinde bulur, kendi dışındadır, ve bu karşılıklı vazgeçmede kendini (ve başkası ile bir olarak kendisi gibi başkasını da) kazanmıştır.” “[Aile] yoluyla Devlet üyelerini daha şimdiden genelde törel bireyler olarak bulur (çünkü Kişiler olarak öyle değildirler), ve bunlar Devlet için kendini bir Bütün ile bir olarak duyumsama gibi sağlam temeli birlikte getirirler. Ama Ailenin bir ataerkil bütüne genişlemesi kan akrabalığı bağının ötesine, temelin doğal yanının ötesine geçer, ve bunun ötesinde bireyler Kişilik konumuna girmelidirler. Ataerkil ilişkinin daha geniş erimi içinde irdelenişi özel olarak teokrasi biçimine daha yakından bakmaya götürecektir; ataerkil klanın başı ayrıca onun rahibidir.” (s. 39).

Aile doğal ve törel öğelerin birliğidir ve ikinci yanıyla bireyleri Devletin törelliği için eğitir. Törellik özsel olarak Doğa Durumunun, doğallığın ötesine, tinselliğe, kültürelliğe yükseliştir. Ailenin Ataerkil duruma gelişimi doğal duygu bağının ötesine geçişi, törel varoluşun kendisini getirir. Törellik ve Doğallık arasındaki ilişki zorunlu olarak moral bir yan kapsar ve Hegel buna burada değinmez. Moral öğe duygusallığın ya da dürtüselliğin Duyunç tarafından denetlenmesidir, ve Törel durumun gelişimi moral gelişmişliği gerektirir. Aile bu moral belirlenimin doğduğu ilk biçimdir. Bu düzeye dek Ataerkil durum da özsel olarak kollektif bir moral monet kapsar. Ataerkil durum teokrasi biçimini alır, çünkü Ailenin reisi aynı zamanda rahiptir ve Din politik yapıdan ayrılmamıştır. Ataerkil durum henüz bireysel Özgürlük durumu değildir.

DEVLET
“... eğer bireylerin onaylarını vermesi Özgürlük olarak alınırsa ... doğallıkla çıkan sonuç herkes onayını vermedikçe hiçbir yasanın geçerli olamayacağıdır. Burada hemen azınlığın çoğunluğa boyun eğmek zorunda olduğu gibi bir belirlenime ulaşılır; öyleyse çoğunluk karar vermelidir. Ama J. J. Rousseau’nun daha önce belirttiği gibi, o zaman bundan böyle Özgürlük olmayacak, çünkü azınlığın İstenci bundan böyle dikkate alınmayacaktır.” (s. 39).

Halk. Devleti Oluşturan Halk Değil, Eğitimli Halktır.
“... yalnızca halkın Usu ve içgörüsü olduğu ve Hakkı bildiği görüşü tehlikeli ve yanlış bir varsayımdır; çünkü halkın her bölüngüsü kendini halk olarak sunabilir, ve Devleti oluşturan şey eğitimli bilgidir, halkın bilgisi değil.” ... “Eğer tekil İstenç ilkesi politik özgürlüğün biricik belirlenimi olarak temel alınırsa, ve buna göre Devlet tarafından ve onun için yapılan herşeye tüm bireylerin onaylarını vermesi gerektiği kabul edilirse, o zaman aslında bir Anayasa bulunmaz.” (s. 39).

“İlkin Anayasa yoluyladır ki, Devlet soyutlaması yaşama ve edimselliğe ulaşır; ama böylelikle buyruk verenler ve boyun eğenler arasındaki ayrım da ortaya çıkar” (s. 40). 

 

=========== TÜZE FELSEFESİ’NDE DEVLET =========

(Tüze Felsefesi)
A. İÇ DEVLET-TÜZESİ [ANAYASA]
§ 260

"Devlet somut özgürlüğün edimselliğidir; somut özgürlüğü oluşturan şey ise bir yandan kişisel bireyselliğin ve onun tikel çıkarlarının tam gelişimlerini ve kendileri için haklarının tanınmasını kazanmaları (aile ve yurttaş toplumu dizgelerinde olduğu gibi), öte yandan bunların bir ölçüde kendiliklerinden evrenselin çıkarı içersine geçmeleri, ve bir ölçüde bilgi ve istenç ile o evrenseli ve hiç kuşkusuz kendi tözsel tinleri olarak tanımaları ve son erekleri olarak onun uğruna etkin olmalarıdır, öyle ki ne evrensel yan tikel çıkar, bilgi ve istenç olmaksızın geçerli olabilir ve tamamlanabilir, ne de bireyler özel kişiler olarak yalnızca kendi erekleri için yaşayabilir ve aynı zamanda evrensel olanda ve evrensel olan uğruna istemeyi ve etkinliklerinde bilinçli olarak bu biricik ereği amaçlamayı gözardı edebilirler. Modern Devletlerin ilkesi bu muazzam güç ve derinliği taşır, çünkü öznellik ilkesinin kendini bağımsız kişisel tikellik ucuna dek tamamlamasına izin verirken, aynı zamanda onu tözsel birliğe geri getirir ve böylece tikelliği Devletin ilkesinin kendisi içinde saklar.

Ek. Devlet İdeasının modern dönemde öyle bir özgünlüğü vardır ki, Devlet bundan böyle öznel keyfiliğe göre değil, ama İstencin Kavramına, e.d. evrenselliğine ve tanrısallığına göre özgürlüğün edimselleşmesidir. Gelişmemiş Devletler onlarda Devlet İdeasının henüz örtülü olduğu ve onlarda onun tikel belirlenimlerinin kendilerinde özgür kalıcılığa ulaşamadıkları devletlerdir. Klasik antikçağın devletlerinde evrensellik hiç kuşkusuz daha şimdiden bulunuyordu, ama tikellik henüz salıverilmemiş ve özgür bırakılmamış ve evrenselliğe, e.d. bütünün evrensel ereğine geri getirilmemişti. Modern Devletin özü evrenselin tikelliğin tam özgürlüğü ve bireylerin gönençleri ile bağlı olması, böylece Ailenin ve Yurttaş Toplumunun çıkarlarının kendilerini Devlete yoğunlaştırmak zorunda olmaları, ama ereğin evrenselliğinin hakkı saklı tutulması gereken tikelliğin kendisinin bilgisi ve istenci olmaksızın ilerleyemeyeceğidir. Evrensel öyleyse etkinleştirilmelidir; ama öte yandan öznellik de tam ve dirimli gelişimini kazanmalıdır. Ancak her iki kıpının da güçleri içinde kalıcı oldukları zamandır ki Devlet eklemli ve gerçek anlamda örgütlü bir Devlet olarak görülebilir.

Somut Özgürlük: Kişisel Bireyselliğin ve onun tikel çıkarlarının tam gelişimlerini kazanmaları ... Hegel “tam gelişim” ne olduğunu belirli olarak söylemez. Ama açıktır ki bu insanın tüm gizilliğinin tam açınımına erişmesi, insanın duyusal, duygusal ve düşünsel olarak eksiksizce gelişmesidir.

§ 261
Özel hak ve özel gönenç alanına, Aile ve Yurttaş toplumuna karşı Devlet bir yandan dışsal bir zorunluk ve onların üzerindeki yüksek güçtür ki, onların yasaları gibi çıkarları da ona altgüdümlü ve bağımlıdır; ama öte yandan Devlet onların içkin erekleridir ve gücünü evrensel son ereğinin ve bireylerin tikel çıkarlarının birliğinde bulur, öyle ki bireylerin Devlete karşı ancak Ödevleri olduğu ölçüde Hakları vardır (§ 155).

§ 273
Ek. Modern dünyanın ilkesi öznelliğin özgürlüğüdür: Tinsel bütünde bulunan tüm özsel yanların haklarına ulaşarak kendilerini geliştirmeleri. Bu bakış açısından çıkarak, şu boş soruyu kolay kolay ortaya süremeyiz: Hangi biçim, tekerklik mi yoksa demokrasi mi, daha iyidir? Yalnızca şu denebilir ki, özgür öznellik ilkesini kendi içinde taşıyamayan ve gelişmiş bir usa uygun olmayı bilmeyen tüm Devlet anayasalarının biçimleri tek-yanlıdır.

Hegel’in sözünü ettiği ‘Öznel Özgürlük’ tüm modern Özgürlüğün temeli olarak Duyunç Özgürlüğüdür (Laiklik), çünkü ancak bu iç Özgürlük bireyi birey olarak var eden zemindir. Birey ancak bu Özgürlük zemininde Kendisi olabilir, tüm yetileri ile açınmış ussal bir varlığa büyüyebilir. Despotik tinin özgünlüğü onda bireyin Doğru olanı dışsal yetkelerden, birincil olarak dinsel yetkelerden alarak sorgulamadan kabul etmesidir. Despotik birey de hiç kuşkusuz moral bir varlıktır, ama bu moral onun kendi morali, kendi ahlakı değil, ona dışsaldır. Sorun bu dışsal ahlaksallığın yanlış olması değil, ama o ahlaksallığın bireyin kendisinin olmaması, bireyin gerçek kendisinin duyunçsuz ve istençsiz ve dolayısıyla dürtüsel olmasıdır. Plutark’ın anlattıklarına göre despotik-yetkeci Sparta tininin erdeminin temeli olan dışsal yetke ortadan kallktığı zaman bu dışsal ahlakın denetiminden yoksun kalan bireyler en çirkin davranışlarda bulunmaktan başka birşey yapamamışlardır. Öte yandan özgür-demokratik Atina tini kültürel değerini ve saygınlığını İskender kent-devletlerinin egemenliğine son verdikten sonra da bin yıl boyunca sürdürmüştür. Modern Anayasa duyunç özgürlüğü ya da laiklik üzerine dayanır, çünkü bir zamanlar yaşamın doğrularını, bütün bir törelliğin örgütleyici belirlenimlerini sağlamış olan dinsel öğretiler törelliğin kendisinin daha öte gelişimini engelleyen etmenler olurlar. Tarihsel gelişimin sürmesi her zaman törelliğin katılaşması ve kalıplaşması ile bağdaşmaz. Törel akışkanlık duyunç özgürlüğünde saltık koşulunu ve zeminini bulur.

§ 274
... Devlet, bir ulusun Tini olarak, aynı zamanda onun tüm ilişkilerine yayılan yasa, bireylerinin töre ve bilinci olduğu için, böylece belirli bir ulusun Anayasası o ulusun özbilincinin biçim ve gelişimine bağımlıdır;

Ek. ... Napoleon İspanyollara bir Anayasayı a priori vermeyi istedi, ama işler pek yolunda gitmedi. Çünkü bir anayasa salt yapılmış birşey değildir; yüzyılların işidir.

=========== TÜZE FELSEFESİ SONU =========

 

“... [yasal] düzenleme en azından öyle bir yolda olmalıdır ki, yurttaşlardan olanaklı olduğu ölçüde az boyun eğme istenmeli, buyruklarda olanaklı olduğu ölçüde az özence izin verilmeli ...” (s. 40).

“Genel olarak herşeyden önce gelen belirlenim yöneten ve yönetilenler arasındaki ayrımdır; ve Anayasalar doğru olarak genelde Monarşi, Aristokrasi ve Demokrasi olarak bölünmüştür” (s. 40).

“Devlet insan İstencinin ve onun Özgürlüğünün dışsallığı içindeki İdeadır. Buna göre Tarihin değişimi bütününde özsel olarak ona düşer, ve İdeanın kıpıları değişik ilkeler olarak onda varolurlar. Dünya-tarihsel ulusların çiçeklerine onda ulaşmış oldukları Anayasalar onlara özgüdür; bu nedenle evrensel bir temel oluşturmazlar, türlülük yalnızca [ilkenin] gelişim ve açınımın belirli yollarından oluşmaz; tersine, Anayasalar ilkelerin türlülüğünden oluşurlar” (s. 42).

 

=========== ROUSSEAU, TOPLUMSAL SÖZLEŞME =========

Rousseau: DU CONTRAT SOCIAL OU PRINCIPES DU DROIT POLITIQUE
KİTAP BİR
BÖLÜM III
MONARŞİ
...
Machiavelli dürüst bir insan ve iyi bir yurttaştı; ama Medici Sarayına bağlı olduğu için ülkesinin yaşadığı zulmün ortasında özgürlük sevgisini perdelemek zorunda kaldı. İğrenç kahramanı Caesar Borgia’nın seçimi gizli niyetini yeterince açıkça gösterir; ve Prens’in düzgüleri ve Livius Üzerine Söylemler’in ve Florence’ın Tarihi’nin düzgüleri arasındaki karşıtlık bu derin politik düşünürün şimdiye dek yalnızca yüzeysel ya da yozlaşmış okurlar tarafından incelenmiş olduğunu gösterir. Roma Sarayı kitabı sert bir biçimde yasakladı; buna inanıyorum, çünkü kitap Sarayı bütün çıplaklığı ile betimler.

KİTAP BİR
BÖLÜM II
İLK TOPLUMLAR
O zaman Grotius’a göre insan soyunun mu yüz insana ait olduğu, yoksa yüz insanın mı insan soyuna ait olduğu kuşkuludur; ve bütün kitabı boyunca eğilimi birinci görüşten yana olmuş görünür, ki bu Hobbes’un da duygusudur. Buna göre insan türü her biri başında onları yemek için koruyan kendi şefi ile birçok sığır sürüsüne bölünür.

============== TOPLUMSAL SÖZLEŞME SONU ============

 

DEVLET DİZGESEL BİR BÜTÜNDÜR VE TEKİL BÖLÜMLERİ YALITILMIŞ OLARAK İRDELENEMEZ
“… bir halkın Anayasası onun Dini ile, Sanatı ve Felsefesi ile ya da en azından tasarımları ve düşünceleri, genel olarak Kültürü ile (iklim, komşular, dünyanın durumu gibi daha öte dışsal güçlere daha öte değinmezsek) tek bir Töz, tek bir Tin oluşturur. Bir Devlet bireysel bir bütünlüktür ki, ondan tikel bir yan, üstelik Anayasa gibi en büyük önemi taşıyan yan, salt kendi başına çekilip çıkarılamaz ve onun üzerine salt onu ilgilendiren yalıtılmış bir irdeleme yapılamaz. Yalnızca Anayasa o öteki tinsel güçlerle tam bir içsel birliktelik içinde varolan ve onlara bağımlı birşey olmakla kalmaz, ama bütün tinsel bireyselliğin belirliliği, onun tüm güçlerinin toplamı ile birlikte, Bütünün tarihinde yalnızca bir kıpıdır ve onun gidişinde önceden belirlenmiştir” (s. 41).

“Kendini Devlette öne çıkaran ve bilince ulaşan Evrensel, var olan herşeyin onun altına getirildiği biçim genel olarak bir ulusun Kültürünü oluşturan şeydir” (s. 44).

“… ve Anayasalar doğru olarak genelde Monarşi, Aristokrasi ve Demokrasi olarak bölünmüştür. Bu noktada yalnızca şunlar belirtilmelidir ki, Monarşinin kendisi Despotizm ve asıl Monarşi olarak ayrılmalıdır, kavramdan yaratılan tüm bölümlemede yalnızca temel belirlenim öne çıkar, ve bu ise bu belirlenimin bir Şekil, Cins ya da Tür olarak somuta geçişinde sonuna dek açınmış olması demek değildir; yine özellikle belirtmek gerek ki, yukarıdaki türler bir dizi tikel değişkiye, yalnızca o genel düzenlerin kendilerinde kapsanan değişkilere değil, ama bu özsel düzenlerden birçoğunun karışımına, ama böylelikle biçimsiz, kendi içinde dayanıksız, tutarsız şekillenmelere de izin verirler” (s. 40).

“bir halkın Anayasası onun Dini ile, Sanatı ve Felsefesi ile ya da en azından tasarımları ve düşünceleri, genel olarak Kültürü ile (iklim, komşular, dünyanın durumu gibi daha öte dışsal güçlere daha öte değinmezsek) tek bir Töz, tek bir Tin oluşturur” (s. 41).

“Bir Devlet bireysel bir bütünlüktür ki, ondan tikel bir yan, üstelik Anayasa gibi en büyük önemi taşıyan yan, salt kendi başına çekilip çıkarılamaz ve onun üzerine salt onu ilgilendiren yalıtılmış bir irdeleme yapılamaz” (s. 41).

“Gerçekten bağımsız Devletlerin gelişimindeki soyut ama gene de zorunlu süreç onların Krallık ile başlamalarıdır — bu ister ataerkil isterse askeri bir krallık olsun. Bundan sonra tikellik ve tekillik kendilerini ileri sürmelidirler — Aristokrasi ve Demokrasi olarak. Son olarak, bu tikellik tek bir güç altına alınır ki, bu saltık olarak dışında tikel alanların bağımsız olacakları bir güçten, eş deyişle Monarşik güçten başkası olamaz. Böylece ilk ve ikinci tür Krallıkları ayırdetmek gerekir” (s. 41-2).

Din ve Devlet ilişkisi
"Dünyasal varlık zamansal bir varlık olarak tekil çıkarlarda devinir, böylelikle göreli ve aklanmamış birşeydir; aklanmasını ancak evrensel ruhu, ilkesi saltık olarak aklandığı ölçüde kazanır; bu ise ancak Tanrının Özünün belirliliği ve varoluşu olarak bilinmesi ile olur. Bu nedenledir ki Devlet Din üzerine dayanır. Bunun zamanımızda sık sık yinelendiğini duyarız, ve bununla denmek istenen çoğunlukla bireylerin, Tanrıdan korkan insanlar olarak, ödevlerini yapmaya daha yatkın ve istekli olacaklarıdır” (s. 44-5).

[Din halkın ahlakının temelidir, çünkü Tanrı korkusu doğal bilincin moral davranışının güvencesidir. Bu nedenledir ki örneğin Tolstoy Rus halkının dinsizleştirilmemesi gerektiğini savundu. Ateizm Tanrı ile birlikte Tanrı korkusunu da ortadan kaldırır. Bu etmen olmadığında eğitimsiz bireyin moral davranışının saltık ölçütü de yiter. Hegel moral davranışın dışsal korku etmeni üzerine dayanması olgusunu Çin ve Hindistan durumlarında inceler (aşağıda). Aslında Reformasyon öncesi Katolik Hıristiyanlıkta ve İslamda da aynı Tanrı korkusu etmeni Yahudilikten kalıt alınan bir moral artıktır. Protestanlık Duyunç Özgürlüğünü tanıyarak, yani Tanrı inancının kendisinin bireyin Duyuncunda temellendirilmesi koşulunu tanıyarak gerçek insansal Ahlak için zemini hazırlayan biricik dinsel bilinç biçimidir. Gene de bu ilke sıradan Protestanın bilincinde belirtik olarak bulunmaz ve dışsal ahlak yerini bütünüyle içsel ahlaka bırakmaz.]

[Modern Devlet aşamalı olarak Duyunç Özgürlüğünün gelişmesi ile birlikte temel yapılarında, Anayasasında da gelişen bir süreçtir. İnsan ilişkilerinin gerçek biçimi ya da gerçek Törellik, yani ideal-ussal insan ilişkileri ancak özgürlük bilincinde tam gelişmişlik zemininde olanaklıdır. İnsan Duyuncu gelişen bir yetidir, ve gelişimi kendi ussallığının tamamlanışında tamamlanır.]

“Dinin niteliği ne ise, Devlet ve Anayasasının da niteliği odur; Devlet edimsel olarak Dinden doğmuştur; ve dahası öyle bir yolda ki, Atina devleti, Roma devleti yalnızca bu ulusların özgül putperestlikleri içinde olanaklıydı, tıpkı bir Katolik devletin de bir Protestan devletten başka bir Tininin ve başka bir Anayasasının olması gibi” (s. 45).

[Örneğin Roma mitolojisi insanların Tanrı karşısında eşitliğini tanıyan, böylece Köleliği yadsıyan Hıristiyan inançtan bütünüyle ayrı bir törellik biçimine izin verir. Bu düzeye dek Roma İmparatorluğunun çöküşü Barbar Göçlerine olmaktan önce, İmparatorluğun Hıristiyanlaşmasına bağlıdır.]

“her birey Ulusunun çocuğudur ve aynı zamanda, eğer Devleti gelişmeyi yakalamışsa, Çağının çocuğudur hiç biri onun gerisinde kalmaz — ötesine sıçraması bütünüyle bir yana. Bu tinsel Varlık onun varlığıdır; birey onun bir temsilcisidir; ondan doğduğu ve onda yaşadığıdır. Atinalılar arasında Atina sözcüğünün çifte bir imlemi vardı; ilk olarak politik kurumların toplamı demekti, ama sonra halkın Tinini, birliğini sergileyen Tanrıça” (s. 46).

[Birey bütün törel benliğini, kültürel karakterini dışsal olarak kendi Devletinden alır. Bu onu soyut Ego olmanın üzerine yükseltir. Ama aynı zamanda ona sonlu bir tinselliğin biçimini verir ki, bu biçim onu tam gelişimine ulaşamadan belirler ve katılaştırır. Bu nedenle birey Çağının çocuğudur, ve “onun gerisinde kalamayacağı gibi onun ötesine atlaması da olanaksızdır.”]

“ancak bu tikel Din ile birlikte bu tikel Devlet biçimi bulunabilir, tıpkı bu tikel Devlette ancak bu tikel Felsefenin ve bu tikel Sanatın bulunabilmesi gibi” (s. 46).

“— Dünya Tarihi yalnızca Tinin nasıl aşamalı olarak Gerçeklik bilincine ve Gerçeklik istencine ulaştığını gösterir; şafak orada söker, o ana noktaları bulur, sonunda tam bilince ulaşır” (s . 46). ” (s.

 

III. Dünya Tarihinin Süreci

“Doğada güneşin altında yeni hiçbirşey olmaz ve bu düzeye dek şekillenmelerinin çokbiçimli oyunu kendisi ile birlikte bir bıkkınlık getirir. Yalnızca tinsel alanda yer alan değişimlerde yeni birşey ortaya çıkar.” (s. 47).

“Gelişim ilkesi bunun ötesinde temelde yatan bir iç belirlenimi, kendinde bulunan ve kendini varoluşa çıkaracak bir varsayımı kapsar. Bu biçimsel belirlenim özsel olarak Tindir ki, Dünya Tarihini edimselleşmesinin sahnesi, mülkiyeti ve alanı olarak alır” (s. 47).

“Doğada dingin bir doğuş olan Gelişim Tinde kendi kendine karşı sert ve bitimsiz bir kavgadır. Tinin istediği kendi Kavramına erişmektir, ama onu kendisi kendinden gizler, ve bu kendine yabancılaşmada gururlu ve doyumludur” (s. 48).

“Gelişim bu yolda, örgensel yaşamda olduğu gibi, zararsız ve kavgasız yalın bir ortaya çıkış değildir; tersine, kendi kendisine karşı sert ve isteksiz emektir, ve dahası yalnızca genel olarak kendini geliştirme gibi biçimsel birşey değil, ama belirli bir içeriği olan bir Ereğin yerine getirilmesidir” (s. 48)

[Tinin Gelişiminin kendine karşı kavga olması İnsanın aynı zamanda doğal bir varlık olmasına bağlıdır. Tinin bütün bir süreci aynı zamanda kendi doğallığının üzerine yükselişi uğruna kavga olarak görülebilir, çünkü Tinde doğal olan yan, içgüdüsel yan onu ilk, dolaysız varlığında tutmaya yönelik bir süredurumdur. Bütün bir moral gelişim Tinin ham, doğal eğilimlerinin uygarlaştırılmasına yöneliktir. Doğal olan düşüncesizdir; salt istek ve içgüdü tarafından güdülendirilir. Bu düzeye dek doyumu da içgüdüsel, doğaldır, tinsel değil. Doğallığın bastırılması Özgürlüğün bastırılması değil, tam tersine özgürlüğün kazanılmasıdır, çünkü doğal olan yan insanda zorunlu olanı, özgür olmayanı temsil eder. Bunun dışında, doğal doyum, doğal haz tinsel doyum ve haz karşısında yetersiz ve eksik olandır. Tinsel doyum doğal doyumu saltık olarak olumsuzlamaz, tersine onu kıpı olarak kapsar. Bu nedenle saltık olarak daha yüksektir.]

Tin kendi ilkelliği, yetersizliği, eksikliği içinde “gururlu ve doyumludur,” ve bu sözde kazanımları riske atmayı istemediği düzeye dek değişime dirençlidir.

“Dünya Tarihi içeriği Özgürlük Bilinci olan ilkenin gelişim sürecindeki aşamaları sergiler… ilk aşama Tinin doğallığa o daha önce sözü edilen batmışlığı, ikincisi ondan Özgürlüğünün bilincine çıkışıdır. Ama bu ilk kopuş eksik ve bölümseldir, çünkü dolaysız doğallıktan gelmiş, böylelikle onunla bağıntılı ve henüz bir kıpı olarak onunla yüklüdür. Üçüncü basamak bu henüz tikel Özgürlükten onun arı Evrenselliğine, tinselliğin özünün öz-bilincine ve öz-duygusuna yükseliştir. Bu aşamalar evrensel sürecin temel ilkeleridir” (s. 48-9).

“Burada Tinin sonsuz olanağından, ama yalnızca olanağından başladığını, bunun Tinin saltık içeriğini bir ‘Kendinde’ olarak, ilkin ancak sonucunda erişeceği erek ve hedef olarak kapsadığını ve öyleyse ancak bu sonucun onun edimselliği olduğunu belirteceğiz. Böylece varoluşta ilerleme eksik olandan daha eksiksiz olana bir ilerleme olarak görünür” (s. 49).

“Tinin sonsuz olanağı” anlatımı Tinin gizilliğinin ve edimselleşmesinin, Kendindesinin ve Ereğinin karşıtlar olarak bir ve aynı olmalarını imler. Gizillik Erekte karşıtı olarak yalnızca ve yalnızca kendisi ile karşılaşır.

“Felsefi irdelemeye uygun ve yaraşır biricik yol Tarihi Ussallığın dünyasal varoluşa çıkmaya başladığı yerde ele almaktır; ilkin o Ussallığın salt kendinde bir olanak olduğu yerde değil, ama onun Bilince, İstence ve Eyleme çıkma durumunun bulunduğu yerde” (s. 51).

“Tarih [Geschichte] bizim dilimizde nesnel yanı öznel yan ile birleştirir ve res gestasın kendisini olduğu gibi historiam rerum gestarumu da anlatır; olanlar, ve o denli de olanların anlatısıdır” (s. 52).

“Hintlilerin yalnızca eski din kitapları ve parlak şiirsel yapıtları olmakla kalmaz, ama daha önce Tarihin gelişimi için bir koşul olarak belirtilmiş olan yasa kitapları da vardır; ve gene de bir Tarihleri yoktur” (s. 53).

“Ama bu ülkede toplumsal ayrımlara doğru gelişmeye başlayan örgütleniş hemen Kastlar biçimindeki doğa-belirlenimlerinde taşlaşmıştır, öyle ki yasalar hiç kuşkusuz yurttaşlık haklarını ilgilendirseler de, bunları bile Doğal Ayrımlara bağımlı kılarlar ve başlıca bu sınıfların birbirlerine karşı yetkilerini (haklarını olmaktan çok haksızlıklarını), yüksek olanların aşağı olanlar üzerindeki ayrıcalıklarını belirlerler. Böylelikle törellik öğesi Hint yaşamının şaşaasından ve imparatorluğundan kovulur. Düzenin Doğaya dayalı kalıcılığındaki o özgürlüksüzlük üzerinde, toplumun tüm bağı yabanıl özenç, geçici uğraşlar ya da daha doğrusu hiçbir ilerleme ve gelişme ereği olmaksızın sürüp giden çılgınlıklardan oluşur” (s. 53).

“Dünya Tarihi, daha önce belirlendiği gibi, Tinin Özgürlük bilincinin gelişimini ve bu bilinç tarafından ortaya koyulan Edimselleşmeyi sergiler. Bu gelişme aşamalı bir doğa gösterir” (s. 54).

İdea Yayınevi / 2014