Aydınlanma Tasarımı ve Aydınlanma Kavramı
Aydınlanma sıradan bilincimizde "bilgi" ile bağlanır, ve karanlık bilgisizlik ile. Bu şiirsel eğretilemeler hiç kuşkusuz çağrışımlara dayanır, ve çağrışım kendinde yanlış ya da kötü değildir. Ama çağrışım birşeyi bilmek için uygun bir araç değildir.
Herşeyden önce söz konusu olan "bilgi"nin kendisini çağrışımlardan özgür olarak irdelemelidir. Onun kavramı ile ilgilenmeliyiz, tasarımı ile değil.
Aydınlanma bugün bile Batının kültürel gelişiminde zorunlu bir evre, giderek başka kültürlerin de öykünmeleri gereken bir evre, başarmaları gereken bir aşama olarak görünür. Ama eğretilemeyi ve tasarımı bütünüyle bir yana bırakmalı, Aydınlanmayı ilgili olduğu bileşenlerin terimlerinde, Us, Bilgi, Özgürlük, Ahlak, Törellik, Politika ve İnanç kavramları açısından bilmeliyiz. Bunu yaptığımızda Aydınlanmanın gerçekte bir Karanlık olduğunu kabul etmekten kaçınamayız. Sözde Aydınlanmanın Batı bilincine katkısı gerçekte bu kültürün henüz kurtulması gereken bir düşünme hastalığıdır.
Aydınlanma Us çağı olarak bilinir, ama Immanuel Kant da aralarında olmak üzere tüm Aydınlanma düşünürleri us düşmanları olarak, usu yadsıyan, ona güvenmeyen, onu duyguların, dürtülerin vb. kölesi olan zayıf bir yeti olarak görür. Buna göre Aydınlanmanın bilgi dediği şey görgül bilgidir ve böyle 'bilgi' daha sonra kendini materyalizmden pozitivizme sözde felsfelerde gösterir. Bu felsfeler de gerçekte felsefe değil ama sıradan bilincin bir kez de kendini felsefede sınamak için üstlendiği girişimlerdir. Tümü de felsefeyi, usu, bilgiyi reddetmede birleşir.
Aydınlanma Özgürlük ile bağlanır. Ama Aydınlanma açıkça despotik bir politikayı temsil eder ve Aydın olma karakterini bir boşinanç kütlesi olarak gördüğü bilgisiz Halkın Karanlığı ile karşıtlık içinde tanımlar.
Aydınlanmanın Özgürlüğü yadsıması onun sözde ahlak felsefelerinde görünür ve ahlaksal niteliği duyunç ile değil ama haz ve acı duyguları ile bağlar ve bu ahlak temelinde yararlık törelliği dediği bir barbarlık öğretisini törebilim olarak ileri sürer.
Aydınlanma inancı da boşinanca indirir çünkü bilgi ile, us ile bağdaşmayan bir inanç inanç değil ama boşinançtan daha iyi olmayan bir kuşkulu inançtır.
Tarihsel süreçte tikel bir düşünce akımı neyi temsil eder? Realiteyi belirler mi? Aydınlanma sandığı gibi tarihe karışma ve onu yönlendirme ya da giderek yönetme gücünü taşmış mıdır? Despotlar tarihsel karakter taşırlar çünkü milyonların istencini yönlendirirler. Savaşlara karar verirler, ülkelerin sınırlarını çizerler, kültürlerin biçimleri üzerinde etkili olurlar. Aydınlanma tarihsel olarak etkili olmuş mudur ve olmuşsa ne düzeyde etkili olmuştur? Aydınlanma bilgi üzerine kuramından politik kuramına dek yanlış bir tasarımı temsil etmiştir. Despotlar tarafından dinlenmiş olsa da, despotları yaratmamıştır. Demokrasi Aydının istencine karşın gelişmiştir. Felsefe Aydının görgücülüğüne karşın gelişmiştir. Yanlış bir kuram kimi kafalarda belli bir ölçüde etkili olabilir. Ama Dünya-Tininin gelişim süreci tinin özgürleşme devimidir ve bu devimin kıpılarının kendileri kendilerini çürütür ve ortadan kaldırırlar. Sözde ilerici Aydınlanma despotizmi sağlamlaştırma isteğinde en çoğundan tutucu bir etkide bulunmuştur. Bilim sürecinde Aydınlanmanın hiçbir etkisi olmamıştır çünkü bu sürecin kendisi görgül yanında Aydınlanma olmaksızın da Aydınlanmanın bilgi ile anladığı şeyi üretmekten başka birşey yapmamıştır.
Özgürlük Korkutucudur
Aydın politik olarak bir despottur çünkü İstenç, Duyunç, Özgürlük, Us kavramlarını bilmez, ve bilmediğine karşı saldırgandır çünkü bilinmeyen, kuşkulu olan onun için güvenilmez olmalıdır.
Özgürlük özgür olmayan bilinç için korkutucudur, ve hiç kuşkusuz haklı olarak korkutucudur, çünkü özgürlük ilkin soyuttur, "dilediğini yapma" özenci olarak, seçme özgürlüğü denilen keyfi istenç olarak anlaşılır ve uygulanır. Bu dolaysız-düşüncesiz özgürlük momentinde İstenç henüz kendi kendisini nesne yapmaz, kendi üzerine düşünmez. Henüz Duyunç olarak kendi kendisini yargılamaz, henüz Ahlak gelişmiş değildir. İstenç bu ilk evresinde ahlaksızdır. Duyunç tıpkı henüz erginliğe büyümemiş bir çocuğun durumunda olduğu gibi hamdır. Ama özgürlüğü öğrenmenin, özgürlüğü gerçekleştirmenin yolu özgürlüğün kendisinden geçer. İnsanlık doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü yalnızca rahipleri dinleyerek öğrenemez. Dışsal Ahlakı içselleştirmeli, kendisi ahlaksal bir varlık olmalıdır.
Katolik Kilise, tıpkı onunla savaşan karşıtı Aydınlanma gibi, halkı özgür olmasına izin verilmeyen ve her zaman çocuk kalması, her zaman güdülmesi gereken yığınlar olarak, kitleler olarak gördü. Rahibin boşinançlı despotizminin karşısına Aydının despotizmi çıktı. Ve despotizmin despotizm ile kavgasının sonucu despotizmdir.
Aydınlanmanın arkasından gelen despotik İdeolojiler, başlıca Marxizm ve Nazizm, aynı kölelik tininden yararlandı. Kurtarıcı İdeoloji kurtuluşa gereksinimi olmayan özgür Yurttaş Toplumunda değil ama hiçbir zaman özgürlüğü tanımamış despotik kültürlerde zemin bulabilirdi. Özgürlüğe yabancı olan ve kendi istençleri olmayan eğitimsiz, bilgisiz, düşüncesiz halklar, kitleler, yığınlar Führerlerinin ve Sevgili Önderlerinin, Leninlerin, Troçkilerin, Stalinlerin ve Hitlerlerin despotik istençlerini izledi. Tiranlıklar her durumda halkların ahlaksızlığı üzerine, istençsizlik ve duyunçsuzluğu üzerine dayanır.
Aydınlanma ve Us
Fransa’da
Aydınlanma dünyasallaşmış bir Katolik Kiliseyi ezdi. Protestan İngiltere’de
rahipler çoktandır politik nüfuzlarından bağışlanmış, Devlet görevlileri yapılmışlardı. İspanya’da Aydınlanma bir mum
alevi gibi parlamayı bile başaramazken, kısa bir süre için klasiklerin,
romantiklerin ve idealistlerin estetik, duygusal ve ussal tılsımı altına
düşen Almanya’da Aydınlanmanın kendisi pekçoklarına bir tür Karanlık gibi göründü. Ama Almanya'nın despotik yarısı ve Avusturya Aydınlanmayı bile aratacak İdeolojik mayalanmaların zemini olarak kaldı.
Eğer
Aydınlanma çağına ‘Us Çağı’ demenin en küçük bir anlamı olmalıysa, bu
anlam kırıntısını Aydınlanmanın kurumsallaşmış dine karşı çıkmasında
aramak gerekir. Ama tıpkı ikiyüzlülüğe dayanamamanın kendinde büyük bir
erdem belirtisi olmaması gibi, insan usunun düşebileceği büyük sefilliklerden biri olan boşinancın karşısına pozitif bilimi tüm donatımı ile çıkarmak da büyük bir bilgeliğin göstergesi değildir. Gerçekte tıpkı aynıların aynıları bilmesi gibi, Aydınlanma da çarpıştığı boşinançta kendi usdışı bakış açısından başka birşey ile çarpışmadı. Aydınlanma dayandığı bütün bir modern bilimsel temeli Galileo ve Kepler gibi ussalcılardan, kendileri Aydınlanmacılar olmayan, aslında İngiliz Aydınlanmasının birincil boy hedefleri olan Descartes ve Leibniz gibi bilimci ve felsefecilerden ödünç aldı.
Aydınlanmanın 'bilgi' dediği şey görgül bilgi, pozitif ya da yararlı bilgi idi. Buna göre Aydınlanma için kurgul bilgi, ussal bilgi, felsefi bile ya da kısaca gerçek bilgi yadsınması gereken bir yanılsama idi. Aydınlanma düşünürleri, her ciddi felsefecinin bildiği gibi, Usu çürütmekle ilgilendiler çünkü ussal bilgiyi metafiziksel olarak, Usu Metafizik dedikleri şeyin kendisi olarak gördüler.
Aydınlanma düşünürleri boş metafizik olarak gördükleri doğal hakkı ya da insan haklarını reddettiler. Bu tutum Aydın Despotizminin bir başka anlatımından başka birşey değildi. Usu tutkuların kölesi
olarak ve ahlakı salt bir haz ve acı sorunu olarak gördükleri için, insan özgürlüğünü reddettiler. Pozitif yasaya, egemenin buyruğuna ‘haktır’ diyerek, evrensel hakkı ve evrensel özgür istenci reddettiler. Etik için özgür istencin yokluğunda, Aydınlanma etiği nihilistik bir yararlık etiğidir ve moral belirlenimini Duyuncunda değil ama haz ve acı duygularında bulan bu törellik bir süre için modern Avrupa politikasını tanımlayan özsel etmen oldu. Yararcılık moral olarak ancak Aydınlanmaya özgür belirlenimler olarak Deizm ve Ateizm temelinde olanaklı olabilirdi.
Kendi sözde ‘ussallığının’
değerini yalnızca ve yalnızca köhnemiş bir Roma Katolik Kilisesinin kurumsallığı ile karşılaştırma
içinde ölçen Aydınlanma aynı zamanda Batıda idealizmin ve rasyonalizmin bastırılmasında, tek-boyutlu toplumun ve insanın belirleniminde başka herşeyden daha etkili oldu.
Çünkü bunu bir ideoloji adına değil, ama pozitif bilim adına yaptı. Aydınlanma ortadan kalkmış, ‘Aydın’ sözcüğünün kendisi Batıda Doğu gizemciliği ile bağlanan küçük düşürücü bir anlatım olmuştur. Ama Aydınlanma kesinlikle yitmemiştir. Nerede olduğunu
sorarsak, bugün kendini Avrupa’nın pragmatik, pozitivist ve moral olarak göreci tininde gösterir.
‘İNSAN
HAKLARI’ BOŞ METAFİZİKTİR! HAK YALNIZCA POZİTİF HAKTIR!
Aydınlanma düşünürleri Ussalcılar değil,
ama Kuşkucular idi — çağdaş nihilizmin ve pozitivizmin ataları. İdealistler
değil ama yararcılar idiler — pragmatizmin, giderek hedonizimin ataları. İngiliz
yararcısı Bentham, “Hak yasanın çocuğudur, olgusal yasadan olgusal
haklar gelir; ama imgesel yasalardan, ‘doğa yasası’ndan imgesel
haklar gelir,” der. “Doğal hak bütünüyle saçmadır.” Doğal Hak ile o günlerde anlaşılan şey kendinde insan haklarından başka birşey değildi. Kuşkucu Hume
hiç kuşkusuz Bentham ile anlaşma içindedir: “Doğal yasa ve doğal
haklar gerçek olmayan metafiziksel fenomenlerdir.”
‘Doğal
Hak’ anlatımı pozitif olmayan, yazılı olmayan, henüz bir olgu olmayan
ve gene de o sözde aydınlık yüzyılın bilincinde gün gibi açıkta
yatan İNSAN HAKLARI kavramının anlatımıydı. Ve Aydınlanmanın asıl temsilcileri için boş metafizikti. Eğer böyle görülmeseydi, yaşanan tüm türesizlikleri örtmenin bir yolu olmazdı. Modern Tinin doğuşu moral göreciliğin damgasını taşır. Bu teknik anlatımın açık anlamı duyunçsuzluk ve ahlaksızlıktır. Düşüncesizlik gelişmeyi başlıca alt-yapı denilen şeyin pozitif gelişmesi olarak, teknolojik olarak görür, moral olarak değil. Moral gelişme insanlığın büyük bölümü için bugün de yabancı bir kavramdır.
Aydınlanmanın izinde yürüyen görgücü ve analitik düşünürler ‘insanlık’ kavramını da boş metafizik olarak görürler ve İngilizler, Fransızlar, Çinliler vb. vardır, derler, "insanlık" değil. Görgücü düşünce için "evrenseller" yoktur. |
Aydınlanma pragmatizmi ve yararcılığı ile modernleşmenin yolunu İdealizmden, Güzel Sanatlardan,
Evrensel İnsan Haklarından ve Değerlerden temizledi. Bütün bir dünya bundan böyle hiçbir moral kaygı olmaksızın yeni tinin oyun alanıydı. Aydınlanmanın
‘us’ ve ‘bilgi’ imgeleri kendilerini Batının makineleri ve bombaları olarak
gösterdiler, ve hiçbir duyunç direnci ile karşılaşmadan dünyayı hızla
evrensel bir sömürü, türesizlik ve savaş durumuna uyarladılar. Bugün
‘Batı Uygarlığı’ dediğimiz ve hiçbir biçimde evrensel olmayan, göreci olan kültürün temellerinde Aydınlanmanın iki yüz
yıllık nihilistik emeğinin yattığını yalanlamak olanaksızdır: Boşinancın
boş kalan yeri henüz doldurulmuş değildir. Batı özgürlük bilincinin doğduğu ve gelişmekte olduğu yerdir. Ama "gelişme" bir süreçtir ve "gelişmemişliği" kendi içinde kapsar.
1)
Aydınlanmanın Kavramı. Her olgu
durumunda olduğu gibi, Aydınlanma devimi de belirli bir kavramın mantıksal
açınımı olarak kendinde olduğu gibi kavranmalı, popüler tasarımda
ya da pop felsefelerde göründüğü gibi değil ama kavramı içinde anlaşılmalıdır. Bireysel temsilcilerinin kavrama
ne ölçüde anlatım verebildiklerinden ayrı olarak, onda kişisel olarak
görmeyi istedikleri herşeyden ayrı olarak, Aydınlanma kavramı ona dışsal olarak yüklenen tutarsızlıklarından
temizlenmeli, tutarlı bir dünya görüşü olarak, şeylerin düzeninde önemli
bir yeri olan bir bileşen olarak çözümlenmelidir. Bu yapıldığında, Aydınlanma
kendini soyut bir us imgesi adına inancı çürütme girişimi
olarak gösterir.
2)
Aydınlanma Avrupa’da Descartes İle Başlayan Ussalcılığın Bir İlerlemesi
Değildir. Tam tersine, ‘Us Çağı’ adlandırmasına karşın, Aydınlanmanın başyapıtları
olan Fransız özdekçi ve İngiliz görgücü dizgelerinin dolaysızca
gösterdikleri gibi, Aydınlanma Usa karşı derin bir güvensizliğe (kuşkuculuk),
duyusal deneyime duyulan güçlü bir güvene (görgücülük), ve haz ve acı temelinde belirlendiği kabul edilen bir törelliğe (yararcılık) anlatım
verir. Deizm bu kuşkucu temelde inanca verilebilecek biricik biçimdir. Aydınlanmanın
‘ussallık’ ile anladığı şeyin kendisi usun özellikle Kant'ın eleştirel felsefesinin inanmamızı istediği güçsüzlüğüdür. Us sınırlarının
ötesine geçerse, görüngünün ötesinde kendinde-şeye uzanırsa, saltık gerçeklik
isteminde bulunursa, altyapıdan özerkliğini ileri sürerse tehlikeli olacaktır.
Us sınırlarını bilmelidir. Usu boşinanç ile karşıtlığı içinde ölçen, onu duyular
karşısında ikincil gören Aydınlanma yerini aldığı Boşinançtan daha iyi olmayan
bir us savurganlığıdır. |
|
3)
Aydınlanma Niçin Başarısız Oldu? En
iyi yanında, Aydınlanma insanlığın kurtuluşu adına boşa çıkan girişimlerden
biri olarak görünür. Aydınlanma bilimsel gelişimin gönençte sınırsız bir
artışa götürerek yoksulluğu ortadan kaldıracağı, insanı doğa karşısındaki
güçsüzlüğünden kurtaracağı gibi beklentilerinde bir iyimserlik tinine
anlatım verdi. Hiçbirşey böyle umuttan daha haklı, daha ussal, daha anlamlı
olamazdı. İnsan doğanın tüm gizlerini çözebilir, onun sınırsız güçlerini
anlayabilir, ondan tüm insanlığın mutluluğu uğruna yararlanabilirdi. |
Ama Aydınlanma tasarı beklenenin tam tersine sonuç verdi. İnsanlığın özdeksel
kurtuluşunun hiçbir zaman olmadığı denli yakın göründüğü bir bir dönemde
dünya daha önce hiçbir zaman yaşamadığı yoksullukları yaşamaya başladı.
İnsanlık için barışı ve türeyi yeryüzünde gerçekleştirmenin en gerekli
ve olanaklı göründüğü bir zamanda daha önce hiç yaşanmamış bir saldırganlık
ve türesizlik çağı başladı. İnsan ruhu henüz korkak, duyarsız, duygusuz olduğunu yeterinden öte tanıtladı,
ve Avrupa’nın her zamanki yalancı ‘felsefecileri’ insanın dünyaya fırlatılmış
bir hiçlik, varoluşun anlamsız, yaşamın yaşamaya değmez ve insanın saçma olduğunu buyurmaya
başladılar. |
ABD’DE
AÇLIK. Görgücü felsefi temelleri ile Aydınlanma hiç kuşkusuz idealist değildi, ve yararcı törellik anlayışı gereği özdeksel gönencin tinsel gönence birincil olduğunu kabul ediyordu. İnsanın usun değil ama tutkuların denetimi altında olduğu önyargısı ile, sözde 'ussalcı' Aydınlanma ussalcı olmaktan öylesine uzaktı ki, tam tersine Aydınlanma düşünürleri görgücü ve kuşkucu ilkeleri ile tutarlı olarak özellikle rasyonalizme karşı idiler. Ve başından bu yana ikisini de kazanamadı.
Aydınlanmanın yaşayan kanıtı olan ABD yararcı etiğin cenneti oldu. |
|
|
|
4)
Geleneksel Ve Modern Ayrımı. Hiç
kuşkusuz geleneğin yüzyıllarında, Avrupa boşinançlar uğruna milyonların
yokedilmesine, Hıristiyan duyunç adına duyuncun kendisinin, Skolastik us
adına usun kendisinin çiğnenmesine tanık oldu. Ama Modern Avrupa da en az
eşit ölçüde yokedici olduğunu gösterdi. Birinciler yaptıkları şeyleri kutsal
eylemler olarak görürken, ikinciler kendi yaptıklarının us ve özgürlük dedikleri
ilkeler adına olduğunu ileri sürdüler.
5)
Aydınlanmanın Kalıtı. Aydınlanmanın
Katolik boş-inanç karşısında duyulan
bir tepki olması gerçekliğin yarısıdır. İkinci yarısı Aydınlanmanın kendisinin
bu tepkisinde bile kavramsal içerikten yoksun bir boş-us olmasıdır. Aydınlanma Boşinancın imgeleri, putları, mitleri karşısında
ona yaşamın olgularını, bilginin gücünü gösterdi. İnançtan saçmalamaya
son vererek sağduyunun toprağına gelmesini istedi. Ama Aydınlanmanın boşinanca
gerçekliğin kaynağı olarak gösterebildiği şey beş
duyunun tanıklığından daha çoğu değildi. Duyusal temele bağlanan
bilgi hiç kuşkusuz boşinancı çürütmenin etkili bir yoludur. Ama duyusal
temele indirgenen bilgi bütününde gerçekliği de çürütür, bilimi olduğu
gibi törelliği de duyusal bir sanı sorununa indirger, güzelliği olduğu
gibi duyuncu da öznelleştirir, görelileştirir. Aydınlanma Felsefe değildir.
Aydınlanma idealizmin anlamsız ve yararsız olduğuna, aslında zararlı,
giderek tehlikeli olduğuna inanır. Anlamlı, değerli ve önemli olanın özdeksel
olduğuna inanır. Onun için tinsel Değer değil
ama özdeksel Yarar önemlidir.
Aydınlanma
herşeyden önce boşinancın karşısına sürdüğü Bilimin kendi doğası konusunda
bilgisizdi. Onu salt yararlı bir nesne olarak, bir güç olanağı olarak,
bir denetim ve üstünlük sağlama aracı olarak gördü, bir amaç olarak, kendinde
değeri olan bir erek olarak değil. Bu pragmatist yaklaşımın kendisinin
bilimin yararlığını sınırladığını anlama yeteneği yoktu. Böyle dar kafalı,
ruhsuz burjuvanın dünya görüşünü anlatan ve dar olduğu denli de töresiz
olan bu özdekçi ilke Batının ilerlemesinin koşuludur. Ama o denli de onun
bedelidir. Aydınlanma Avrupa’ya doğrudan çıkarları ve özdeksel kazanımları
insan değerlerinin ve duyuncunun üstüne koymayı öğretti. Duyuncun
toplumsal ilerlemeye engel olmaması gerektiğini öğretti. İdealizmin politik
yapıda hiçbir hakkının olmaması gerektiğini, modern toplumun örgütlenmesinde
pazar ilkesinin en güvenilir etmen olduğunu, işleyimin gelişmesi için
sömürünün ve türesizliğin göze alınması gerektiğini, ve acımasızca yarışmacı
modern toplumu örgütlemenin en ussal yolunun denetimci bir bürokratik
aygıta dayandığını öğretti.
6)
Aydınlanma Henüz Aramızdadır. Aydınlanmanın
dinamik ilericiliği geleneğin tutuculuğu ile karşılaştırma içinde çok
anlamlı görülür ve doğrulanır. Karşıtlık bir çocuk uslamlamasının bile yakalayacağı denli açık,
duru ve yalındır. Aynı karşılaştırmalı mantık bugün Açık
Toplum kuramcılığı tarafından da etkili olarak kullanılır
ve Aydınlanma idealinin bir güncelleştirilmesi olan bu Açık Toplum biçimi
de kendini kapalı totaliter biçimlerle karşıtlık içinde aklayıp paklar.
Ama bu karşılaştırmalı toplumbilimin ötesinde ve üstünde, ilerleme gibi açık toplum da kendilerini ideal-ussal ölçünler ile karşılaştırmazlar çünkü bu karşılaştırmaya dayanamazlar, çünkü görgül-göreci bilincin duyusal, deneyimsel, özdekçi uzamında bir insan
özü kavramına, değişmez bir insan
doğası kavramına, insanlık için bir erek kavramına yer olamaz. Bu ideal ölçünler o reel bilinçte boş metafizik olarak, varlık taşımayan düşlemsel kurgular olarak görünür. Gerçek ilerlemeyi, gerçek gelişmeyi anlatan böyle kavramların
emeğini üstlenmek yerine, Batı politik istenci reel varoluşun sunduğu sınırsız olanaklar arasında seçim yaparak varoluşu özgürce belirler, göreci bir törellik zemininde hiçbir duyunç rahatsızlığı duymaksızın
özel mülkiyet ve anamalcılık gibi özdeksel değerleri insanların ve ulusların
yaşamları üzerinde, insanların ve ulusların yazgıları üzerinde ilke yapar. Batı hiç kuşkusuz bir mollalar rejimi, bir despotizm alanı değildir, çünkü orada egemen politik güç Reformasyon yoluyla duyunç özgürlüğünü kazanmış olan halktır. Ama bu popüler duyunç ve istenç henüz doğal olanın, içgüdüsel, dürtüsel, itkisel olanın ötesine geçebilmiş, henüz yararlı olanın mantığının üzerinde, yararcılığın ötesinde ussallaşabilmiş değildir. |
Voltaire
— Zorunlu Bir philosophe: Aydın Karakterinin Prototipi |
|
‘‘Si
Dieu n’existait pas, il faudrait l’inventer :: Tanrı olmasaydı, onu yaratmak
gerekirdi.’’ |
|
Aydınlanma Avrupa
insanını bir boşinanç topluluğundan kurtarıp modern toplumun anlamsızlığına,
değersizliğine, nihilizm ve pozitivizmine götüren ikinci büyük uslamlamadır. (Birincisi Reformasyondur).
Aydınlanmanın bilim
ve gerçeklik ile ilgisi baştan sona gülünç, bön, ve kısırdır çünkü görgücülüğünden
(göreciliğinden) ötürü saltık gerçekliği, bilginin kendisini reddeder, olasılık ile yetinen bir indeterminizmde kalır.
Aydınlanma tini bilim dışıdır, olgucudur, yararcıdır.
Aydınlanmanın özgürlük ve demokrasi ile ilgisi de baştan sona olumsuzdur
çünkü görgücülüğünden (göreciliğinden) ötürü evrensel
insan haklarını metafizik olarak reddeder: Aydınlanma tini ilerlemeyi özdeksel olarak gördüğü ölçüde baskıcı, denetimci, despotiktir. Her iki
niteliğini de — türesizliğini olduğu gibi baskıcılığını da — pozitivist mantığından çıkarsar,
bilgiyi ve değeri bir yana fırlatır, ve yararcı
ve baskıcı bir zeminde İlerleme olarak anladığı
sürece yönelir. Böyle ilerleme ancak türesizliği insan ilişkilerinin normal
durumu olarak kabul edebilecek, ancak değersizliği insan ilişkilerinin
normal durumu olarak kabul edebilecek bir ruhsal yapı üzerinde olanaklıdır.
Böyle İlerleme inancında olduğu gibi biliminde de pozitif-duyusal
öğenin ötesine geçememiş bir nüfus temelinde olanaklıdır. Böyle
ilerleme ancak tarihsel olarak henüz duyunç kavramını
geliştirmemiş bir toplumsal yapı temelinde olanaklıdır. Ve böyle uygarlığın
kendini küresel model olarak, evrensel insanlığın varoluş biçimi olarak,
tarihin sonu olarak sunması Batı değerlerinin insanlık değerleri olduğu
düzeye dek ussal, anlaşılır ve gerçekleşebilir bir dilektir. |
|
Aydınlanma modern
toplumun büyük nihilist uslamlaması için materyalist öncülü sağlar. |
Onu formüle eden
düşünürlerin tüm tutarsız, giderek çelişkili kişiselliklerinin üstünde
ve ötesinde, Aydınlanmanın özsel bir mantığı vardır, ve her tarihsel devim
gibi Aydınlanma da ona katılan bireylerin geriye bakan özençlerinden bağımsız
olarak kendi mantığını kristalize eder, onu daha öte tarihsel çıkarsamalara
hazırlar. Hiç kuşkusuz
Aydınlanma düşünürlerini kişisellikleri içinde almalı, onlara söylemediklerini
söyletmemeli, yazmadıklarını yazdırmamalı, düşünmediklerini düşündürmemeliyiz.
Ama gene de Aydınlanma tutarlı bir mantıksal yapıdır, bir dünya görüşüdür,
ve sözcülüğünü üstlenen bireysel düşünürlerin yetersizlik ve tutarsızlıklarının
üstünde ve ötesinde bir evrenseldir, mantığı onu yeterince kavramayı başaramayan
bireysel mantıkların tözüdür. |
Voltaire’in
‘Us’u |
Deist (ya da daha
tam olarak, ateist) Voltaire için Descartes’ın felsefesi Spinozacı panteizme,
buna karşı Newton’un öğretisi ise Tanrının bilgisine götürüyordu. Usdışı
öncülleri üzerine, bu hiç kuşkusuz güzel bir çözümlemeydi. Ama yalın bir
mantıktan bile öylesine uzaktı ki Descartes’ın ve Spinoza’nın evrenlerinin ussal olduğunu ve evrenin ussallığını doğrulamanın
panteizm demek olmadığını anlayamazdı. Bununla tutarlı olarak, Newton’un
uzayı Tanrının duyu örgeni ve Yerçekimini Tanrının istenci yapan usdışı
‘doğal felsefe’sinin Hermetik bir boşinanç yapıtı olduğunu, aslında böyle
bir evren yorumunun panteizm adına daha çok yakıştığını da düşünemezdi.
Aslında Voltaire soğukkanlı düşünmeyi pek sevmezdi. Onun gözünde, Newton’u
en büyük ‘felsefeci’ sayan ve barometre ve termometreye ‘felsefi aygıtlar’
diyen İngiliz düşünürleri Fransız aydınlarına örnek olmalıydı. Dünya halklarını
köleleştirme, dünya ülkelerini sömürgeleştirme, işleyim devrimi adına
acımasız bir sömürü düzenini başlatma yolunda olan İngiliz liberalizmi insanlığın geleceğin imrenilecek düzenini daha şimdiden yaratmaya
başlamıştı. Voltaire henüz şekillenmekte olan kaotik bir dünyada duyunçsuz
Anglo-Saxon tinin eline oynadı. Tarihsel önemini ve ününü doğru seçimine
borçludur.
Descartes’ın felsefesi
için, ‘‘yalnızca bilgisizi eğlendirmeye uygun dahice bir romanstan daha
çoğu değildi,’’ diye buyurur Voltaire. Voltaire’in us düşmanlığı otomatikti.
Soyut, duyarsız, ilgisiz, bireyci kişililği ile modern hafifliğin, entellektüel
vakarsızlığın bir simgesi oldu. Aydınlanmanın öncü ‘filozofu’ olduğu,
kafasında taşıdığı usun gerçekten de sözcüğün en açık ve seçik anlamında
Aydınlanmanın usu olduğu su götürmez. |
Voltaire’in
‘felsefesi’ne göre mutluluğun gizi ‘‘kişinin kendi bahçesini ekip biçmesinde
yatar’’ (Candide). İdealizm gereksiz, aslında
zararlıdır. Voltaire için ‘‘olanaklı tüm dünyaların en iyisi’’ olmayan
bu dünyaya uyarlanmanın en iyi yolu, bu yalnız insanın dünya görüşü ile
uyum içinde, belli bir ilgisizlik ve duyarsızlık kültürü geliştirmeye bağlıydı. |
Voltaire’den
bir elyazması.
Voltaire
de pekçok görgücü gibi bir ‘Felsefe Sözlüğü’ yazdı. Kapsamında antikçağ,
hayvanlar, ateizm, iflas, piskopos, brahmanlar, şarlatan, iklim, sağduyu,
sofu, bakan, amblem, son nedenler, tahıl, dolandırıcılık, öpüş, yasalar,
dil, sevgi, lüks, evlilik, dağ, çıplaklık, doğa, zorunluk, güç, seyrek,
us, gözyaşları vb. gibi girişler bulunur.
(Voltaire’in ‘Felsefe Sözlüğü’nden ‘tahıl’
konusu bu sayfanın en sonunda bulunuyor.) |
‘Felsefeciliğini’ bir yana
bırakırsak, biraz daha çekilebilir bir Voltaire tablosu doğar. Tüm les Lumières gibi, o da sözde İnsan Hakları öğretisine inanıyordu.
Ama gene de söz konusu Hakların kendisine ait olduğu İnsana inanmıyordu.
Anlatım özgürlüğünü savunuyordu. Ve gene de duyumcu mantığı ile özgürlük
ve belirlenim karşıtlığını birleştiremediği için, özgür istencin gizini
çözüp evrensel istencin ussallığını doğrulayamadığı için, yönetimi
halkın eline bırakma düşüncesini onaylamıyordu. Halkı her zaman olduğu
gibi kalacak bir ayaktakımı olarak gördü. Eğer bundan böyle tarihi
belirleyecekse, Aydın ayaktakımına bağımlı olamazdı. Düşmanı herşeyden
önce Katolik dinadamları sınıfı idi, ve buna göre egemenliğin aydın bir
tekerklikte olması kafasında üretebildiği en yüksek politik örgütleniş
biçimi oldu.
Usun doğasını anlamayan her
görgücü düşünür durumunda olduğu gibi, kafasındaki ilerleme tasarımı insanlığın törel bir büyümesini, gerçek özgürlüğü ilgilendirmiyordu. Anladığı
ve doğruladığı ‘değerler’ tam olarak Rousseau’nun reddettiği ruhsuz özdeksel
ilerlemenin değerleri idi. Görmediği değerler tam olarak Romantizmin varlık
nedeni olan duyarlık ve duygu, güzellik ve sevgi, estetik ve törellik
değerleri idi. Bu ruhsuzluk içinde üretilen yapıtları yalnızca tozlu kitaplıkları
ve müzeleri doldursa da, içinde yaşadığı çağın zorunlu bir ‘felsefecisiydi.’
İnsanlığın en önemli sorunlarını hiciv konuları olarak gördü, ve modern
yüzyıllar boyunca yeniden-üretilecek olan ölçün kuşkucu, inançsız, ciddiyetsiz
karakter biçimini geliştirdi.
‘‘Voltaire
belli reformları istemiş olmasına karşın gerçekte demokrasinin
gelişimi konusunda hiçbir kaygı göstermedi. İlgilendiği şey kendisi
ve dostları için anlatım özgürlüğüydü. İyiliksever despotizm,
eğer iyilikseverlik özellikle le philosophesa yönelikse,
onun için halk yönetiminden çok daha uygundu.’’
(F.
Copleston, Aydınlanma.) |
|
Voltaire,
ya da François Marie Arouet (1694-1778). Aşağı
yukarı ailesiz büyüyen Voltaire ilkin bir Jeusit olarak yetiştirildi.
Daha sonra iki yıl kaldığı İngiltere’de Locke ve Newton gibi görgücülerden
etkilendi ve usdışı öğretilerini özdekçiliğe bütünüyle yatkın olan Fransız
beynine aşıladı. Galileo, Kepler ve Descartes gibi ussalcıların geliştirdikleri
Mekanik Kuramını bir hermetik
‘doğal felsefe’ altında gasp eden Newton’ı modern fiziğin yaratıcısı olarak
tanıtmada başka hiçbir birey Voltaire denli etkili olmamıştır. İngiltere’nin
monarşisini doğrularken, Fransa için politik yapı olarak aydın despotizmini
öneren Voltaire
aristokratlarla atıştığı için iki kez Paris’ten sürüldü, ve iki kez Bastille
zindanlarına atıldı. |
‘‘Sevgi
aptallığın us üzerindeki utkusudur.’’ — Voltaire, Not
Defterleri’nden. |
Modern
Karakterin Mimarı. Ruhsuz bir işleyim uygarlığında
bir anlam bulamayan, insan duygusunun, doğanın ve evrensel özgürlüğün
değerini keşfetmekte olan Rousseau’yu bir ‘insanlık düşmanı’ olarak, bir
tür ‘Açık Toplum Düşmanı’ olarak gören Voltaire, onu Cenova Tiyatrosunu
yakmakla da suçladı. Her konuda her şeyi doğrulayabilen ve yadsıyabilen
bu Aydınlanmacı düşünür tam olarak Rousseau’nun yaka silktiği modernist
ikiyüzlülüğün, arkasında gizlediği kabalıkla doğru orantılı olarak artan
sözde bir inceliğin temsilcisiydi.
Eğer Dünya Tarihinin
yazgısı Voltaire gibi öncüler tarafından belirlenecek olsaydı, böyle Tarihin
kendisi bir Hicivden daha iyi birşey olmazdı. Ama Voltaire’e haksızlık
yapmak, gerçekten de önemli bir düzeye dek Avrupa-Tarihsel bir kişilik
olduğunu yadsımak olanaksızdır. Bir bütün olarak görülebildiği düzeye
dek, modern Avrupa tarihine Voltaire’in katkısı gün gibi ortadadır: Kıta
Avrupasında Descartes’ın ve Spinoza’nın ussalcılıklarının etkisizleştirilmesinde
ve Locke gibi, Newton gibi irrasyonalistlerin evrensel saygınlık kazanmalarında
rolü olağanüstü önemlidir. Ve ortak bir Avrupalı karakterinden söz edilebildiği
düzeye dek, onda Voltaire’in kişiliğinin çizgileri yadsınamayacak denli
çarpıcıdır. Voltaire Anglo-Saxon tine gösterdiği duygudaşlığın, ona yaltaklanmalarının
sonucu olarak bugün de modern popüler kültürde sayılan ve sevilen, bugün
de iki buçuk yüzyıl önce olduğu gibi dipdiri ve taptaze kalan bir düşünürdür. |
Sapık
idealler, sapık değerler uğruna yüzyıllardır birbirlerini ve dünyayı doğruyan
Avrupalıları durdurmanın yolunun ideallerden, değerlerden vazgeçmek olduğunu
Voltaire postmodernist düşünürden yüzyıllar önce keşfetti. |
Değerlerin
Yeniden Değerlendirilmesi. Hiç kuşkusuz modern
Avrupa’nın tarihine ve Dünya Tarihine etkileri Aydınlanma düşünürlerinin
bilinçli ve amaçlı komploları değildir — tıpkı örneğin Jocobinlerin de
niyetlerinin Terör uğruna Terör olmaması gibi. Ama açıktır ki, modern
dönemde işleyim devrimi olarak bilinen acımasız bir sömürü sürecinden sömürgeciliğe, ırkçılıktan emperyalizme insan kötülüğü olarak
gördüğümüz her trajedinin altında yatan şey insan değerleri, insan hakları,
insan yaşamları karşısındaki aynı modern duyarsızlık, aynı modern duyunçsuzluk, ve aynı modern acımasızlıktır. Ve
Aydınlanma tam olarak bu tinin mimarıdır.
Modern döneme dek, kendinde bir ‘değer’ olarak yüceltilen ve bir ‘yaratıcılık’
güdüsü olarak övülen tecim ilkesi üzerine, kâr uğruna kâr ilkesi üzerine bir uygarlık kurulmadı. Tarih kendi kavramı gereği böyle
bir usdışını dışlar. Tanım gereği, böyle bir güdü üzerine bir uygarlık
değil ama acak barbarlık kurulabilirdi. Bunu başka herkesten çok modern
İngiltere tarihi doğruladı. Bütün bir Hindistan üzerinde egemenlik hakkı
ileri süren East India Company ile özdeşleşen
İngilizler dışında — ve bir de ‘muz cumhuriyetleri’ dışında — hiçbir halk
hiçbir zaman kendini bir şirketin yurttaşları olarak görmedi, ve
başka hiçbir halk salt beş çayını yudumlamak için milyonlarca Çinliyi
afyon satın alıp içmeye zorlamadı. İngiliz tarihi böyle liberal tecim
ve açık toplum eylemlerinin örnekleri ile dolup taşar. Voltaire’in hayran
olduğu ve örnek alınmasını istediği İngilizler uygarlığı tam olarak özdeksel
değerlerin birincilliğinde ve buna göre bencilliğin birincilliğinde
görürken, dünya tarihi daha şimdiden, daha bin yıllar önce böyle modern
ilkelliklerin üzerine yükselmişti. Anglo-Saxonlar uygarlığın çok çok uzaklarında,
neredeyse Tarihin dışında yaşıyorlardı. Onları yüzyıllarca yöneten Romalılardan
tek bir incelik, tek bir uygarlık öğesi kapamayan bu barbarlar daha sonra
uygarlığın uygulayımsal başarımlarını bunlara eşlik eden törel olgunluğa ve duyunç büyüklüğüne ulaşmadan ele geçirdiler.
Anglo-Saxon tinin yabanıl erkesine, içgüdüsel dürtüsünün gücüne bağlı
olarak, Modern dönem değerlerin ortadan kaldırılması anlamında
açıkça barbarlığa doğru gerilemeye başladı.
Uygarlık yabanıl Kuzeylilerin
hiçbir zaman tanımadıkları bambaşka bir tinsellik boyutunda, bütünüyle
ayrı bir ruhsal ve ussal düzlemde gelişen bir süreçti. Mısır ve Asur,
Pers ve Hitit, Sümer ve Yunan uygarlıklarının yaratıları olan birikim
öyle bir insan karakterinde somutlaştı ki, ne Locke ne de Voltaire, ne
Adam Smith ne de David Hume böyle tinsel büyümeyi anlayabilirdi. Doğuda güzellik, sevgi ve bilgi büyüyordu. Kuzeyde barbarlar böyle
uygarlaşmaya karşı çelik gibi direniyorlardı. Romalılar yüzyıllar boyunca
ilişkide oldukları barbar Germenleri en küçük bir yolda uygarlaştırmayı
başaramadılar. İngiltere’yi terketmek zorunda kaldıkları zaman, onlarla
birlikte tüm uygarlık da oradan ayrıldı. Romalılar eski dünyanın bütününü
barış içinde yüzyıllarca yönettiler, uygarlığın sağlığının güvencesi oldular.
Daha sonra bir kez de Müslüman Araplar Avrupa’ya uygarlık ve barışı, bilim
ve sanatı ve felsefeyi tanıtma girişiminde bulundular. Türkler tüm bu
topraklarda insan dehası tarafından binlerce yıl boyunca üretilmiş bütün
bir uygarlık birikimini üstlendiler, ona özellikle matematik ve gökbilimde
olağanüstü önemi olan katkılarda bulundular, sanat ve türeleri ile, onur
ve hoşgörüleri ile tarihsel süreklilikte yerlerini aldılar. |
Aydın
Despotizmi. ‘Halk yönetimi’ hiç kuşkusuz su
geçirmez bir kavram değildir. Eğitimsiz halk kendini yönetemez, tersine
her zaman egemenlere gereksinim duyar. Bu ona dışardan değil ama kendi
içinden dayatılan bir haksızlıktır. Ancak bireysel özgürlük kavramını
geliştiren halklar evrensel istenç kavramına da yeteneklidirler,
ancak istençlerini mülkiyette küçültebilen ve duyunçlarını ödev bilincine
pıhtılaştırabilen yurttaşlar bir devlet olarak örgütlenmelerini yasa egemenliğine
yükseltebilirler.
Yeryüzünde henüz böyle
özgürlükten de yoksun tutulan, henüz kendi hak, duyunç ve istençlerini
efendilerine ait gören, henüz modern politik özgürlüğün dışında kalan
geniş insanlık alanları vardır. Bir
egemene, bir efendiye gereksinimleri olan böyle milyarları dolaysızca
öz-yönetime götürmek olanaksızdır. Yetke yoluyla birarada tutulan topluluğu
yetkeden ayırmak onun tözünü, iç-bağını ortadan kaldırmaktır. Yıkıma yol
açmadan dönüşümün yolu görünürde Aydın despotların, feodal derebeylerinin,
ortaklaşacı parti yöneticilerinin özençlerinden geçer. Ama bu sonuncuların
kendilerinin modernist aydınlanmaya gereksinimleri vardır.
Henüz kendine egemen
olma, kendini yönetme gibi sorunları olmayan, henüz ussal-evrensel istençlerinin
bilincine yabancı ve böylece özgür olmanın değer ve anlam ve sorunlarından
bağışık olan böyle halklar da hiç kuşkusuz eğitilmeye, özgürlük bilincini
kazanmaya yeteneklidirler. Ama Aydınlanma bunu yadsır. Çünkü insan hakları
kavramı boş bir metafiziktir.
Sağı ve solu arasında
hiçbir ayrımı olmayan Aydının demokrasiden hoşnutsuzluğu raslantısal değildir,
ve bir Aydın olarak kendini aydın-olmayan karşısında, boşinançlı olarak
gördüğü eğitimsiz, aldatılmaktan başka bir erdemi olmayan halk karşısında
belirler. Varlığını karşısavına borçludur. Aydınlanmanın demokrasi için
kuşkusu halkın eğitimsizliğine dayansa da, bu kuşku Aydın olmanın mantığından
gelir. Süreklidir. |
|
Aydınlanma
da — tıpkı Anarşizmin babası olan Liberalizm gibi — duyumcu ilkesi
gereği, evrensel usu ve evrensel istenci yadsır. Tıpkı
tikelci liberalizmin evrensel istençte yalnızca bireyciliğe, bencil özgürlüğe, hırs ilkesinin denetimsiz egemenliğine bir gözdağı görmesi gibi, aydın da kendi
yasasını kendisi yapabilen bir halkın egemenliğinde ışığının söndüğünü görür. |
Voltaire
bir parkta Büyük Frederick’e okuma yapıyor. Bir İmparator pekala reformcu,
hoşgörülü, sanatsever olabilirdi. Aydınlanma kavramı despotizm ile,
feodal soyluluk ile çatışma gibi bir öğe içermez. Feodal bir devletler
birliği olan Almanya’da modernleşmenin yolunu Reformasyonu seçen Dükler, Prensler ve İmparatorların
kendileri açtılar. |
Herder,
Johan Gottfried (1744-1803). Sturm und Drang
deviminin öncülüğünü yaptı. Romantizmin
ve İdealizmin reddettiği, eleştirdiği, aslında tiksindiği ‘us’ Aydınlanmanın
yalancı usuydu. Bu ‘Us’ La Mettrie ve d’Holbach ve Cabanis gibi utanç
verici Özdekçilerin, Adam Smith ve John Locke ve David Hume gibi köleciliği,
denetimsiz pazar ekonomisini, yabanıl anamalcı dürtüyü aklayan görgücü
Liberallerin uslarıydı. Böyle ‘us’a, aslında usdışına saldırdığı için
Romantizmi bugün de ‘us düşmanı’ olarak
gören bakış açısı Aydınlanmacı sığlığın henüz dipdiri aramızda olduğuna
tanıklık eder. Romantizmin yenilmesi Batı uygarlığının evrensel insan
değerleri, evrensel insanlık kavramı üzerindeki utkusudur. İnsan Ruhunun
Doğa ile birliğini yitirişi, Duygunun bastırılmasıdır. |
Aydınlanmanın ideologları görgül olarak, deneysel olarak ‘tanıtlanamayacak’ hiçbirşeyin
gerçek olamayacağını ileri sürdüler. Aydınlanma da her görgücülük türü gibi
deneyim yoluyla, gözü, kulağı, koku ve dokunma ve tatma
duyuları yoluyla ‘bilgilendiği’ sanısı içindedir. Ama varoluşun anlam ve
değerinin de kaynağı olması gereken bu ‘duyusal bilme’ bilmenin en alt biçimidir.
Algı bile salt duyusal olandan daha çoğudur, evrensel kategorilerin uygulanışını
içerir, ve görgücü bilge algıyı ussal bilgisinin kaynağı yaptığını sandığı
zaman, us daha şimdiden görgül gerecini örgütlemiş, onu deneyim denilen
şeye çevirmiştir. Kuramsal bilme bu kuşkuculuğun çok çok ötelerinde yatan
bambaşka bir sorundur. Duyumcu bilge Evrenin bilgisinin teleskop yoluyla
kazanılmadığını bilmez. Teleskopun ona gösterdiği görüngüyü bilgiye yükseltenin, doğa olayını denetleyici yasayı saptayanın Us olduğunu anlayamaz.
Düşüncenin, ya da, daha tam olarak, Kavramın deneyim dünyasını, olgular
dünyasını biçimlendirdiğini, görüngüyü belirleyen yasanın ussal olduğunu ve yalnızca us tarafından kavranabileceğini anlayamaz. Ve gene
de Aydınlanmacı düşünür kendi tutumunun ‘ussalcılık’ olduğunda diretir.
Aydınlanmanın ‘us’u ve o sözde ‘us’a bakarak insanın bilme yeteneğini bütününde
reddedenlerin ustan anladıkları şey bir ve aynı us karikatürüdür: Positivizm
böyle ‘us’a ellerinde kalan biricik anlamı, yalnızca sayısal ve görüngüsel
anlamı yüklerken, Nihilizm tam olarak böyle ‘us’a umutsuzlukla bakar. Pozitivizm
anlamsız bir evrende varoluştan doyum bulurken, Nihilizm tam olarak böyle
anlamsızlaşmış varoluş karşısında yakınmasını başlatır.
Kant
ile anlaşmazlığı bağlamında, Herder Aydın despotizmi üzerine şunları
söylüyordu: ‘‘[B]ir efendiye gereksinen insan bir hayvandır; bir insan
olur olmaz, bundan böyle bir efendiye gereksinim duymaz.’’ Bu Herder’in
Kant’tan, aslında tüm Aydınlanmacılardan ayrıldığı bir noktaydı: Kant
insan usuna biçtiği değerle tutarlı olarak bir devletin her zaman
bir efendisi olması gerektiğini savunuyor, insan doğasının eksik ve
dolayısıyla insanlığın eksiksizleşmesinin olanaksız olduğunu ileri
sürüyordu — Voltaire tarafından da paylaşılan bir önyargı. Buna karşı,
Herder’in ussalcılığı onu insanın doğal iyiliğini ve eksiksizleşme
yeteneğini savunmaya götürdü — Rousseau tarafından da paylaşılan aynı
iyimser vargı. Herder Erosun insan doğasının gerçek anlatımı olduğunu,
ve Evrensel Usun insanın saltık olarak gelişmeye yazgılanmış özü olduğunu
doğruladı. Tarih bilgi ve duygusu hiçbir sınır tanımayan Logos-Erosun,
bir duygu ve düşünce birliği olan İnsanlığın anlamlı, ussal, anlaşılabilir
gelişim süreciydi.
(Herder
üzerine daha geniş bilgi sitenin ‘Adlar’ bölümünde bulunuyor.) |
|
Beethoven,
Ludwig van (1770-1827). Romantikler
temelleri Aydınlanma ve Reformasyon tarafından atılan Batı Uygarlığının
insana yadsımak zorunda olduğu Anlam ve
Değerin, Güzellik ve
İdealizmin ölümsüz
savunucuları oldular. Nihilizme doğru evrime hazırlanan bir kitle kültürüne
karşı, Romantikler insanı insan yapan gerçek Değerlere yöneldiler. Modern
duygunun hiçbir zaman yeniden yaratamayacağı, ancak kitle kültürüne
yabancı bir öğe olarak, ancak yitik bir dünyanın anıları olarak bağlı
kalacağıSaltık Güzellik Yapıtları ürettiler. Romantik tin modern Batı
uygarlığına ait değildi. Tam tersine, bu uygarlığın varoluşu için insan
duygusunun kendisinden kaynaklanan en büyük gözdağıydı. |
Herder
Almanları insanlığın aşağılık bir parçası, ya da İngiliz ve Fransızları
insanlığın yüksek ırkları olarak görmedi. Herder’in uslamlamalarında insanlık
her zaman bir BÜTÜN olarak yer alır. Heine’nin doğallıkla güzel anlatımında
belirtildiği gibi, ‘‘tüm insanlığı büyük bir ustanın elindeki bir arp
olarak’’ gördü. Onun için her ulus bir teldi, ve tüm tellerin uyumlu birliğinden
yaşamın ilksiz-sonsuz melodileri doğdu. Herder’in kendisi bir romantik değildi.
Ama şeylerin yalınlığı karşısındaki ilgisi, insan ruhunun Doğa ile ilişkisini
anlayış yolu, yabancı halkların ve geçmiş çağların tinsel kültürleri ile
derin duygudaşlığı onu Alman Romantiklerin çok yakınına getirdi. Herder
onları yabancı yazın sanatının anlam ve değeri konusunda uyandırdı, Alman
efsane ve folkloruna ilgilerini diriltti. Kısaca onlara uygarlığın kendisinin
evrensel insanlığın bir değerler birikimi olduğunu anımsattı.
‘‘Kişi
herşeyden önce insanlığın dehası konusunda yansız olmalı, yeryüzündeki
şu ya da bu kabileyi yeğlememeli, şu ya da bu halkı kayırmamalıdır.
Böyle bir yeğleme kişiyi kolayca kayırılan halka çok fazla iyilik, başkalarına
çok fazla kötülük yükleme yanılgısına düşürür. Ve kayırılan halk yalnızca
ortak bir adı tanıtladığı zaman (Keltler, Samiler, vb.), ki bu belki
de hiçbir zaman varolmamıştır ve köken ve sürekliliği tanıtlanamaz,
o zaman kişi gerçekten düşüncelerini kuma yazmış olur.’’
|
Hölderlin,
Friedrich (1770-1843). Hegel’in
sınıf arkadaşı olan Hölderlin özgürlük istemlerinde tüm uluslara yardıma
hazır olduğunu ileri süren Devrimci Fransa’nın 1792’de Avusturya’ya karşı
savaşında Fransızları Avusturya’nın ‘‘egemen gücü kötüye kullanmasına’’
karşı ‘‘insan haklarının savucuları’’ olarak gördü ve destekledi. 1793’te
Marseillaise’ı
Almanca’ya çeviren Hegel, Hölderlin ve Schelling birlikte Tübingen’de bir
özgürlük ağacı diktiler. Birkaç yıl sonra, 1796’da, Hölderlin kardeşine
bir mektupta Fransız Devriminin hedefleri >>> |
Abbitte
Özür
Friedrich Hölderlin |
Heilig
Wesen! gestört hab ich die goldene
Kutsal
Doğa! sık sık senin altın
Götterruhe
dir oft, und der geheimeren,
Tanrısal
dinginliğini bozardım ben, ve
Tieferen
Schmerzen des Lebens
daha
gizli, daha derin acılarının yaşamın
Hast
du manche gelernt von mir.
pek
çoğunu benden öğrendin
O
vergiß es, vergib! gleich dem Gewölke dort
Ah
unut bunları, bağışla! Barışçıl Ayın
Vor
dem friedlichen Mond, geh ich dahin, und
du
Önündeki
bulutlar gibi geçip gideceğim ben, ve sen
Ruhst
und glänzt in deiner
Güzelliğin
içinde yeniden dinginleşip
Schöne
wieder, du süßes Licht!
Parlayacaksın,
ey tatlı Işık! |
Bugün Aydınlanmanın ‘bilim
sevgisi’nin kalıtçısı olan kaba akademizm uygun adım Aydınlanma duyumculuğunun
izinde yürür. ‘Bilim felsefeciliği’ adını üstlenen aynı pozitivizm tüm gerçekliği, tüm ussallığı bir yanılsama olarak görür ve saltık olan, değişmez olan herşeyi doğa bilimlerinin alanından sonsuza
dek sürer. Böyle bilimci görgül yöntemiyle, duyuları ve deneyimleri ve
deneyleriyle pozitif bir zırha bürünerek yalnızca sayısal olanın,
yalnızca ölçebildiğinin peşine düşer, ve kavram mantığına kafası
basmaz. Bir deney ve gözlem nesnesi yapamadığı için, insan duygusunu,
insan değerini, insan duyuncunu anlamsız görür. |
<
<<
konusunda
kuşku duymaya başladığını yazdı. ‘‘Beni daha az bir devrimci ruh durumunda
bulacaksın. ... Politik sefillik konusunda fazla konuşmak istemiyorum.’’
Bir süre sonra Napoleon dünyaya İmparatorluğu yeğlediğini bildirirken,
Fransız Devrimi denilen şey dünya ölçeğinde bir şiddet eylemine dönüştü, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkelerini çiğneyen modern toplumsal
düzenin değerlerinde gerekli düzeltmeler yapılmaya başladı. |
İşleyim
Devrimi |
Bilimin
sadizmin uşağı olması için gereken ruhsal koşulu pozitivizm sağlar. Değerin
kendisini anlamsız bulan
bu ruhsuzluk para, yarar, nihilizm, kapitalizm ve militarizmi uğursuz
bir uyum içinde biraraya bağlar.
ABD,
1910’lar. Cornell Mill. Fall River, Mass. İşçiler öylesine küçüktü ki
sık sık makinelerin üzerine tırmanmak zorunda kılıyorlardı. 1900’lerin
başında bile ABD yasamacıları onyıllar boyunca böyle sömürünün anayasa
ile çatışmadığında, insan haklarına aykırı olmadığında diretiyorlardı. |
Aydınlanma modern önemini
ve değerini güncel pozitivist yanılsamada diri tutar, kafası tıka basa
boşinanç dolu görgücü Newton’a bile Aydınlanma kampında yeri ayrılır.
Bu sınıflandırma Aydınlanma için tuhaf ya da tutarsız değildir. Yerleşik
türesizlik ve yarışmacılık düzeni ile sıkı sıkıya bütünleşmiş, kâr mantığına
güdümlü bir düzenek olmuş akademizm doğayı ve toplumu ve insanı anlamakla
değil ama sonuçlarla ilgilenir.
Yararcılık Aydınlanmanın İlerleme ilkesinin
yalnızca bir başka adıdır. Bilim — tüm kavramları idealizm
tarafından, usun arı etkinliği tarafından özgürce insanlığa sunulan paha
biçilmez kazanım — nihilistin anlamsız varoluş düzenine uyarlanmak için
pozitivist tarafından anlamsızlaştırılır. Bir yarar (ve zarar) konusuna
indirgenir. Anlam yitimi işleyim devriminin gereksindiği acımasızlığı
destekler, haftada 7 gün, günde 16 saat çalıştırılan mini mini işçilerin
de sırtına yıkılan sözde bir gelişmenin ve ilerlemenin işini kolaylaştırır.
19
yy İngilteresinde madenden kömür çıkaran küçük bir kız. (The Victorian
Web) |
|
19.
yüzyıl Victorian İngilteresinde böyle işler 5 yaş ve üstündeki çocuklara
yaptırılırdı. Bir insan olarak gelişmelerine izin verilmeyen böyle
sayısız çocuğun yaşamı İşleyim Devriminin
tözüne katıldı. Yaşam süreleri 25 yılı aşmıyordu. Hükümetin çocuk
emeği konusunda bile düzenlemeler yapmasına karşı çıkan laisses faire savunucularının ahlak kuramları değerlerin göreliliğini ve ölçülebilirliğini
ilke alan İngiliz Görgücüleri tarafından formüle edildi. |
İlerlemeyi özdeksel gelişim
terimlerinde gören Aydınlanma insan için gönenç değil ama gönenç için
insan mantığına götürür. İşleyim devriminin coşkulu savunucusu olan Aydınlanmanın
bu sözde devrimin insan sağlığı, insan duygusu, insan mutluluğu için ne
anlama geldiğini düşünmesini sağlayacak kategoriler onun özdekçi mantığından
dışlanmıştır.
19
yy İngilteresinde Madenlerde çalışan çocuk taşımacılar. İngiltere
parlamentosunun resmi raporundan. (The Victorian Web) |
|
|
ABD,
1910’lar, Whitnelnler Pamuk Fabrikasında eğirmecilerden biri. Günlüğü
48 sent.
Modern
karakter barış için, sevgi için, güven için eğitilmez. Ruhu sık sık sadizm oyununa katılmak üzere biçimlendirilir. Ona insanı
normal olarak bir düşman kimliği altında görmesi öğretilir. Modern
kültürün yetiştirdiği karakter yokedicilik
için gönüllüdür. Modern eğitim dizgesi güvensizliğin, kuşkunun,
saldırganlığın öğretilmesine ayarlanmıştır. Oluş sürecindeki Pedagojinin kendisi henüz insanın doğal yanı ile ne yapacağını bilmez. Henüz insanı gerçek tinsel-ussal karakterinde tanımaz. |
Romalılar
bunları kölelerine bile yapmadılar.
— İnsanın
gerçeği usu yoluyla değil ama duyuları yoluyla bildiğini ileri süren John
Locke (1632-1704) kimi insanların çalışkanlık yoluyla daha çok mülkiyet
edinebildiklerine inanıyordu. Aydınlanma tini ile uyum içinde, Demokasiyi evrensel bir insanlık hakkı olarak görmeyen Locke’a göre
işçilerin gelişmek için ne zamanları, ne eğitimleri, ne de eğilimleri
vardı. Buna göre, hükümette seslerinin duyulmasına izin verilmemeliydi.
Mülkiyete iye olmayan insanların politikada ya da hükümette rolleri
olmamalıydı. |
ABD,
1910’lar. Çocuklar Monougal Glass Works’de iş bırakıyorlar. Fairmont,
W. Va. |
(ABD’de
çoçuk emeğinin 1940’lara kadar süren ‘yasal’ sömürüsünü konu alan bu fotoğraflar
1908-1912 yılları arasında Lewis W. Hine tarafından çekildi. Daha başka
fotoğaflar için bkz. historyplace.com) |
Pozitivizm
ve Uygulayımbilim |
Oppenheimer’ın
ürettiği ilk bombadan bu yana üretilen nükleer başlıkların sayısı
yüz binleri aştı. Bu dosdoğru insanlığa yönelik saldırı uygulayımbilim
ve pozitivizm
bağlaşmasının yararlı, pragmatik, ele gelir sonucudur.
Aynı
pozitif ‘bilim’ örneğin kanser konusunda ‘ele gelir’ hiçbir ilerleme
yapamazken, son zamanlarda ruh hastalıklarının gerçek sorumlularının
insan ruhunu küçülten bir baskı yaşamı değil ama viruslar olduğunu
keşfetti. |
|
1988
Haziranında Brookings Institution tarafından 4 yıllık bir araştırma
sonunda yayımlanan ‘‘Atomic Audit: The Costs and Consequences of
U.S. Nuclear Weapons Since 1940’’ 1940’tan bu yana ABD’de nükleer
silah üretiminde $5.481.083.000.000 (5 trilyon küsür dolar) harcandığını
belirtti. |
|
|
Misil
montajında haz duyarak, doyum bularak, neredeyse mutluluk içinde
çalışan bir fizikçi. Böyle sadistik üretkenlik modern bireye zorla
dayatılmaz. Bu iş bir geçim yolu da değildir. Duyunç gibi bir
kaygısı kalmamış fizikçinin Ölüm İçgüdüsü le yaptığı bu gönüllü
pazarlık modern politikaya saltık
terör öğesini kazandırır. Modern
eğitim dizgesi yetiştirdiği bilimciyi son idealizm, son rasyonalizm
kırıntılarından da kurtarmaya ayarlanmıştır, ve paradigmacı pozitivizmiyle
gerçekliğin üzerine saldırıya geçen ‘bilimsel topluluk’ Ölüm İçgüdüsünün
bu en korkunç oyununa ‘özgür seçimi’yle katılır, varoluşun ona
sunduğu olanaklardan doğal olarak nihilist karakterine en uygun
olanı seçer. Meşru
savunmanın bütünüyle dışında başka pekçok uğursuz bileşeni olan
bu ölüm tasarında çalışabilmek ve gene de normal kalabilmek için
insan duyuncunu zayıflatma işini pozitivizm, nihilizm ve materyalizmin
karanlık güçbirliği sağlar. Modern
tek-boyutlu insan için normallik olan şey kendinde,
gerçekte, saltık gerçeklikte yalnızca
ve yalnızca paranoyadır. |
|
İnsanlık
için çalışmak mı?
Ne
büyük aptallık!
Platon
ve Aristoteles’ten Galileo, Kepler, Descartes, Maxwell’e bilim idealistler
tarafından ve saltık olarak insanlık
uğruna geliştirildi. Modern pozitivizm
ise yalnızca ussal bilimin onun anlağını aşan sonuçlarının bir (kötüye-)kullanımı
olan uygulayımbilime yeteneklidir. Usdışı kafa yapısı ussal doğaya
kapalıdır. Görecilik kuramı saltık
olmada direten Uzay, Zaman ve Özdeğin
ussallığı karşısında ancak bir kuram karikatürüdür. Bir bilim olması
a priori olanaksızdır.
|
|
|
Sosyalizmin
ya da kapitalizmin değil ama her iki kampta da modernist paranoyanın
hizmetinde olan fizikçi varoluşun anlamsızlığından yakınmaz. Bu
insan kasapları nihilist gibi ikiyüzlü değildirler. Popperlarını
okurlar, idealizme söverler, ve bombalarını yaparlar. Saldırganlık
içgüdüsünün doyumu uğruna çabalamak da varoluşuna anlam kazandırmanın
bir yoludur — ama hiç kuşkusuz sadistik bir yoludur. |
|
Yarışmacılık
kâr dürtüsünü güçlendirip bir yan-sonuç olarak bilimin gelişmesine
hizmet eder. Anamalcılık mantığı böyle buyurur.
Bilim
güdüsünü kendinde ve kendi uğruna değil ama dışsal bir aldatmacada
bulmalıdır.
Bu
uslamlama akışını geçerli sayan, tepkisiz karşılayan modern birey
anlamsız, saçma, değersiz bir varoluşa yazgılanmayı hiç kuşkusuz
hak etmiştir. |
Bir
kişiyi öldüren katil olur. Yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce insanı öldüren
ise kahraman. Oppenheimer bir kahramandı. Teller ise milyarları yoketmenin
araçlarını geliştirmekle ilgilenen süper-kahraman oldu. Bu insan ‘bilim’ adamıdır, ve bilimin
insanın durumunu iyileştirmesi, onu dışındaki Doğa ile tanıştırması, barıştırması,
varlığın ussal uyumunu bir de özdeğin evreninde tanıtlaması gerekir. Ama
Teller varoluşta güzellik, iyilik ve gerçeklik gibi anlamsız kavramlar ile
ilgilenecek bir aptal değildir. Bir pozitivist böyle saçmalıklara pabuç bırakmaz. Ve böyle kuruntuları ölçülebilir, sınanabilir, doğrulanabilir
ya da yanlışlanabilir olgular olarak kabul etmesi beklenemez. Görevi doğanın
ona sunduğu bilgiyi doğayı yoketmek için kullanmak, Hidrojen bombasını geliştirmektir
— sınanabilir, doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir bir fenomen olarak.
Varoluş onun için ancak sadistik bir anlam ve değer taşır. |
|
|
Harold Dogliani yakılarak açılmış bir deliği olan bir taşı tutuyor.
Delik Las Alamos’taki Doğrusal İvmelendirici tarafından kısa bir
işlem sonucunda açıldı. |
|
Ne
Galileo ne de Kepler, ne Descartes ne de Leibniz — Avrupa’yı ilk kez Us
ile, Felsefe ile, Fizik ve Matematik ile tanıştıran idealistler — Aydınlanmacılar arasında sayılırlar. Düşünen hiç kimse bu idealistleri
gerçeklik ile ilişkileri yalnızca bir kuşku ilişkisi olan Hume ve Locke
gibi, Bentham ve Adam Smith gibi İngiliz Aydınlanmacıların yanında sıralamaz.
Olgular
yalnızca Kavramlarını izlerler.
Voltaire’in Descartes ve Leibniz’e saldırılması olgusu
onu Aydınlanmacı yapmaz. Aydınlanmacı olması onu mantıksal
olarak, kavramsal olarak bu ussalcılara,
bu idealistlere, aslında bütününde Usa saldırmaya götürür. |
Tüm
Aydınlanmacıların görgücüler olmasına karşın, tümünün de felsefe ile ilgileri
yalnızca ona saldırıda bulunmak olan özdekçiler olmasına karşın, bugün
de modern Batı akademizmi Aydınlanma dönemini ‘Us
Çağı’ olarak adlandırmada diretir.
Niçin? |
|
Dennis Atkinson REFLAXICON yüksek-erke laserinin aynasına bakıyor.
Laser Stratejik Savunma Girişiminde (SDI) kullanılmak üzere üretiliyor. |
|
Eğer
kişi bir yanda tüm bilimsel ve törel kavramları, geometri ve fiziği, duyuncu
ve sevgiyi, töreleri ve yasaları, şiiri ve felsefeyi, kısaca, duygu ve
düşünce ile ilgili olan, bir duygu ve düşünce öğesi içeren tüm insan yaratısını
tek bir temel koku duyumundan çıkarsayan
Condillac gibi bir Aydınlanma filozofunun ‘us’u ile öte yanda taşlara
ve tahtalara tapınan bir rahibin ‘us’unu karşılaştırdığında birinciye
‘us’ ve ikinciye ‘usdışı’ diyorsa, birincinin Us Çağının bir düşünürü
olduğunu ama ikincinin boş inaklara gömülü bir Karanlıklar Çağının insanı
olduğunu düşünüyorsa, eğer bu ikisini birbirinden ayırıp birinciyi daha
anlamlı, daha doğru görmeyi başarabiliyorsa, böyle birinin kendi usu ile
ciddi bir sorunu olmalıdır. Batı uygarlığı böyle bir ayrım üzerine kuruludur.
Tipik Batı düşünürü hiç duraksamadan Condillac ve dostlarını birincilerden
ayırır ve onları tarihte yepyeni bir dönem olan ‘Us’ Çağının düşünürleri
olarak görür.
Aydınlanmanın
‘ussalcılığı’ Hıristiyan dininin pozitif yanının eleştirisi üzerine dayanır.
Deizm ya da doğal din kendini dinin bu pozitif dışsal yapısına göre konumlandırır.
Ama her tepki gibi bu tepkinin değeri ve önemi de bir tepkisi olduğu içerik
tarafından belirlenir. Ve boş bir tinsel içeriğe karşı tepki boş bir özdekçilikten
daha çoğuna varmaz. Boşinancın ortadan kaldırılışı yalnızca bilginin yolunu
açar, ama bilginin kendisini üretmez. Aydınlanma bilimi dışardan alır.
Ama aldığı şeyin ne olduğu konusunda bir kavramı yoktur. Ussal bir doğa,
ussal bir tarih karşısında ne usdışı Condillac ne de usdışı Locke duyularıyla
herhangi bir bilgi üretemezler. Ancak eleştirdikleri
boşinanç gibi yanılsamalar üretebilirler. |
Modernizmin insana unutturmaya başladığı şey şu ya da bu özel değer değil
ama Değer olarak Değerdi:
Güzellik, İyilik ve Gerçeklik.
Modern insan kendini ruhsal yoksulluk koşuluna uyarlayan, kendini duyarlık,
duygu ve düşüncesinden kurtaran tiptir.
Goethe,
Johan Wolfgang von (1749-1832).
Romantik
hastalıklıdır. Çünkü Romantik
baskılanmamış Eros, özgürlüğünden vazgeçmemiş Yaşam duygusudur. Başkasında
öz-duygusunu bulan ruhtur. Sevgidir. Romantik sevilerek ve severek büyüyen, duygusunu
baskılamayı öğrenmeyen insandır. Modern koşullarda bile,
Romantiğin yapmayı en iyi bildiği şey sevmektir. Yapmayı en az bildiği
şey nefret etmektir. |
Avrupa Boşinancı utanç verici,
acı verici uzun bir dönem olarak yaşadı. Küre dünyayı düzleştirdi, felsefeyi
usdışının uşağına çevirdi, insanda öylesine karanlık bir yürek, öylesine
küçülmüş bir ruh yarattı ki, onun için cennetin anahtarları kitle pazarlamasına
sürülürken, böyle sefillikleri doğrulamayı başaramayanlar işkencelere
uğradılar, meydanlarda yakıldılar.
Buna karşı, Doğuda gizem dinlerinin
bir kalıtı olan boşinancın hiçbir zaman zararsız bir oyundan daha öte
bir önemi olmadı. Avrupa Katolik Boşinancın Karanlığını yaşarken, Doğuda
bilim ve felsefe, sanat ve duyunç egemendi. Yüzyıllarca Arapların, İranlıların,
ve Türklerin düzenleri altında yaşayan sayısız halkın günleri, yılları,
yüzyılları ussal töreleriyle ve temiz duyunçlarıyla pırıl pırıl Aydınlıktı.
Hıristiyan Avrupa insan olmanın, özgür olmanın koşullarını, bilim ve felsefeyi
bugün de yalnızca küçümsemekte olduğu, tarihten silmeyi çok istediği o
Doğudan öğrendi.
Aydınlanmasıyla ve Reformasyonuyla,
Batı kendi tini tarafından belirlenen Kölelik, Eşitsizlik, ve Düşmanlık yüzyıllarına doğru ilerledi. Tarihin hiçbir döneminin, hiçbir ulusunun
hiçbir zaman tanık olmadığı yirminci yüzyıl yabanıllıkları — Nazizm ve
Bolşevizm — ancak inancı boşinanç olarak gören Aydınlanmanın ve duyuncu toplumsal ustan silen, yalnızca içselleştiren Protestan
Reformasyonun hazırladığı bir nefret tininde gerçekleşebilirlerdi. Duyunç
yitimi bu yokediciliklerin zeminidir, ve modern Tarih daha başından
nihilizm damgası ile lekeliydi.
Tarihin gelişmesi Özgürlüğe
doğrudur. Özdekçiliğe bağlı olan Aydınlanma Zorunluğa sarılır, ve gericiliğin
eline oynar. Bu duyunçsuzluk nedeniyledir ki Locke ve Hume gibi Aydınlanmacıların
Irkçılık ve Kölecilik kurumlarını savunduklarını, bu insanlık dışı öğretileri
aklayan uslamlamalar geliştirdiklerini, köleliği kurumsallaştıran anayasalar
hazırladıklarını görürüz.
Her değişim süreci karşıt
öğelerin çatışan bir birliğidir. Özgürlük Kölelikten kurtuluştur, ve süreçte
özgürlügün güçleri zorunluğun, köleliğin, tutuculuğun, gericiliğin güçleri
ile çarpışırlar. Bu sürecin mantığı gereğidir. Usun özgürlüğünü, altyapı
denilen, üretim ilişkileri vb. denilen özdeksel süreçten bağımsızlığını
tanımadığı düzeye dek, Aydınlanmanın ilerlemesi evrensel insanlığı ilgilendiren
bir sorun olmaya son verir. |
İnsanı
usunda, duygusunda, ve duyarlığında yoksullaştıran Nihilizmin tersine,
insanın evrensel eğitimini yadsıyan Aydınlanmacı ile karşıtlık içinde, İdealizm
için insanın Güzelliğe eğitimi onun bütün insana
büyümesi için, kendini gerçekleştirmesi için özseldi.
Schiller,
Johan Cristoph Friedric von (1759-1805).
‘‘Güzellik
yoluyla, duyumsayan insan biçim ve düşünceye götürülür; güzellik yoluyla,
düşünen insan geriye özdeğe götürülür ve yeniden duyu dünyasına kazanılır.
... Güzellik iki karşıt durumu, duygu ve düşünce durumlarını bağlar’’
İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar
(1795, Mektup 18).
Erek, Eğitim,
Gelişim kavramları İdealizmin kendi kavramıdır. |
|
Goethe
ve Romantizmi Eleştirisi. ‘‘Aklıma
işlerin durumunu kötü tanımlamayan yeni bir anlatım geliyor. Klasiğe sağlıklı,
romantiğe hastalıklı diyorum. .... Modern yapıtların çoğu romantiktir
— yeni oldukları için değil, ama zayıf, düşkün, hastalıklı oldukları için.
Ve antik klasiktir — eski olduğu için değil, ama güçlü, dinç, sevinçli
ve sağlıklı olduğu için. Eğer ‘klasiği’ ve ‘romantiği’ bu niteliklerle
ayırdedersek, yolumuzu görmemiz kolaylaşacaktır.’’
Romantik
konusundaki haklı kaygılarına karşın, Goethe Klasiği ve Romantiği uzlaştırdı,
her zaman sağlıklı bir romantik olarak kaldı. |
|
Klasiğin
Ve Romantiğin Birliği.
Sağduyu
ve Duygu ne olursa olsun çatışmak zorunda değildir. Tam tersine, usun
ölçülü, kurallı, dingin güzelliği olan Klasiğin kendisi bir anlatım yeğinliğidir,
ve Romantizm herşeyden önce duygudur. Dahası, uygarlık ve doğallık, dinginlik
ve devingenlik, evrensellik ve bireysellik, ölçü ve yeğinlik, ılımlılık
ve taşkınlık, şimdi ve gelecek, reel ve ideal pekala uyum içinde birarada
olabilir, ve Romantizm sığ modernizme karşı duygunun güçlü enerji kaynağı
olarak pekala Klasiğe gereksindiği devimi verebilir. Beethoven bu uyumun
olanağını edimselleştirmesinde Mozart’ın eksik bıraktığı yanı tamamlar,
Klasiği çiğnemeden ona heyecan öğesini katar. Ama gene de Klasiği ve Romantiği
birleştiren yan yalnızca bu karşıtların uyumu değildir. Tüm Romantikler
Klasik için içten, derin ve sonsuz bir özlem duyuyorlardı çünkü Klasik
tüm anlam ve değerini yalnızca geometrinin güzelliğinde tüketmez, ya da
yalnızca doğanın dingin güzelliğinde durup kalamaz, ama tam olarak doğallığı
aşmada ve kendini imgesel bir dünya ile kaynaştırmada bulur. Yunan Klasiği
güzellik dininin anlatımıdır, büyüleyici güzelliği ile duyguyu normalin,
sıradanın üstüne, doğaüstüne yükseltir. Bu düzeye dek, Klasik sözcüğün
en gerçek anlamında kurgul olduğu için, Doğayı ve Tini kendine özgü bir
uyum içinde birleştirdiği için güzeldir. Tanrısal Güzelliğe, çocuksu bir
imgelemin eşsiz incelikteki ve güzellikteki yaratılarına anlatım verdiği
için tılsımlıdır. Klasiğin tılsımı onu yaratan imgelemin ona yüklediği
gizemde yatar. Ve tam bu sonsuzluğunda Klasik o denli de coşku, taşkınlık
ve yeğinlik anlatan Romantiktir. Her ikisine de ortak İdealizm hem Klasiği
hem de Romantiği onları ayıran başka herşeyden çok daha yüksek bir düzeyde
birleştirir. Romantiği Klasikten ayıran yan Romantiğin varlığa onda yitik
olduğu duyumsanan bir tılsımı sanat yoluyla yeniden kazandırma özlemi
olması iken, Klasiğin bu tılsımı pürüzsüz ve dirençsiz bir akıcılık içinde
yaşamın her kıpısında yaratmasıdır. |
|
Friedrich von Schlegel
(1767-1845) |
|
Romantizm
ve Evrensel İnsanlık.
Çevirileri
ile — Romantizm çeviridir diyordu, Clemens Brentano — Romantikler dünyanın
yazınsal hazinelerini günışığına çıkardılar, ve Weltliteratur Goethe’in en değerli kavramlarından biri oldu. Romantizmin amacı,
Goethe için, çeviri ve eleştiri yoluyla karşılıklı anlayış ve saygıyı
yüreklendirerek dünya uygarlığını ilerletmekti. West-östlicher Divan (1819) Doğu ve Batı kültürleri arasındaki birliği göstermek için Goethe’nin
kendisinin girişimlerinden biridir. Schiller’i yitirmesinden sonra Goethe’nin
tinsel yalnızlığını bir ölçüde yatıştıran Jenalı genç romantik kuşağın
üyelerinden olan Friedrich von Schlegel yazılarına Yunan kültürünü yücelterek başladı. Ve hiçbir zaman iki karşıt düşünceyi bir araya
getirmeyi başaramayan analitik paranoyanın mitlerinden biri olan sözde
‘romantik ulusalcılık’ görüşü ile tam bir karşıtlık içinde, Friedrich
von Schlegel Doğuyu Romantik düşünce ve şiirin doruğu olarak gördü. |
|
İdealizmin
özsel kavramı olan karşıtların birliği olarak Sonsuzluğu
soyutlamacı analitik Anlak gizemcilik olarak anlar. |
Kimi Romantikler usun herşeyi kavrayamayacağını, varoluşta pekçok şeyin
bilmecemsi, gizemli, ölçülemez olduğunu düşünüyorlardı. Gerçekten de,
varoluşta soyut-sonlu kategorilerin ulaşamayacağı çok şey vardır. Aslında
yalnızca belli olgular değil, ama TÜM olgusallık, TÜM gerçeklik bu sonlu
kategorilere kapalıdır, ve giderek kuşkucu modernizmi kendini ölçülü,
sonlu ve sınırlı bir bakış açısı olarak görmeye götüren şey tam olarak
bu kategorilerin sonluluğudur. Romantikler sonluya beş para değer vermediler,
onu tanımadılar. Onu aşmanın yolunun öznel duygudan, imgelemden, giderek
gizemsel olandan geçtiğini, Varlığa onda olmayanın yüklenmesinin zorunlu
olduğunu düşünüyorlardı. Romantizmin bu tek-yanlı öznel tutumu sonunda
kaçınılmaz olarak onu hastalıklı yapan şey oldu. Ama Romantik ilke Varlığa
onun yetenekli olduğu anlamı kazandırmak, varoluşu anlamlı kılmak, insanı kendi ereğine eğitmek olarak anlaşıldığında, bu onu Klasisizm
ve İdealizm ile tamamlanmaya götüren güdüyü sağlar. Romantikler (hiç kuşkusuz
Alman Romantikleri) tam olarak bu olanağı kavradılar ve Us ve Bilime,
ideal Gerçekliğe uzandıkları zaman duygularını, duyarlıklarını, yüreklerini kesinlikle bir yana atmadılar.
Sonluluğu
tam olarak ussal düşünce aşar çünkü usun kavramları kendilerinde KARŞITLARIN BİRLİĞİdir, ve bu kendi karşıtları ile birlikleri sonsuzluklarıdır. Bu
yüzden soyut-analitik anlağın gizemli olarak gördüğü şeyi us KURGUL olarak
kavrar, birincinin anlaşılmaz, bilinemez dediği şeyde ikincisi tam tersine
varoluşun gerçekliğini bulur. Sonsuzluk bir nicelik değildir. Sonsuz olan
anlaşılmaz olmaktan, insanın erişemeyeceği birşey olmaktan öylesine uzaktır
ki, tam tersine gerçekten anlaşılır, bilinebilir olan biricik kavramdır,
kavramın kendi doğasıdır. Sevgi sonsuzdur, ama gizemli olduğu için değil,
tam tersine başkayı kendi ile birleştirdiği ve böylece ikisinin de sonluluklarını
sonsuzluğa yükselttiği için. Gerçekte sonlu olan, salt kendisi olup başkayı
dışlayan, analitik olan bilinemez olandır çünkü varolmayandır. Ve nefret
tam olarak duygu düzleminde başkalığın kendinin sınırı olarak algılanmasıdır.
Eğer kurgul olanın gizemli de olduğunu düşünürsek, İdealizm tam olarak
gizemli olanın kavranışı, özdekselin biçimle, bedenin ruhla, evrenin ussallık
ile birliğinin bilgisidir. Ama kavrama gizemi ortadan kaldırır, onu gerçekliğe,
bilginin kendisine yükseltir. Gizem yalnızca ve yalnızca sonlu anlak için
doğrulanacak bir sınırdır, sonsuzluğa değil ama tam tersine sonluluğa
verilen onaydır.
Novalis. Novalis
gibi Romantiklerin salt duygunun güzelliği ile çözemedikleri sorun budur.
Ama güzellik ve sevgi yalnızca ve yalnızca gerçekliğe götürür. Novalis
kendi Felsefi Bilimler Ansiklopedisini yazmaya başlamıştı. Onu tamamlayamadan
öldü. |
|
|
Avrupa’nın
Uygarlık İle Tanışması: Klasisizm,
Romantizm, İdealizm |
Karanlık
Avrupa’nın gözlerini uygarlık birikimine açanlar, barbar Avrupa kabileleri
inakçı uykularını uyurken Tarihin çok şey başardığını, insan düşüncesinin,
duygusunun ve duyarlığının hayranlık verici bir gelişim düzeyine ulaştığını
algılayanlar ilkin Kıtalı bir avuç İdealist ve Romantik oldu. Güzelliğe
tapınan bu insanlar Sevgi duygusunu bir şok olarak, bir Fırtına
ve Gerilim olarak yaşadılar. Goethe ve Schiller ve Alman Romantikleri
bugün Avrupa’da uygar olan ne varsa, idealist olan ne varsa, sevgi adına
ne varsa tümünün esinlendiricileri oldular. |
Bugün ‘Batı
değerleri’ olarak görülen ussallık,
uyum, düzen, sevgi, güzellik, insan hakları gibi değerler Batıda ilk olarak Alman Romantikleri tarafından, uygarlık bütününe yürekleri ile ve
usları ila bakan insanlar tarafından keşfedildi. Ama bir avuç
duyarlı insan tarafından keşfedilmeleri dolaysızca bütün bir Avrupa bilincine yerleşmeleri
demek değildi. Avrupa’nın tüm kültürel belirlenimleri (politik ve dinsel belirlenimler, bilim,
güzel sanatlar ve felsefe) Mezopotamya uygarlıklarından Mısır’a, antik Yunan-Roma
uygarlığından Türklere, İranlılara, Araplara dek sayısız ulusun binlerce
yıl boyunca yarattığı bir kültür birikiminin öğeleri idi. |
Romantizm
insan varoluşunu Sevgi, Doğallık ve Güzellik ile bütünleştirmek isteyen,
gerçek, özgür ve sevinçli insanın kendisini yaratmayı isteyen
bir sonsuzluk tiniydi. Modernizm insandan Doğayı, Güzelliği ve Sevgiyi
alarak karşılığında ona bir Makina, Çirkinlik ve Çatışma yaşamı sundu.
Duygusundan
vazgeçen insan Dürtüsüne sarıldı ve kendini doymak bilmez bir Gönenç,
Güç ve soyut Haz istencine uyarladı.
|
NEŞEYE
ŞARKI
Neşe, güzel
kıvılcımı tanrıların,
Elisium’un kızı,
Yürüyoruz ateş-sarhoşu,
Kutsal ülkene Tanrıça! |
AN
DIE FREUDE
Freude, schöner Goetterfunken,
Tochter aus Elysium,
Wir betreten feuertrunken,
Himmlische, dein Heiligtum. |
Nihilist
duyguyu ve duygusunu değersiz ve anlamsız gördüğü zaman bütünüyle yanılgı
içinde değildir. Tam tersine, Sevginin sevilebilme
yeteneğini, aslında sevginin kendisini istediği ve bulamadığı düzeye dek
elbette haklıdır. Romantik
tin insana ruh güzelliğini kazandırmayı
isterken, Modernist tin ise insanı metanın bir eklentisi olarak görür
ve güzelliği pazar ekonomisinin bir işlevine çevirir. |
Birleştirir
tılsımın yeniden
Ayırdıklarını törenin kılıcının;
Kardeş olur dilenci prense,
Uzandığı yerde yumuşak kanadının. |
Deine
Zauber binden wieder
Was der Mode Schwert geteilt
Bettler werden Fuerstenbrueder
Wo dein sanfter Fluegel weilt. |
Kucaklaşın, milyonlar!
Alın bu öpücüğünü bütün dünyanın!
Yıldızlı göklerin ötesinde, kardeşler,
Seven bir baba yaşıyor olmalı. |
Seid
umschlungen, Millionen!
Diesen Kuss der ganzen Welt!
Brüder — über'm Sternenzelt
Muss ein lieber Vater wohnen. |
Önünde eğilir misiniz, milyonlar?
Yaratıcıyı duyumsar mısın, dünya?
Yıldızların ötesinde ara onu.
Yıldızların ötesinde yaşıyor olmalı. |
Ihr
stuerzt nieder, Millionen?
Ahndest du den Schöpfer, Welt?
Such ihn ueberm Sternenzelt.
Über Sternen muss er wohnen. |
Rousseau,
Jean-Jacques (1712-1778).
‘Vitam
impendere vero,’ ya da, ‘yaşamını
gerçekliğe adamak.’ Daha doğrusu, toplumsal
gelenek ve kurumların yapaylığı tarafından bastırılan
anlam ve değeri, özgürlük ve güzelliği yeniden
kazanmak. Rousseau’nun yaşam teması buydu — nihilistin ve pozitivistin
bir ağızdan yadsıdığı saçmalık. Ve gene de Rousseau çözüm olarak doğal olana geri dönmeyi önermede, "soylu yabanılı," genel olarak Doğayı Tin pahasına yüceltmede henüz modern Usun yeterince ussal olmadığını gösteriyordu. ‘‘İnsan
özgür doğdu, ve her yerde zincirler altındadır.’’ Rousseau modern uygarlığın
insanı doğal olmayan, kendi özü ile uyum içinde olmayan istekler ile doldurduğunu,
onu gerçek doğasından ve doğal özgürlüğünden uzaklaşmaya kışkırttığını
düşündü. Doğmakta olan yarışmacı işleyim toplumunun insanın karakterinde
ve ilişkilerinde yıkım yaratacağını düşündü. Sanki Tinin yeterince özgür olmadığını, Doğa ile tamamlanması, güçlendirilmesi, beslenmesi gerektiğini düşünüyor gibiydi. Romantikler Rousseau’nun tanıları
ile tam duygudaşlık içinde idiler ve onun en içten izleyicileri oldular. Goethe daha sonra bir zamanlar kendisinin de paylaştığı bu Romantizmi "hastalıklı" olarak gördü. |
Boşinanç içinde boğulan ortaçağ Avrupasının aydınlanmaya gerçekten gereksinimi
vardı, ve yüzyıllar boyunca Katolik Avrupa’nın karanlık tinselliği tarafından
beslenen Boşinanca karşı Aydınlanma modern Avrupa entellektüelinin biricik
olanaklı yanıtıydı. Karanlık bir Tinselciliğin aydınlık karşısavı olan Özdekçilik
Fransız kültürü için raslantısal değil, ama kilise ve devletteki yaygın ve
derin tinsel yozlaşma karşısında zorunlu bir tepkiydi.
Aydınlanma tüm
bilgi ışıltılarına karşın, oradan buradan derleme Ansiklopedi’sine
karşın, bütünüyle mantıksal olarak politik bir programdır (Diderot’nun
kendisi Spinoza üzerine makalesini Bayle’in bir çözümlemesinden uyarlamıştı,
ve yazdıklarını anladığını söylemenin olanağı yoktur.) Aydının ‘bilimciliği’
(daha sonra tarihsel özdekçilik durumunda yineleyeceği gibi) kendinde
bir değer olarak amaçlanmaz, ama salt boşinancın boş tinselliğinin karşısına
sürülen görgül bir kanıt olarak anlaşılır. Onun için, Bilim bilim olarak
değil ama yararlı olarak değerlidir. Yararlığı bilim olarak bilim
olmasından değil ama özel olarak yararlı olanı üretme yeteneğinden gelir.
Onun için Bilgi ancak uygulayımsal ise bilgidir. Doğanın bilgisinin
ancak bilim uğruna bilim tarafından üretilebileceğini, ussal doğayı
ancak ussal bilginin kavrayabileceğini, ve tüm doğa bilgisinin ussalcılar
tarafından tam olarak bu yöntemle üretildiğini bilmez. Onun yalnızca göz,
kulak, burun vb. gibi duyu örgenleri yoluyla üretildiği inancındadır.
Bilimsel
içerik söz konusu olduğunda, Aydın tepeden tırnağa bilgisizdir. Aydın açıkça bir bilimci değilken, onunla aynı özdeksel başlangıç noktasından
yola çıkan mantıksal pozitivist ise bilimsel ussallığa karşı benzer
yeteneksizliğini bilimin kendisini kuramdan ve kavramdan soyutlayarak,
onu duyusal olana tutsak ederek, doğayı salt ölçülebilir bir karikatüre
çevirerek gösterir. |
Hegel,
Georg Wilhelm Friedrich (1770-1831).
Ulusal kültürlerin realitesini akıcılığı ve gelişimi içinde, Dünya-Tininin küresel evrimi içinde kavrayan Romantizm ve İdealizm ‘Açık Toplum’ denilen şeyin düşmanları olarak görüldü. Karl Popper 'Açık Toplum' ile açıkça 'kapitalist toplum' denebilecek olan şeyi anlıyordu. Hegel
gerçekten de böyle Açık Toplumun dostu değildi, çünkü böyle Açık Toplum törel bir özgürlük dünyası değildi. Gerçekte, Popper'ın savunusunu üstlendiği sözde Açık Toplum kapitalin, altyapının, üretici güçlerin, teknolojinin vb. denetiminde olduğu sanılan bir yapı idi. Aynı bakış açısı, Popper için ironik olarak, Karl Marx’tan Mao'ya, Stalin'e, yeryüzünün tüm despotları tarafından da savunuldu. Popper kendini liberal olarak, özgürlükçü olarak gördü. Ama kapitalizmi savunmasında, insanı insansal olmayan bir etmenin, Marx tarafından bir fetiş olarak, Heidegger tarafından özerk bir güç olarak görülen teknolojinin, anamalın, altyapının denetimi altında görmesinde Özgürlük kavramının bilincinden bütünüyle yoksun olduğunu gösterdi. |
|
Aydınlanmanın
ilgisi ideolojiktir. Politik düzene kendi usunun biçimini vermeyi
amaçlar çünkü toplumu boşinancın değil ama görgül bilginin ilerlettiğini
görür. Amaçlarında sorgulanamayacak denli haklı, ve tutumunda eksiksiz
olarak erdemlidir. İlerici aydın boş kuramla değil ama dolu pragmatik
sonuçlar ile ilgilenir. Ussal bilimcinin ürettiği kuramı anlamasa da, formüllerini
onun elinden kapar, bilimi uygulayımbilime çevirerek, boş kuramı bırakıp
doğruluğu ya da yanlışlığı sınanabilir verimli görgül bilgiye sarılarak,
ilerler. |
|
Hegel
modern uygarlıkta İdealizmin ve Romantizmin birlikte serpilme şansı buldukları
bir zamanda, insan duygu ve düşüncesine değer veren bir ortamda yetişti.
Tam olarak zamanının çoçuğuydu. Bir felsefeciydi ve gerçekliğin yalnızca
düşüncede değil, ama duyusal güzellikte ve ruhun duygusunda da yaşandığını
pek çok duygusuz pozitiviste herkesten önce o öğretti. İnsan gerçekliğinin mülkiyet, ya da ödev, ya da yasada değil, bu dışsal
sonluluk kıpılarında değil, ama çok daha yüksek bir boyutta, Saltık
Tinin güzellik, iyilik ve gerçeklik boyutunda
yattığını tanıtladı. Felsefesi izlediği yalın eytişim gereği tarihin Prusya
Devletinde sonlandığını filan değil, ama tam tersine ereği Özgürlük olan bir süreç olduğunu tanıtlar. Bir İdealist olan Hegel devletin doğasını
kalpazan ve despotik materyalist eleştirmenlerinden, bu Aydınlanma tortularından
çok daha iyi anlıyordu. |
Rousseau:
İleriye Doğaya! |
Rousseau
trajik, kaotik, kafası oldukça karışık bir çağın eşit ölçüde bunalımlı
bir insanıydı. O dönemde sözde nesnel düşünceler bile büyük ölçüde dışsal
güdüler tarafından belirleniyor, kuramlar öznel eğilimlere ve önyargılara
göre kuruluyor, felsefe ve bilim henüz deneyimsiz Avrupalı düşünür tarafından
sık sık gülünçleştiriliyordu. Rousseau pekçok bakımdan saçma sapan bir
insandı. İdeali işleyim ve tecimi yadsıyarak salt tarım üzerine kurulu
bir uygarlık modeli idi. Çok övülen duyarlığına ve insanın doğal suçsuzluğu
konusunda duyduğu inanca karşın, Rousseau kendi çocuklarını bakımevlerine
terk etmede bir sorun görmedi. |
Rousseau’ya
göre insanın iyi ve mutlu olan doğal durumu, ya da daha uygun bir anlatımla,
henüz kötülük ile tanışmamış insan doğası ancak özdeksel ilerlemeyi birincil
gören ve insan varoluşundaki her başka öğeyi ona altgüdümlü kılan bir
uygarlık tarafından kötüleştirilebilirdi. Bundan çıkan sonuç Rousseau’nun
uygarlık düşmanı olduğu değil ama baskılayan ve baskılanan toplumsal insanın hiçbir zaman mutlu olamayacağıdır. İnsanın özsel olarak İyi
olan doğasının gerçekleşmesi ancak kültür ve doğanın, us ve tutkunun barıştırılması
koşulunda olanaklıdır. Mülkiyet kurumunun doğuşu yalnızca eşitsizliği
değil ama insanın kendi doğasından kopuşunu da birlikte getirmiştir. Ve
çıkar çatışması insan doğasına getirilen en büyük yıkımın, bir uygarlık
görünüşü arkasına gizlenen nefretin kaynağı olmuştur.
Rousseau’nun
ussalcılığı ‘‘özgür doğmasına karşın her yerde zincirler altında olan’’
insanın özgürlüğünü gerçekleştirebileceğini doğrular. Eğer evrensel istenç
üzerine, eğer volonté générale üzerine kurulu bir yurttaş
toplumu yaratılabilirse, orada politik özgürlük sağlanabilecek, çünkü
bireysel özenç ile, tiranlık ile karşıtlık içinde duran ussal evrensel
istenç yasa olarak bireyin kendi kendisine dayattığı bir sınır olacak,
eş deyişle bir sınır olmayacaktır. Zorunluk değil ama Özgürlük olacaktır.
Hiçbir politik kuram Aydınlanmacı Despotizme bundan daha ters düşemezdi.
Ve başka hiçbir politik kuram Özgürlük Kavramının gelişmesi olanağını
ondan daha iyi anlatamazdı. Evrensel İstenç şu ya da bu tikel, olumsal,
geçici eğilim ya da özenç değil, modern toplumun mülkiyet istenci değil,
şu ya da bu sefil yasanın anlatımı değil, ama baştan sona Ussal İstencin
kavramıdır. Özgürlüğün anlatımıdır. Önünde gelişimini, kendini yaşamın
somutluğuna, dünyanın edimselliğine çevirmesini engelleyebilecek hiçbir
mantıksal güç yoktur çünkü kendisi usun gücüdür.
Rousseau
her idealist gibi insan doğasının kökende iyi
olan eğilimlerinin uygun bir Eğitim yoluyla geliştirilebileceğini
savundu. İnsan karakterinin altyapı denilen us-dışı, duygu-dışı çıkar
ilişkileri dünyası tarafından bozulduğunu gördü. Ama bütününde onun tarafından
belirlendiğini düşünmedi. Rousseau için insan doğası düzeneksel değil
ama ereksel bir yapıydı, zorunluk ve dışsallık tarafından değil
ama özgürlük ve öz-gelişme tarafından belirleniyordu. Onun için, insanın
tüm kültürel koşullarından bağımsız bir özsel doğası, usu ve duygusu vardı.
Yaşamımız doğanın bize verdiği gizilliği ortaya çıkarmada, onu edimselleştirmede
anlam ve değer kazanır. Eğitimin görevi ‘olumsuz’ olmalı, çocuğu buyruk
ve yönergelerle engellemek yerine, tersine onda iyi olanın kendiliğinden
ortaya çıkmasına yardımcı olmalıdır. Çocuk baskılanmamalıdır. Duygu durdurulmamalıdır.
İnsan ağlamalı, gülmeli, dans etmeli, şarkı söylemeli, sevmeli, davranmalıdır.
Ancak özgür, yürekli, engelsiz insan bir nefret birikintisi olan bilinçaltından
bağışıktır. Çocuğun doğası, onda ilkin bir gizillik olan ussal ve ruhsal
yan hiçbir biçimde göreli birşey, postmodernistin keyfine göre belirlenebilecek
bir yapısızlık değildir. Rousseau’ya göre, insan doğasını kabul etmeli,
ve eğitim yoluyla yalnızca onda daha şimdiden var olanı edimselleştirmeliyiz.
Eğitim insan doğasına aykırı olmamalıdır.
İnsan
duyuncunun evrensel istenci belirlediği düzeye dek, Rousseau’nun iç insanın,
duygu ve duyuncun gelişimine verdiği önemin doğruluğunu abartmak olanaksızdır. |
‘‘Bizim
için varoluş duygudur: ve duyarlığımız karşı çıkılamayacak bir yolda usumuzu
önceler :: Exister, pour nous, c’est sentir: et notre sensibilité est
incontestablement antérieure à notre raison’’ (Moral Mektuplar). |
Usdışı
güdülerle ya da tam bir saflıkla Rousseau sık sık özdekçi Aydınlanma ile
ilişkilendirilir. Ama yaşamı, düşüncesi, ve duygusuyla tam olarak o özdekçi
karanlığı insan varoluşundan uzaklaştırmak için çabalayan insan Rousseau’dan
başkası değildir. Doğal olarak iyi olduğunu kabul ettiği insanın
modern ilerleme tarafından iyileştirilmekten çok bozulduğunu görmek için
bir ideal insan ölçünü, bir karakter ideali gerekir. Rousseau, tıpkı Spinoza
gibi, her idealist gibi, kendisinde ve bütün insanlıkta o ideal karakteri
anlamaya ve yaratmaya çalıştı. Eğitimin duyguya ve doğaya önem vermesi
gerektiğini, ve usun biçimlendirilmesinde ona tıka basa bilgi doldurmak
yerine ilkin karakter oluşumuna özen gösterilmesi gerektiğini öğretti.
Anne ve babalara çocuğun yetiştirilmesine önem ve değer vermeleri gerektiğini
ve evrenin bu en değerli varlığının eğitiminde doğal çevrenin toplumun
ve toplumsal kurumların etkilerine baskın çıkması gerektiğini anlattı.
Kendisi Doğada ve Duyguda yaşamayı kentin yapay ve biçimsel yaşamına yeğledi. |
Novalis ya da Friedrich von Hardenberg (1772-1801)
‘Romantik’
adını yazın sanatına ilk kez uygulayan Novalis Almanya’da 1798’de şiirde
Romantik Okulu kurdu. Kendini ‘de Novali’ olarak adlandıran ailesinin
bilinen kökleri 13’üncü yüzyıla dek uzanıyordu.
Jena
(1790) ve Leipzig’de tüze eğitimi gören Novalis 1797’de ölen nişanlısı
için ölümü Tanrının yanında daha yüksek bir yaşama giriş olarak kutlayan
Hymnen an die Nacht’ı
yazdı. Kendisinin de genç yaşta ölmesiyle idealist bir ansiklopedik felsefe
dizgesi için çalışması taslak aşamasında kaldı. Yine fragmanları kalan
Glauben und Liebe (İnanç
ve Sevgi) şiir, felsefe ve bilimi dünyanın
alegorik bir yorumunda birleştirir.
Onun
için şairin ödevi imgelemin gücü yoluyla insan yaşamını bir masal dünyası
gibi güzelleştirmekti. ‘Romantik’ sözcüğü Novalis için ‘şiirsel’ demekti.
Şunları yazdı: ‘‘... sıradana gizemli bir görünüş, ... sonluya sonsuz
bir anlam verdiğimde, onu romantikleştiririm’’ :: ‘‘...
indem ich dem Gewöhnlichen ein geheimnisvolles Ansehen, ... dem Endlichen
einen unendlichen Sinn gebe, so romantisire ich es.’’ |
Aydınlanmanın ilerleme ve
özgürlük anlayışı özdeksel olana, yararlı olana kısıtlıdır: Pozitif
bilimlerde elde edilen ilerleme doğa üzerinde üstünlüğe götürmüştür. Aydınlanmanın
barbarca mantığı gereği, aynı özdeksel belirlenimcilik insan açısından
da geçerli olmalı, özdeksel ilerleme tinsel/törel kurtuluşu da getirmelidir.
Bunun için yapılması gereken tek şey insanı inancından yoksun bırakmak,
kafasını yalnızca sözde ussal bilgi ile tıka basa doldurmaktır. İnsan
da eninde sonunda arı özdek değil midir?
Aydınlanmanın
mantığına göre insanın özdekten özerk bir tinselliği, dürtüsel yanından
özgür bir duyuncu, altyapı denilen bir fetiş alanından özgür bir istenci
yoktur. Ona göre insan usu özdeksel altyapının özdeksel bir izdüşümüdür,
fiziksel bir ‘yansıma’ gibidir, onu kendi dışından belirleyen özdeksel
güçlere altgüdümlüdür.
Bu bilinç tüm içeriğinin,
tüm kavramlarının, tüm değerlerinin çevre, dışsallık, altyapı vb. dediği
özdeksel dünya tarafından belirlendiğine inanır, ve bu dışsallığı kendisi
belirlemeye karar verdiği zaman bile onu buna belirleyen şey özgür usu
değil ama yine bu her nasılsa özerk, tılsımlı çevrenin kendisidir. Çevreyi
bilinci özgür bir bilince belirleyecek olan bir çevreye dönüştürmenin
yolu da o bilince yine çevrenin kendisi tarafından telkin edilir. Us özerk
değildir. Ve özdeğin yasası özgürlük değil ama zorunluktur. Ona göre insan
düşünce ve istenç yetisi ile, özgürce karar verebilmenin değer ve onuru
ile donatılı değildir. Tersine, daha sonra Feuerbach’a yüklenen bir anlatımla,
‘‘insan yediğidir,’’ özdektir, çünkü yalnızca özdek vardır. Tinsellik
yoktur. Özdekçilik bir monizmdir, bir dualizm değil.
Böyle belirlenimcilik zemininde,
ancak üretimin bollaşması, ancak özdeksel gönenç paylaşma kavgasını yatıştırabilir.
Çünkü insan özsüz, töresiz, duyunçsuz bir hayvandır. Ancak herkese gereksinimi
kadar verilebildiği zaman kavga biter, ancak kör içgüdü doyurulabildiği
zaman insanlar birbirlerini boğazlamaya son verirler. Nokta. Bu tarihsel
özdekçiliğin özdekten, granit ve metalden, giderek barut ve plutonyumdan
oluşan mantığıdır. Ama duyunçsuz, sevgisiz bir nesne olan, sözcüğün en
gerçek anlamında özdeksel olan insanı hiçbir gönenç, hiçbir varsıllık,
hiçbir sömürü düzeyi doyuramaz.
Tüm bunlar özdeksel ‘ilerleme’
mantığının ilkeleri ile tutarlı vargılarıdır. Orada herşey zorunludur.
Çünkü özdek katı nedensellik yasalarına, ve pazar kendi demir yasalarına
bağımlıdır. Orada herşey kendi içi değil ama kendi dışı tarafından, ya
da daha tam olarak kendi altı tarafından belirlidir, ve özgürlük diye
birşey yoktur. Çünkü özgürlük Nedenselliği değil ama Erekselliği ister.
İtki ya da dürtüden değil ama İstençten doğar, aslında onun kendisidir.
Özdekçilikte, isteyen etmen insanın kendisi değildir. Onun yerine, altyapı
ister.
Ve
altyapı ilerler, büyür. Ama güdüsünü hırstan, kazanç hırsından, anamalcı
itki ve dürtü ve içgüdüden türetir. Bu yüzden büyümesi hırsın ve duyunçsuzluğun
bir büyümesi, usun ve duyuncun bir küçülmesidir. |
‘
‘Dünya
romantikleştirilmelidir. O zaman bir kez daha onun kökensel anlamını keşfedeceğiz.
Birşeyi romantik kılmak nitel bir gizilleştirmeden başka birşey değildir.
Böyle bir işlemde, aşağı benlik yüksek benlikle özdeşleşmiş olur. Kendimiz
nitel gizilliklerin bu dizisiyizdir. ... Sıradan olana yüksek bir anlam,
alışıldık olana gizemli bir görünüş, sonlu olana sonsuz bir görünüş yüklediğim
düzeye dek, romantikleşiyorumdur.‘‘
‘‘Hiçbirşey
genellikle dünya ve yazgı dediğimiz şeyden daha romantik değildir.’’
(Novalis.) |
‘‘Romantizm
tam olarak ne konuların seçiminde ne de sağın gerçeklikte değil ama bir
duygu kipinde bulunur.’’ ‘‘Benim için Romantizm Güzelin en yakın, en son
anlatımıdır.’’ (Baudelaire.) |
‘‘Zamansız,
sınırsız, eksiksiz bir birlik tüm duygumuzun ve düşüncemizin altında yatar,
varoluşun her biçiminin ve kendimizin her parçasının altında yatar. Bunu
derin, iç bir ayrımsama yoluyla biliriz — bir ayrımsama ki hiçbir açıklamasını
ya da tanıtını veremeyiz çünkü kendisi tüm bilginin, tanıtlama ve açıklamanın
kaynağıdır. Kişisel gelişmemizin derecesi üzerine bağımlı olduğundan,
bizdeki bu ayrımsama bulanık ya da duru olablilir. Gündelik konuşmada,
içimizdeki bu sonsuzluğa Tanrı sözcüğü ile değiniriz. Usta ve Doğada bu
en yüksek gerçeklik bize içsel ve dışsal belirişleri içinde görünür. Kendimizi
bu gerçekliğin bir parçası olarak duyumsarız. Hem Doğanın hem de Usun
yaratıkları olarak, hem Doğayı hem de Usu kapsayan ve böylece tanrısaldan
pay alan bir varlık oluştururuz. Bu ansal yaşamımıza iki ayrı yön açar.
Bir yandan Doğanın ve Usun çokluğunu ve sonsuzluğunu kökensel, tanrısal
birliklerine indirgeyebiliriz. Ya da kendimizin iç yaratıcı birliğini
dışsal bir çoklukta temsil etmeye çalışabiliriz. İkinciyi yaparken, yetenek
uygularız, birinciyi yaparken içgörü gösteririz. Yetenek sanat üretir.
Bilimde insan kendini Tanrının içinde olarak duyumsar, sanatta Tanrıyı
kendi içinde duyumsar. ...
Doğanın
engin görkemini algılayan insan kendi önemsizliğini duyumsadığı zaman,
kendini Tanrıda duyumsayarak bu sonsuzluğa girdiği ve bireysel varoluşunu
terkettiği zaman, o zaman bu boyuneğiş bir yitirişten çok kazanıştır.
Başka türlü yalnızca anlığın gözlerinin gördüğü şey burada hemen hemen
sözel olarak görülür olur: Evrenin sonsuzluğunda birlik.’’
(Carl
Gustav Carus, Manzara Resmi Üzerine Dokuz Mektup’tan) |
Aydınlanma
acımasızdı, ve tüm acımasızlığı ile Batı uygarlığının tözüne katıldı.
Adam Smith, Bentham ve Hume gibi Aydınlanmacılar us değil ama haz ve acı
üzerine dayalı ahlak kuramları ile, ‘mutluluk kalkülüsleri’ ile laissez
faire denilen duyunçsuzluk politikasını formüle ettiler. İnsanın yazgısını
belirlemede Ekonomiye — hırs temelindeki yabanıl alış veriş ‘ilişki’sine
— verilen aynı bağımsızlık, aynı birincillik Marxist altyapının-birincilliği
kuramında da doğrulanır. Duyunç salt bir türevdir. Altyapıya, ya da, daha
sağın anlatımıyla, haz ve acı ilkesine görelidir. Bu yalancı kuram bir
ideoloji olarak işler, ve özgürlüğe ilerlemenin karşısına tam olarak o
ilerlemenin üstesinden gelmesi gereken bir kölelik engeli çıkarır.
|
Protestan,
Katolik ve Deist Etkileşimler |
Protestan
Duyunç. Protestan
irrasyonalizmin hoşgörüsü altında gelişen irrasyonalist İngiliz Görgücülüğünde
belli bir ‘idealizm,’ ama yalnızca imgenin, tasarımın idealizmini buluruz:
Gerçeklik algılanabilen imgedir, ve bu imge öznelliğinden ötürü en çoğundan
varlığı kuşkulu bir gerçekliktir. Aslında gerçeklik filan değildir. Bir
olasılıktır. Pekin olarak hiçbirşeyi bilemeyiz. Mantığın yeri Ruhbilim tarafından,
mantıksal bağıntının yeri tasarımların çağrışımı tarafından alınmıştır.
Böyle bir bilinçte sanılarla, tahminlerle yetinmeli, saltık bilgiyi, nesnel
gerçeklik ve pekinliği bir yana atmalıyız. Kılgısal alan söz konusu olduğunda, imgenin yeri yine duyusal öznellikte onunla aynı
tözü paylaşan içgüdüler, dürtüler, itkiler vb. tarafından, haz ve acı duyumları
tarafından alınır, ve üzerlerine bütün bir ahlaksal ve törel dünyanın ‘değer’
yapıları kurulur. Böyle ilksel kökenler üzerinde, Kılgı alanı da Kuram alanı
ile eşit ölçüde kuşkulu, göreli, gerçekliksizdir. Orada da herşey
geçerlidir, herşey başka herşey ile eşit değerdedir. Tek
bir sözcükle, Değer ve ona bağlı törellik ve ahlak diye birşey yoktur. Topluluk
tini buhar olup yitmiştir. |
Katolik
Duyunç. Protestan
İngilizin göreci, bireysel, yalıtılmış ve yalnız duyuncundan ayrı olarak,
Katolik Fransızın duyuncu sürekli baskı altındadır, ve bağımsızlığından
vazgeçmeye, rahiplerin özencine bağımlı bir tözsellikle bütünleşmeye, onların
doğrularını doğru ve onların eğrilerini eğri saymaya alıştırılır. Katolik
boyuneğmek için yetiştirilir. Arı tinselliği öğrenemez. Öğrendiği biricik
tinsellik dünyasaldır, vaftiz suyunda ve ekmek ve şarapta tanıdığı özdeksel
‘tanrısallık’tır. Bu tinselliği Katolik Kilisenin kurumsal yapısından, duyusal
ayinlerinden, ve rahiplğin baskılanmış kişiliğinden bir yetke olarak kapar.
Katolik eğitim düşünceyi evrensele, duyuncu arılığa götürmez. Kişi dini
yalnızca pozitif yanında öğrenir. Ondan
saygı isteyen, ondan koşulsuzca inancını, yüreğini isteyen şey güç ve görkemiyle,
bireysel tavırlarda sergilenen yozluğuyla, hırs, tutku ve lüksü ile baştan
sona dünyasal bir kurumsallıktır. Böyle
töresizliğe ve duyunçsuzluğa saldırmak için hiç kuşkusuz idealizme, felsefeye
gerek yoktur. Bir mum ışığının Aydınlığı bu iş için yeterlidir. 18’inci
yüzyıl Fransasında milyonlar salt doğal sezgileri ile, içlerinde koruyabildikleri
son duyunç kırıntıları ile bu kurumsallığı yüreklerinde daha şimdiden yoketmişlerdi.
Aydınlanma böyle bir karanlık inanca karşı doğan halksal tepkiye nüktesi
ile, diluzluğu ile kof Fransız inceliğini kazandırdı. |
Aydınlanma
Özdekçiliği. Ama
tinsellik düşmanı Aydınlanma insanın yetenekli olduğu en kaba us biçimini,
yüz kızartıcı bir düşünce ve duygu nefreti üretti. Özdekçiliğin Fransız
entellektüelinin ideolojisi olması, 20’nci yüzyılda bile tarihsel özdekçiliğin
Latin ülkelerde kitlesel bir duygudaşlık ve saygınlık kazanması raslantısal
değildir. Katolik bilinç arı tinselliğe, evrenselin özgürlüğüne yeteneksizdir. Doğa Biliminde, özdekçi bilinç evrenselin
denetimindeki hiçbirşeyi kavrayamaz. İdeaların, kavramların, düşüncenin
arı evrenselinin ve onun arı mantıksal akışının, eytişimsel işleminin
gerekli olduğu doğa bilgisinde, tasarımsal-duyusal yöntemi ile hiçbir
zaman evrenin kuramsal usunu, doğa yasasını anlama ve doğrulama olanağı
yoktur. Törellikte, böyle bilinç duyunç
özgürlüğünü yadsıdığı için, tüm ayrıma karşı acımasız, yokedici bir saldırganlık
tinine dönüşür. Sanatta, bastırılmış
duyarlığı ile arı güzellik tininden nefret eder, çirkine sarılarak güzellik
ideasına saldırır. Kavramadığını yoksayan özdek mantığı bütünsel bir
olumsuzlama mantığıdır, ve varlığı tek bir tözselliğe, Être
suprême ilkesine, duyusal Özdeğe indirgeyen bu düşüncesizlik
bir yoketme fanatizminde doruklanır, Terör olarak despotik ilerleme mantığının doğal bir bileşeni olur. |
TAHIL
Voltaire
DICTIONNAIRE PHILOSPHIQUE, 1764 |
Galyalıların
Sezar’ın zamanından bu yana tahılları vardı: kişi onların ve Tötonların
tahıl ekmeyi nereden bulduklarını merak eder. İnsanlar Tyrianların onu
İspanya’ya, İspanyolların Galya’ya [Fransa] ve Galyalıların Almanya’ya
getirdikleri yanıtını verirler. Ve Surlular tahılı nerde buldular? Büyük
bir olasılıkla, kendileri ile karşılık olarak alfabelerini değiş tokuş
ettikleri Yunanlıların arasında. Kim bunu Yunanlılara sunmuştur? Bu önceleri
hiçbir kuşku olmaksızın Serez’di; ve kişi bir kez geriye Serez’e gider
gitmez, kolay kolay daha öteye gidemez. Serez bize buğdayı, çavdarı, arpayı
vb. vermek için gökten amaçlı olarak gelmiş olmalıdır. Ama tahılı Yunanlılara
vermiş olan Serez’in güvenilirliği, ve onu Mısırlılara bağışlayan İshet
ya da İsis’in güvenilirliği bugünlerde çok azaldığı için, tahılın kökeni
konusunda belirsizlik içinde kalırız. Sanchoniathon’un ileri sürdüğüne
göre Thaut’un torunlarından biri olan Dagon ya da Dragon Fenike’de tahılın
denetimini elinde tutuyordu. Evet, onun Thaut’u bizim Jared’imiz ile aşağı
yukarı aynı zamana düşer. Bundan şu çıkar ki tahıl çok eskidir, ve eskiliği
otunki ile aynıdır. Belki de bu Dagon ekmek yapan ilk insandı, ama bu
tanıtlanmış değildir. Tuhaf şey! şarabı Nuh’a borçlu olduğumuzu kesin
olarak bilirken, ekmeği kime borçlu olduğumuzu bilmeyiz. Ve daha da tuhaf
olan şey, Nuh’a minnettar olmaktan öylesine uzağız ki, Bakhüs’ün onuruna
iki binden daha çok şarkımız varken, kurtarıcımız Nuh’un onuruna söyleyecek
yalnızca tek bir şarkımız vardır. Bir Yahudi bana tahılın Mezopotamya’da
kendiliğinden çıktığı konusunda inanca verdi, tıpkı Batıdaki elmalar,
yaban armutları, kestaneler, muşmulalar gibi. Aykırısından emin oluncaya
dek, ona inanmayı istiyorum; çünkü tahıl hiç kuşkusuz bir yerde büyümüş
olmalıdır. İyi iklimlerde ve boydan boya Kuzeyde olağan ve vazgeçilmez
besin olmuştur. Yeteneklerine saygı duyduğumuz ve dizgelerini izlemediğimiz
kimi büyük felsefeciler (Buffon) ‘‘Köpeğin Doğal Tarihi’’nin 195’inci
sayfasında insanlığın tahılı yaptığını, ‘lolium’ ve ‘gramina’nın [iki
ot türü] ekilmesi yoluyla onları buğdaya değiştirdiklerini ileri sürmüşlerdir.
Bu felsefeciler kabuklar konusunda bizim görüşümüzde olmadıklarından,
bize tahıl konusunda onların görüşünde olmama iznini vereceklerdir. Birinin
hiçbir zaman yaseminlerden laleler büyüttüğüne inanmayız. Bir tahılın
tohumunun lolium tohumundan bütünüyle ayrı olduğunu buluruz, ve bir türsel
başkalaşıma inanmayız. Biri onu bize gösterdiğinde, geri çekiliriz. Tahıl
hiç kuşkusuz dünyanın büyük bölümünün besini değildir. Mısır, tapioca
Amerikanın bütününü besler. Tüm köylülerinin çavdar ya da arpadan daha
besleyici ve daha lezzetli olan ve askere verilen tayın ekmeğinden çok
daha iyi olan kestane ekmeğinden başka birşey yemedikleri bütün illerimiz
vardır. Güney Afrika’nın bütünü ekmeği bilmez. Engin Hint takımadaları,
Siyam, Laos, Pegu, Cochin, Çin, ve bir parçası olan Tonkin, Japonya, Malabar
kıyısı ve Cokomandel, Ganj kıyıları bir pirinç üretir ki, ekilmesi buğdayınkinden
çok daha kolaydır ve onun gözardı edilmesine neden olur. Tahıl Buzul Denizi
kıyılarındaki 1500 fersahlık bölge için kesinlikle bilinmeyen birşeydir.
Alıştığımız bu besin aramızda öylesine değerlidir ki, onun bir kıtlığını
görme korkusu bile boyuneğdirilmiş halklar arasında ayaklanmalara neden
olur. Tahıl tecimi her yerde hükümetin büyük işlerinden biridir; varlığımızın
bir parçasıdır, ve gene de bu özsel mal zaman zaman gülünç bir biçimde
çarçur edilir. Pudra tecimcileri genç erkek ve kadınlarımızın başlarını
kaplamak için en iyi unu kullanırlar. Ama yeryüzünün dörtte üçünde ekmek
hiç yenmez. İnsanlar Etyopyalıların ekmekle yaşayan Mısırlılar ile alay
ettiklerini ileri sürerler. Ama bizim başlıca besinimiz olduğu için, tahıl
tecim ve politikanın büyük işlerinden biri olmuştur. Bu konu üzerine öyle
çok yazılmıştır ki, eğer bir çiftçi elimizde bu mal üzerine bulunan kitaplar
kadar tahıl ekecek olsaydı, bol bir hasat umabilir ve yaldızlı ve vernikli
salonlarında onun çok aşırı emeğini ve sefilliğini gözardı edenlerden
daha varsıl olabilirdi. |
THE
Gauls had corn in Caesar's time: one is curious to know where they and the
Teutons found it to sow. People answer you that the Tyrians had brought
it in to Spain, the Spaniards into Gaul, the Gauls into Germany. And where
did the Tyrians get this corn? Among the Greeks probably, from whom they
received it in exchange for their alphabet. Who had made this present to
the Greeks? It was formerly Ceres without a doubt; and when one has gone
back to Ceres one can hardly go farther. Ceres must have come down on purpose
from the sky to give us wheat, rye, barley, etc. But as the credit of Ceres
who gave the corn to the Greeks, and that of Isheth or Isis who bestowed
it on the Egyptians, is very much fallen in these days, we remain in uncertainty
as to the origin of corn. Sanchoniathon affirms that Dagon or Dagan, one
of the grandsons of Thaut, had the control of corn in Phoenicia. Well, his
Thaut is of about the same time as our Jared. From this it results that
corn is very old, and that it is of the same antiquity as grass. Perhaps
this Dagon was the first man to make bread, but that is not demonstrated.
Strange thing! we know positively that it is to Noah that we are under an
obligation for wine, and we do not know to whom we owe bread. And, still
more strange thing, we are so ungrateful to Noah, that we have more than
two thousand songs in honour of Bacchus, and we chant barely one in honour
of Noah our benefactor. A Jew has assured me that corn came by itself in
Mesopotamia, like the apples, wild pears, chestnuts, medlars in the West.
I want to believe it until I am sure of the contrary; for corn must certainly
grow somewhere. It has become the ordinary and indispensable food in the
good climates, and throughout the North. Some great philosophers whose talents
we esteem and whose systems we do not follow (Buffon) have claimed on page
195 of the "Natural History of the Dog," that mankind has made corn; that
our fathers by virtue of sowing lolium and gramina changed them into wheat.
As these philosophers are not of our opinion about shells, they will permit
us not to be of theirs about corn. We do not believe that one has ever made
tulips grow from jasmin. We find that the germ of corn is quite different
from that of lolium, and we do not believe in any transmutation. When somebody
shows it to us we will retract. Corn assuredly is not the food of the greater
part of the world. Maize, tapioca, feed the whole of America. We have entire
provinces where the peasants eat nothing but chestnut bread, more nourishing
and of better flavour than that of rye and barley which so many people eat,
and which is much better than the ration bread which is given to the soldier.
The whole of southern Africa does not know of bread. The immense archipelago
of the Indies, Siam, Laos, Pegu, Cochin China, Tonkin, a part of China,
Japan, the coast of Malabar and Coromandel, the banks of the Ganges furnish
a rice, the cultivation of which is much easier than that of wheat, and
which causes it to be neglected. Corn is absolutely unknown for the space
of fifteen hundred leagues on the coasts of the Glacial Sea. This food,
to which we are accustomed, is among us so precious that the fear of seeing
a dearth of it alone causes riots among the most subjugated peoples. The
corn trade is everywhere one of the great objects of government; it is a
part of our being, and yet this essential commodity is sometimes squandered
ridiculously. The powder merchants use the best flour for covering the heads
of our young men and women. But over three-quarters of the earth bread is
not eaten at all. People maintain that the Ethiopians mocked at the Egyptians
who lived on bread. But since it is our chief food, corn has become one
of the great objects of trade and politics. So much has been written on
this subject, that if a husbandman sowed as much corn as the weight of the
volumes we have about this commodity, he might hope for the amplest harvest,
and become richer than those who in their gilded and lacquered drawing-rooms
ignore his exceeding labour and wretchedness. |
Literatti kendi sefilliğini
çiftçi ile paylaşarak doyum bulur, değerini bu aydın-karanlık, eğitimli-eğitimsiz
karşıtlığında ölçmeyi ister. Bunların arasına Voltaire’in katkısı da eklenmelidir.
Bu bir ‘felsefe’ metnidir, ve ‘felsefe sözlüğü’ yazanlara ne yaptıklarını
gösterme konusunda örnek olmalıdır. Ve bundan yine Aydınlanmanın popülerliğinin
nedenlerini çıkarmak güç olmamalıdır. Bu aynı zamanda Batı için geçerli
olan halksal ‘bilgelik’ türünün de iyi bir örneğidir. Fransız soylularının,
eğitimli sınıflarının, burjuvalarının, din ve devleti deviren Aydınlanmacıların
— tümünün okudukları, beğendikleri ya da tersine sakıncalı, tehlikeli,
devrimci buldukları metinlerden biridir, ve iki kez Paris’ten sürülen
ve iki kez Bastille zindanlarına atılan yazarının adı Aydınlanma devimine
öncülük edenler arasında birinci sırada anılır. Bu bir haksızlık değildir. |
Bir
Karabasan:
İngiliz
Duyarsızlığı |
Romantizm
dünyaya anlam kazandırma isteğidir — ve romantik anlam hiç kuşkusuz duygunun kendisidir. Romantizm iç dünyanın tüm değerinin dışarıya
yansıtılması, varoluşun duygu gerecinden yeniden yaratılmasıdır. Romantizmin
değeri olduğu gibi değersizliği de burada yatar: Usun kendisinden uzaklaştığı
düzeye dek, bu öznellik herşey olabilir. Bu nedenle önemli olan
nokta kimin romantikleştiğidir.
(İngiliz
‘Romantizmi.’ Romantizmin tükettiği şey duygudur, ve doğal olarak
Aydınlanmanın soğuk pozitivist usu ile karşıtlık içindedir. Böyle Romantizm modernizm ile karşıtlık içinde ve
modernizmin kuşatması altında ortaya çıkar. Boş ekonomik değerlerin reddedilmesi
olarak, tecime uyarlanan ruhsuz bir uygarlık biçiminin yadsınışı olarak,
Romantizm her yeğin duygusal içeriğe sarılır — ulusalcılığa olduğu gibi
Hıristiyanlığa da döner, halksal değerlere olduğu gibi evrensel değerlere
de. Ama korkunun, giderek dehşet ve yılgının beslediği bir duygu olarak belirdiğinde, çirkinlik, yabanıllık, acımasızlık,
vb. gibi yeğin temalar kendisi bir çöküntü ve yıkıntıya indirgenmiş imgelemi
yakalar. İngiliz Romantizmi olarak adlandırılan grilik düşüncede
olduğu gibi duyguda da tecim dünyasının anlamsızlığına yenik düşmüş Anglo-Saxon
tinin sık sık karanlığa dönen yapıtlarına anlatım verir. Onda Romantizm kendini yadsımaya ve bozmaya, gerçekte duygunun yitişini anlatmaya başlar. Orada hiçbir zaman gerçek değeri, saltık değeri bulamayan modernist ruhsuzluğun başlangıç noktalarını bulabiliz. Modernizm
daha sonra nihilizm, dadaizm, kübizm, pozitivizm, postmodernizm gibi anlatım
biçimlerini geliştirerek bu duyarsızlığa hiç olmazsa kendini grotesk biçimlerde anlatması için gereksindiği yollları açtı. Buna karşı, imgelemi kirleten İngiliz ‘Romantizmi’
söz gelimi nihilizmin kendini baştan sona değer yüklü olarak sergileme
girişimi gibi birşeydir, ya da varoluşçuluğun yaşamın baştan sona anlamlı
olduğunu, Picasso’nun yapıtlarının güzelin anlatımı olduklarını ileri
sürme pozu gibi birşeydir. Ve orada neyin değer olduğunu, orada neyin
anlamlı olduğunu tasarlamaya çalışmak bu sözde Romantizmi anlamanın en
acımasız ama en kısa yoludur. Karabasan henüz bitmedi.) |
Gotik
‘Sanat’ |
(Gotik
Sanat denilen sapınç ile karşılaşmanın biricik güzel yanı kübist Picasso’yu
bile sevimli göstermesidir. Bu ‘sanat’ cehennem konusunda hiçbir kavramları
olmayan insanlara böyle bir yerin en diri, en etkili, en anlaşılır izlenimini
sunar. Mary Shelley, Ann Radcliffe, Matthew Lewis, William Blake, Lord
Byron vb. tümü de usdışının, acının, çirkinin, giderek dehşetin ve terörün
duygusunu yaşamayı başaran sanatçılardır. Bu modern popüler sanat bugün
başta tv ve sinema olmak üzere geniş bir sadistik eğlence işleyimi tarafından
pazarlanan aynı temayı gereç olarak alır. Gotik
Sanat İngiltere’de modern varoluşun temellerine işleyen korku ve endişe duygusuna tanıklık eder. Hastalıklı, zayıf ve sağlıksız olanın ‘sanatını’
bu nitelikleri kendileri taşıyan, duyguyu ancak acı, ölüm, korku, dehşet,
tekinsiz, tehlike, terör vb. gibi kategorilerde yaşayabilen ve onları
Frankestein
gibi, vampirler ve hayaletler vb. gibi delilik imgelerinde
anlatabilen ruhlar Romantik doğa sevgisine anlatım
vermezler. Tam tersine, güzelliğin kendisini bir korku nesnesine bozarlar,
ona kendi ruhlarından doğan dehşet ve terör kavramlarını yansıtır ve onda
kendi iç sefilliklerini algılarlar. Gotik yazarın kendisine (Sade) göre,
devrimci çağ genel nüfusun duyularını öyle bir düzeye dek köreltmişti
ki, okurlarda tanıdık bir tele vurabilmek için yazarlar ’’cehennemin kendisinin
yardımını istemek’’ zorunda kaldılar. On sekizinci yüzyılın derin toplumsal
kaygı ve endişeleri, Fransa’da olduğu gibi İngiltere’de de tiranlığı devirdikten
sonra tiranlığı
kendileri üstlenen devrimci
çetelerin kaçınılmaz kanlı taşkınlıkları, yalnızlık, kuşku, türesizlik,
acımasızlık — tüm bunlar uygar Romalıların bile yüzlerce yıl boyunca uygarlaştırmayı
başaramadıkları İngiliz tininde duyguyu kaçınılmaz olarak mazoşistik ve
sadistik belirişlere götürdü. Karabasan
sonu.) |
|
|