İdea Yayınevi / Olgular ve Kavramlar / Aziz Yardımlı
 

Aydınlanma ve Romantizm

Aydınlanma Tasarımı ve Aydınlanma Kavramı
Aydınlanma sıradan bilincimizde "bilgi" ile bağlanır, ve karanlık bilgisizlik ile. Bu şiirsel eğretilemeler hiç kuşkusuz çağrışımlara dayanır, ve çağrışım kendinde yanlış ya da kötü değildir. Ama çağrışım birşeyi bilmek için uygun bir araç değildir.

Herşeyden önce söz konusu olan "bilgi"nin kendisini çağrışımlardan özgür olarak irdelemelidir. Onun kavramı ile ilgilenmeliyiz, tasarımı ile değil.

Aydınlanma bugün bile Batının kültürel gelişiminde zorunlu bir evre, giderek başka kültürlerin de öykünmeleri gereken bir evre, başarmaları gereken bir aşama olarak görünür. Ama eğretilemeyi ve tasarımı bütünüyle bir yana bırakmalı, Aydınlanmayı ilgili olduğu bileşenlerin terimlerinde, Us, Bilgi, Özgürlük, Ahlak, Törellik, Politika ve İnanç kavramları açısından bilmeliyiz. Bunu yaptığımızda Aydınlanmanın gerçekte bir Karanlık olduğunu kabul etmekten kaçınamayız. Sözde Aydınlanmanın Batı bilincine katkısı gerçekte bu kültürün henüz kurtulması gereken bir düşünme hastalığıdır.

Aydınlanma Us çağı olarak bilinir, ama Immanuel Kant da aralarında olmak üzere tüm Aydınlanma düşünürleri us düşmanları olarak, usu yadsıyan, ona güvenmeyen, onu duyguların, dürtülerin vb. kölesi olan zayıf bir yeti olarak görür. Buna göre Aydınlanmanın bilgi dediği şey görgül bilgidir ve böyle 'bilgi' daha sonra kendini materyalizmden pozitivizme sözde felsfelerde gösterir. Bu felsfeler de gerçekte felsefe değil ama sıradan bilincin bir kez de kendini felsefede sınamak için üstlendiği girişimlerdir. Tümü de felsefeyi, usu, bilgiyi reddetmede birleşir.

Aydınlanma Özgürlük ile bağlanır. Ama Aydınlanma açıkça despotik bir politikayı temsil eder ve Aydın olma karakterini bir boşinanç kütlesi olarak gördüğü bilgisiz Halkın Karanlığı ile karşıtlık içinde tanımlar.

Aydınlanmanın Özgürlüğü yadsıması onun sözde ahlak felsefelerinde görünür ve ahlaksal niteliği duyunç ile değil ama haz ve acı duyguları ile bağlar ve bu ahlak temelinde yararlık törelliği dediği bir barbarlık öğretisini törebilim olarak ileri sürer.

Aydınlanma inancı da boşinanca indirir çünkü bilgi ile, us ile bağdaşmayan bir inanç inanç değil ama boşinançtan daha iyi olmayan bir kuşkulu inançtır.

Tarihsel süreçte tikel bir düşünce akımı neyi temsil eder? Realiteyi belirler mi? Aydınlanma sandığı gibi tarihe karışma ve onu yönlendirme ya da giderek yönetme gücünü taşmış mıdır? Despotlar tarihsel karakter taşırlar çünkü milyonların istencini yönlendirirler. Savaşlara karar verirler, ülkelerin sınırlarını çizerler, kültürlerin biçimleri üzerinde etkili olurlar. Aydınlanma tarihsel olarak etkili olmuş mudur ve olmuşsa ne düzeyde etkili olmuştur? Aydınlanma bilgi üzerine kuramından politik kuramına dek yanlış bir tasarımı temsil etmiştir. Despotlar tarafından dinlenmiş olsa da, despotları yaratmamıştır. Demokrasi Aydının istencine karşın gelişmiştir. Felsefe Aydının görgücülüğüne karşın gelişmiştir. Yanlış bir kuram kimi kafalarda belli bir ölçüde etkili olabilir. Ama Dünya-Tininin gelişim süreci tinin özgürleşme devimidir ve bu devimin kıpılarının kendileri kendilerini çürütür ve ortadan kaldırırlar. Sözde ilerici Aydınlanma despotizmi sağlamlaştırma isteğinde en çoğundan tutucu bir etkide bulunmuştur. Bilim sürecinde Aydınlanmanın hiçbir etkisi olmamıştır çünkü bu sürecin kendisi görgül yanında Aydınlanma olmaksızın da Aydınlanmanın bilgi ile anladığı şeyi üretmekten başka birşey yapmamıştır.

Özgürlük Korkutucudur
Aydın politik olarak bir despottur çünkü İstenç, Duyunç, Özgürlük, Us kavramlarını bilmez, ve bilmediğine karşı saldırgandır çünkü bilinmeyen, kuşkulu olan onun için güvenilmez olmalıdır.

Özgürlük özgür olmayan bilinç için korkutucudur, ve hiç kuşkusuz haklı olarak korkutucudur, çünkü özgürlük ilkin soyuttur, "dilediğini yapma" özenci olarak, seçme özgürlüğü denilen keyfi istenç olarak anlaşılır ve uygulanır. Bu dolaysız-düşüncesiz özgürlük momentinde İstenç henüz kendi kendisini nesne yapmaz, kendi üzerine düşünmez. Henüz Duyunç olarak kendi kendisini yargılamaz, henüz Ahlak gelişmiş değildir. İstenç bu ilk evresinde ahlaksızdır. Duyunç tıpkı henüz erginliğe büyümemiş bir çocuğun durumunda olduğu gibi hamdır. Ama özgürlüğü öğrenmenin, özgürlüğü gerçekleştirmenin yolu özgürlüğün kendisinden geçer. İnsanlık doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü yalnızca rahipleri dinleyerek öğrenemez. Dışsal Ahlakı içselleştirmeli, kendisi ahlaksal bir varlık olmalıdır.

Katolik Kilise, tıpkı onunla savaşan karşıtı Aydınlanma gibi, halkı özgür olmasına izin verilmeyen ve her zaman çocuk kalması, her zaman güdülmesi gereken yığınlar olarak, kitleler olarak gördü. Rahibin boşinançlı despotizminin karşısına Aydının despotizmi çıktı. Ve despotizmin despotizm ile kavgasının sonucu despotizmdir.

Aydınlanmanın arkasından gelen despotik İdeolojiler, başlıca Marxizm ve Nazizm, aynı kölelik tininden yararlandı. Kurtarıcı İdeoloji kurtuluşa gereksinimi olmayan özgür Yurttaş Toplumunda değil ama hiçbir zaman özgürlüğü tanımamış despotik kültürlerde zemin bulabilirdi. Özgürlüğe yabancı olan ve kendi istençleri olmayan eğitimsiz, bilgisiz, düşüncesiz halklar, kitleler, yığınlar Führerlerinin ve Sevgili Önderlerinin, Leninlerin, Troçkilerin, Stalinlerin ve Hitlerlerin despotik istençlerini izledi. Tiranlıklar her durumda halkların ahlaksızlığı üzerine, istençsizlik ve duyunçsuzluğu üzerine dayanır.

Aydınlanma ve Us
Fransa’da Aydınlanma dünyasallaşmış bir Katolik Kiliseyi ezdi. Protestan İngiltere’de rahipler çoktandır politik nüfuzlarından bağışlanmış, Devlet görevlileri yapılmışlardı. İspanya’da Aydınlanma bir mum alevi gibi parlamayı bile başaramazken, kısa bir süre için klasiklerin, romantiklerin ve idealistlerin estetik, duygusal ve ussal tılsımı altına düşen Almanya’da Aydınlanmanın kendisi pekçoklarına bir tür Karanlık gibi göründü. Ama Almanya'nın despotik yarısı ve Avusturya Aydınlanmayı bile aratacak İdeolojik mayalanmaların zemini olarak kaldı.

Eğer Aydınlanma çağına ‘Us Çağı’ demenin en küçük bir anlamı olmalıysa, bu anlam kırıntısını Aydınlanmanın kurumsallaşmış dine karşı çıkmasında aramak gerekir. Ama tıpkı ikiyüzlülüğe dayanamamanın kendinde büyük bir erdem belirtisi olmaması gibi, insan usunun düşebileceği büyük sefilliklerden biri olan boşinancın karşısına pozitif bilimi tüm donatımı ile çıkarmak da büyük bir bilgeliğin göstergesi değildir. Gerçekte tıpkı aynıların aynıları bilmesi gibi, Aydınlanma da çarpıştığı boşinançta kendi usdışı bakış açısından başka birşey ile çarpışmadı. Aydınlanma dayandığı bütün bir modern bilimsel temeli Galileo ve Kepler gibi ussalcılardan, kendileri Aydınlanmacılar olmayan, aslında İngiliz Aydınlanmasının birincil boy hedefleri olan Descartes ve Leibniz gibi bilimci ve felsefecilerden ödünç aldı.

Aydınlanmanın 'bilgi' dediği şey görgül bilgi, pozitif ya da yararlı bilgi idi. Buna göre Aydınlanma için kurgul bilgi, ussal bilgi, felsefi bile ya da kısaca gerçek bilgi yadsınması gereken bir yanılsama idi. Aydınlanma düşünürleri, her ciddi felsefecinin bildiği gibi, Usu çürütmekle ilgilendiler çünkü ussal bilgiyi metafiziksel olarak, Usu Metafizik dedikleri şeyin kendisi olarak gördüler.

Aydınlanma düşünürleri boş metafizik olarak gördükleri doğal hakkı ya da insan haklarını reddettiler. Bu tutum Aydın Despotizminin bir başka anlatımından başka birşey değildi. Usu tutkuların kölesi olarak ve ahlakı salt bir haz ve acı sorunu olarak gördükleri için, insan özgürlüğünü reddettiler. Pozitif yasaya, egemenin buyruğuna ‘haktır’ diyerek, evrensel hakkı ve evrensel özgür istenci reddettiler. Etik için özgür istencin yokluğunda, Aydınlanma etiği nihilistik bir yararlık etiğidir ve moral belirlenimini Duyuncunda değil ama haz ve acı duygularında bulan bu törellik bir süre için modern Avrupa politikasını tanımlayan özsel etmen oldu. Yararcılık moral olarak ancak Aydınlanmaya özgür belirlenimler olarak Deizm ve Ateizm temelinde olanaklı olabilirdi.

Kendi sözde ‘ussallığının’ değerini yalnızca ve yalnızca köhnemiş bir Roma Katolik Kilisesinin kurumsallığı ile karşılaştırma içinde ölçen Aydınlanma aynı zamanda Batıda idealizmin ve rasyonalizmin bastırılmasında, tek-boyutlu toplumun ve insanın belirleniminde başka herşeyden daha etkili oldu. Çünkü bunu bir ideoloji adına değil, ama pozitif bilim adına yaptı. Aydınlanma ortadan kalkmış, ‘Aydın’ sözcüğünün kendisi Batıda Doğu gizemciliği ile bağlanan küçük düşürücü bir anlatım olmuştur. Ama Aydınlanma kesinlikle yitmemiştir. Nerede olduğunu sorarsak, bugün kendini Avrupa’nın pragmatik, pozitivist ve moral olarak göreci tininde gösterir.

‘İNSAN HAKLARI’ BOŞ METAFİZİKTİR! HAK YALNIZCA POZİTİF HAKTIR!

Aydınlanma düşünürleri Ussalcılar değil, ama Kuşkucular idi — çağdaş nihilizmin ve pozitivizmin ataları. İdealistler değil ama yararcılar idiler — pragmatizmin, giderek hedonizimin ataları. İngiliz yararcısı Bentham, “Hak yasanın çocuğudur, olgusal yasadan olgusal haklar gelir; ama imgesel yasalardan, ‘doğa yasası’ndan imgesel haklar gelir,” der. “Doğal hak bütünüyle saçmadır.” Doğal Hak ile o günlerde anlaşılan şey kendinde insan haklarından başka birşey değildi. Kuşkucu Hume hiç kuşkusuz Bentham ile anlaşma içindedir: “Doğal yasa ve doğal haklar gerçek olmayan metafiziksel fenomenlerdir.”

‘Doğal Hak’ anlatımı pozitif olmayan, yazılı olmayan, henüz bir olgu olmayan ve gene de o sözde aydınlık yüzyılın bilincinde gün gibi açıkta yatan İNSAN HAKLARI kavramının anlatımıydı. Ve Aydınlanmanın asıl temsilcileri için boş metafizikti. Eğer böyle görülmeseydi, yaşanan tüm türesizlikleri örtmenin bir yolu olmazdı. Modern Tinin doğuşu moral göreciliğin damgasını taşır. Bu teknik anlatımın açık anlamı duyunçsuzluk ve ahlaksızlıktır. Düşüncesizlik gelişmeyi başlıca alt-yapı denilen şeyin pozitif gelişmesi olarak, teknolojik olarak görür, moral olarak değil. Moral gelişme insanlığın büyük bölümü için bugün de yabancı bir kavramdır.

Aydınlanmanın izinde yürüyen görgücü ve analitik düşünürler ‘insanlık’ kavramını da boş metafizik olarak görürler ve İngilizler, Fransızlar, Çinliler vb. vardır, derler, "insanlık" değil. Görgücü düşünce için "evrenseller" yoktur.

Aydınlanma pragmatizmi ve yararcılığı ile modernleşmenin yolunu İdealizmden, Güzel Sanatlardan, Evrensel İnsan Haklarından ve Değerlerden temizledi. Bütün bir dünya bundan böyle hiçbir moral kaygı olmaksızın yeni tinin oyun alanıydı. Aydınlanmanın ‘us’ ve ‘bilgi’ imgeleri kendilerini Batının makineleri ve bombaları olarak gösterdiler, ve hiçbir duyunç direnci ile karşılaşmadan dünyayı hızla evrensel bir sömürü, türesizlik ve savaş durumuna uyarladılar. Bugün ‘Batı Uygarlığı’ dediğimiz ve hiçbir biçimde evrensel olmayan, göreci olan kültürün temellerinde Aydınlanmanın iki yüz yıllık nihilistik emeğinin yattığını yalanlamak olanaksızdır: Boşinancın boş kalan yeri henüz doldurulmuş değildir. Batı özgürlük bilincinin doğduğu ve gelişmekte olduğu yerdir. Ama "gelişme" bir süreçtir ve "gelişmemişliği" kendi içinde kapsar.

1) Aydınlanmanın Kavramı. Her olgu durumunda olduğu gibi, Aydınlanma devimi de belirli bir kavramın mantıksal açınımı olarak kendinde olduğu gibi kavranmalı, popüler tasarımda ya da pop felsefelerde göründüğü gibi değil ama kavramı içinde anlaşılmalıdır. Bireysel temsilcilerinin kavrama ne ölçüde anlatım verebildiklerinden ayrı olarak, onda kişisel olarak görmeyi istedikleri herşeyden ayrı olarak, Aydınlanma kavramı ona dışsal olarak yüklenen tutarsızlıklarından temizlenmeli, tutarlı bir dünya görüşü olarak, şeylerin düzeninde önemli bir yeri olan bir bileşen olarak çözümlenmelidir. Bu yapıldığında, Aydınlanma kendini soyut bir us imgesi adına inancı çürütme girişimi olarak gösterir.

2) Aydınlanma Avrupa’da Descartes İle Başlayan Ussalcılığın Bir İlerlemesi Değildir. Tam tersine, ‘Us Çağı’ adlandırmasına karşın, Aydınlanmanın başyapıtları olan Fransız özdekçi ve İngiliz görgücü dizgelerinin dolaysızca gösterdikleri gibi, Aydınlanma Usa karşı derin bir güvensizliğe (kuşkuculuk), duyusal deneyime duyulan güçlü bir güvene (görgücülük), ve haz ve acı temelinde belirlendiği kabul edilen bir törelliğe (yararcılık) anlatım verir. Deizm bu kuşkucu temelde inanca verilebilecek biricik biçimdir. Aydınlanmanın ‘ussallık’ ile anladığı şeyin kendisi usun özellikle Kant'ın eleştirel felsefesinin inanmamızı istediği güçsüzlüğüdür. Us sınırlarının ötesine geçerse, görüngünün ötesinde kendinde-şeye uzanırsa, saltık gerçeklik isteminde bulunursa, altyapıdan özerkliğini ileri sürerse tehlikeli olacaktır. Us sınırlarını bilmelidir. Usu boşinanç ile karşıtlığı içinde ölçen, onu duyular karşısında ikincil gören Aydınlanma yerini aldığı Boşinançtan daha iyi olmayan bir us savurganlığıdır.
 
 
3) Aydınlanma Niçin Başarısız Oldu? En iyi yanında, Aydınlanma insanlığın kurtuluşu adına boşa çıkan girişimlerden biri olarak görünür. Aydınlanma bilimsel gelişimin gönençte sınırsız bir artışa götürerek yoksulluğu ortadan kaldıracağı, insanı doğa karşısındaki güçsüzlüğünden kurtaracağı gibi beklentilerinde bir iyimserlik tinine anlatım verdi. Hiçbirşey böyle umuttan daha haklı, daha ussal, daha anlamlı olamazdı. İnsan doğanın tüm gizlerini çözebilir, onun sınırsız güçlerini anlayabilir, ondan tüm insanlığın mutluluğu uğruna yararlanabilirdi.
Ama Aydınlanma tasarı beklenenin tam tersine sonuç verdi. İnsanlığın özdeksel kurtuluşunun hiçbir zaman olmadığı denli yakın göründüğü bir bir dönemde dünya daha önce hiçbir zaman yaşamadığı yoksullukları yaşamaya başladı. İnsanlık için barışı ve türeyi yeryüzünde gerçekleştirmenin en gerekli ve olanaklı göründüğü bir zamanda daha önce hiç yaşanmamış bir saldırganlık ve türesizlik çağı başladı. İnsan ruhu henüz korkak, duyarsız, duygusuz olduğunu yeterinden öte tanıtladı, ve Avrupa’nın her zamanki yalancı ‘felsefecileri’ insanın dünyaya fırlatılmış bir hiçlik, varoluşun anlamsız, yaşamın yaşamaya değmez ve insanın saçma olduğunu buyurmaya başladılar.
ABD’DE AÇLIK. Görgücü felsefi temelleri ile Aydınlanma hiç kuşkusuz idealist değildi, ve yararcı törellik anlayışı gereği özdeksel gönencin tinsel gönence birincil olduğunu kabul ediyordu. İnsanın usun değil ama tutkuların denetimi altında olduğu önyargısı ile, sözde 'ussalcı' Aydınlanma ussalcı olmaktan öylesine uzaktı ki, tam tersine Aydınlanma düşünürleri görgücü ve kuşkucu ilkeleri ile tutarlı olarak özellikle rasyonalizme karşı idiler. Ve başından bu yana ikisini de kazanamadı. Aydınlanmanın yaşayan kanıtı olan ABD yararcı etiğin cenneti oldu.
ABD, 1930’lar, ‘Büyük Çöküntü’ sırasında bir anne ve çocukları ABD, 1930’lar, Büyük Çöküntü  sırasında bir aile "Büyük Çöküntü" sırasında ABD'de açlar Al Capon tarafından da doyuruldu
4) Geleneksel Ve Modern Ayrımı. Hiç kuşkusuz geleneğin yüzyıllarında, Avrupa boşinançlar uğruna milyonların yokedilmesine, Hıristiyan duyunç adına duyuncun kendisinin, Skolastik us adına usun kendisinin çiğnenmesine tanık oldu. Ama Modern Avrupa da en az eşit ölçüde yokedici olduğunu gösterdi. Birinciler yaptıkları şeyleri kutsal eylemler olarak görürken, ikinciler kendi yaptıklarının us ve özgürlük dedikleri ilkeler adına olduğunu ileri sürdüler.

5) Aydınlanmanın Kalıtı. Aydınlanmanın Katolik boş-inanç karşısında duyulan bir tepki olması gerçekliğin yarısıdır. İkinci yarısı Aydınlanmanın kendisinin bu tepkisinde bile kavramsal içerikten yoksun bir boş-us olmasıdır. Aydınlanma Boşinancın imgeleri, putları, mitleri karşısında ona yaşamın olgularını, bilginin gücünü gösterdi. İnançtan saçmalamaya son vererek sağduyunun toprağına gelmesini istedi. Ama Aydınlanmanın boşinanca gerçekliğin kaynağı olarak gösterebildiği şey beş duyunun tanıklığından daha çoğu değildi. Duyusal temele bağlanan bilgi hiç kuşkusuz boşinancı çürütmenin etkili bir yoludur. Ama duyusal temele indirgenen bilgi bütününde gerçekliği de çürütür, bilimi olduğu gibi törelliği de duyusal bir sanı sorununa indirger, güzelliği olduğu gibi duyuncu da öznelleştirir, görelileştirir. Aydınlanma Felsefe değildir. Aydınlanma idealizmin anlamsız ve yararsız olduğuna, aslında zararlı, giderek tehlikeli olduğuna inanır. Anlamlı, değerli ve önemli olanın özdeksel olduğuna inanır. Onun için tinsel Değer değil ama özdeksel Yarar önemlidir.

Aydınlanma herşeyden önce boşinancın karşısına sürdüğü Bilimin kendi doğası konusunda bilgisizdi. Onu salt yararlı bir nesne olarak, bir güç olanağı olarak, bir denetim ve üstünlük sağlama aracı olarak gördü, bir amaç olarak, kendinde değeri olan bir erek olarak değil. Bu pragmatist yaklaşımın kendisinin bilimin yararlığını sınırladığını anlama yeteneği yoktu. Böyle dar kafalı, ruhsuz burjuvanın dünya görüşünü anlatan ve dar olduğu denli de töresiz olan bu özdekçi ilke Batının ilerlemesinin koşuludur. Ama o denli de onun bedelidir. Aydınlanma Avrupa’ya doğrudan çıkarları ve özdeksel kazanımları insan değerlerinin ve duyuncunun üstüne koymayı öğretti. Duyuncun toplumsal ilerlemeye engel olmaması gerektiğini öğretti. İdealizmin politik yapıda hiçbir hakkının olmaması gerektiğini, modern toplumun örgütlenmesinde pazar ilkesinin en güvenilir etmen olduğunu, işleyimin gelişmesi için sömürünün ve türesizliğin göze alınması gerektiğini, ve acımasızca yarışmacı modern toplumu örgütlemenin en ussal yolunun denetimci bir bürokratik aygıta dayandığını öğretti.

6) Aydınlanma Henüz Aramızdadır. Aydınlanmanın dinamik ilericiliği geleneğin tutuculuğu ile karşılaştırma içinde çok anlamlı görülür ve doğrulanır. Karşıtlık bir çocuk uslamlamasının bile yakalayacağı denli açık, duru ve yalındır. Aynı karşılaştırmalı mantık bugün Açık Toplum kuramcılığı tarafından da etkili olarak kullanılır ve Aydınlanma idealinin bir güncelleştirilmesi olan bu Açık Toplum biçimi de kendini kapalı totaliter biçimlerle karşıtlık içinde aklayıp paklar. Ama bu karşılaştırmalı toplumbilimin ötesinde ve üstünde, ilerleme gibi açık toplum da kendilerini ideal-ussal ölçünler ile karşılaştırmazlar çünkü bu karşılaştırmaya dayanamazlar, çünkü görgül-göreci bilincin duyusal, deneyimsel, özdekçi uzamında bir insan özü kavramına, değişmez bir insan doğası kavramına, insanlık için bir erek kavramına yer olamaz. Bu ideal ölçünler o reel bilinçte boş metafizik olarak, varlık taşımayan düşlemsel kurgular olarak görünür. Gerçek ilerlemeyi, gerçek gelişmeyi anlatan böyle kavramların emeğini üstlenmek yerine, Batı politik istenci reel varoluşun sunduğu sınırsız olanaklar arasında seçim yaparak varoluşu özgürce belirler, göreci bir törellik zemininde hiçbir duyunç rahatsızlığı duymaksızın özel mülkiyet ve anamalcılık gibi özdeksel değerleri insanların ve ulusların yaşamları üzerinde, insanların ve ulusların yazgıları üzerinde ilke yapar. Batı hiç kuşkusuz bir mollalar rejimi, bir despotizm alanı değildir, çünkü orada egemen politik güç Reformasyon yoluyla duyunç özgürlüğünü kazanmış olan halktır. Ama bu popüler duyunç ve istenç henüz doğal olanın, içgüdüsel, dürtüsel, itkisel olanın ötesine geçebilmiş, henüz yararlı olanın mantığının üzerinde, yararcılığın ötesinde ussallaşabilmiş değildir.



Voltaire — Zorunlu Bir philosophe: Aydın Karakterinin Prototipi
‘‘Si Dieu n’existait pas, il faudrait l’inventer :: Tanrı olmasaydı, onu yaratmak gerekirdi.’’
Aydınlanma Avrupa insanını bir boşinanç topluluğundan kurtarıp modern toplumun anlamsızlığına, değersizliğine, nihilizm ve pozitivizmine götüren ikinci büyük uslamlamadır. (Birincisi Reformasyondur).

Aydınlanmanın bilim ve gerçeklik ile ilgisi baştan sona gülünç, bön, ve kısırdır çünkü görgücülüğünden (göreciliğinden) ötürü saltık gerçekliği, bilginin kendisini reddeder, olasılık ile yetinen bir indeterminizmde kalır. Aydınlanma tini bilim dışıdır, olgucudur, yararcıdır. Aydınlanmanın özgürlük ve demokrasi ile ilgisi de baştan sona olumsuzdur çünkü görgücülüğünden (göreciliğinden) ötürü evrensel insan haklarını metafizik olarak reddeder: Aydınlanma tini ilerlemeyi özdeksel olarak gördüğü ölçüde baskıcı, denetimci, despotiktir. Her iki niteliğini de — türesizliğini olduğu gibi baskıcılığını da — pozitivist mantığından çıkarsar, bilgiyi ve değeri bir yana fırlatır, ve yararcı ve baskıcı bir zeminde İlerleme olarak anladığı sürece yönelir. Böyle ilerleme ancak türesizliği insan ilişkilerinin normal durumu olarak kabul edebilecek, ancak değersizliği insan ilişkilerinin normal durumu olarak kabul edebilecek bir ruhsal yapı üzerinde olanaklıdır. Böyle İlerleme inancında olduğu gibi biliminde de pozitif-duyusal öğenin ötesine geçememiş bir nüfus temelinde olanaklıdır. Böyle ilerleme ancak tarihsel olarak henüz duyunç kavramını geliştirmemiş bir toplumsal yapı temelinde olanaklıdır. Ve böyle uygarlığın kendini küresel model olarak, evrensel insanlığın varoluş biçimi olarak, tarihin sonu olarak sunması Batı değerlerinin insanlık değerleri olduğu düzeye dek ussal, anlaşılır ve gerçekleşebilir bir dilektir.

Aydınlanma modern toplumun büyük nihilist uslamlaması için materyalist öncülü sağlar. Onu formüle eden düşünürlerin tüm tutarsız, giderek çelişkili kişiselliklerinin üstünde ve ötesinde, Aydınlanmanın özsel bir mantığı vardır, ve her tarihsel devim gibi Aydınlanma da ona katılan bireylerin geriye bakan özençlerinden bağımsız olarak kendi mantığını kristalize eder, onu daha öte tarihsel çıkarsamalara hazırlar. Hiç kuşkusuz Aydınlanma düşünürlerini kişisellikleri içinde almalı, onlara söylemediklerini söyletmemeli, yazmadıklarını yazdırmamalı, düşünmediklerini düşündürmemeliyiz. Ama gene de Aydınlanma tutarlı bir mantıksal yapıdır, bir dünya görüşüdür, ve sözcülüğünü üstlenen bireysel düşünürlerin yetersizlik ve tutarsızlıklarının üstünde ve ötesinde bir evrenseldir, mantığı onu yeterince kavramayı başaramayan bireysel mantıkların tözüdür.
Voltaire’in ‘Us’u Deist (ya da daha tam olarak, ateist) Voltaire için Descartes’ın felsefesi Spinozacı panteizme, buna karşı Newton’un öğretisi ise Tanrının bilgisine götürüyordu. Usdışı öncülleri üzerine, bu hiç kuşkusuz güzel bir çözümlemeydi. Ama yalın bir mantıktan bile öylesine uzaktı ki Descartes’ın ve Spinoza’nın evrenlerinin ussal olduğunu ve evrenin ussallığını doğrulamanın panteizm demek olmadığını anlayamazdı. Bununla tutarlı olarak, Newton’un uzayı Tanrının duyu örgeni ve Yerçekimini Tanrının istenci yapan usdışı ‘doğal felsefe’sinin Hermetik bir boşinanç yapıtı olduğunu, aslında böyle bir evren yorumunun panteizm adına daha çok yakıştığını da düşünemezdi. Aslında Voltaire soğukkanlı düşünmeyi pek sevmezdi. Onun gözünde, Newton’u en büyük ‘felsefeci’ sayan ve barometre ve termometreye ‘felsefi aygıtlar’ diyen İngiliz düşünürleri Fransız aydınlarına örnek olmalıydı. Dünya halklarını köleleştirme, dünya ülkelerini sömürgeleştirme, işleyim devrimi adına acımasız bir sömürü düzenini başlatma yolunda olan İngiliz liberalizmi insanlığın geleceğin imrenilecek düzenini daha şimdiden yaratmaya başlamıştı. Voltaire henüz şekillenmekte olan kaotik bir dünyada duyunçsuz Anglo-Saxon tinin eline oynadı. Tarihsel önemini ve ününü doğru seçimine borçludur.

Descartes’ın felsefesi için, ‘‘yalnızca bilgisizi eğlendirmeye uygun dahice bir romanstan daha çoğu değildi,’’ diye buyurur Voltaire. Voltaire’in us düşmanlığı otomatikti. Soyut, duyarsız, ilgisiz, bireyci kişililği ile modern hafifliğin, entellektüel vakarsızlığın bir simgesi oldu. Aydınlanmanın öncü ‘filozofu’ olduğu, kafasında taşıdığı usun gerçekten de sözcüğün en açık ve seçik anlamında Aydınlanmanın usu olduğu su götürmez.

Voltaire’in ‘felsefesi’ne göre mutluluğun gizi ‘‘kişinin kendi bahçesini ekip biçmesinde yatar’’ (Candide). İdealizm gereksiz, aslında zararlıdır. Voltaire için ‘‘olanaklı tüm dünyaların en iyisi’’ olmayan bu dünyaya uyarlanmanın en iyi yolu, bu yalnız insanın dünya görüşü ile uyum içinde, belli bir ilgisizlik ve duyarsızlık kültürü geliştirmeye bağlıydı.


Voltaire’den bir elyazması.

Voltaire de pekçok görgücü gibi bir ‘Felsefe Sözlüğü’ yazdı. Kapsamında antikçağ, hayvanlar, ateizm, iflas, piskopos, brahmanlar, şarlatan, iklim, sağduyu, sofu, bakan, amblem, son nedenler, tahıl, dolandırıcılık, öpüş, yasalar, dil, sevgi, lüks, evlilik, dağ, çıplaklık, doğa, zorunluk, güç, seyrek, us, gözyaşları vb. gibi girişler bulunur. (Voltaire’in ‘Felsefe Sözlüğü’nden ‘tahıl’ konusu bu sayfanın en sonunda bulunuyor.)

‘Felsefeciliğini’ bir yana bırakırsak, biraz daha çekilebilir bir Voltaire tablosu doğar. Tüm les Lumières gibi, o da sözde İnsan Hakları öğretisine inanıyordu. Ama gene de söz konusu Hakların kendisine ait olduğu İnsana inanmıyordu. Anlatım özgürlüğünü savunuyordu. Ve gene de duyumcu mantığı ile özgürlük ve belirlenim karşıtlığını birleştiremediği için, özgür istencin gizini çözüp evrensel istencin ussallığını doğrulayamadığı için, yönetimi halkın eline bırakma düşüncesini onaylamıyordu. Halkı her zaman olduğu gibi kalacak bir ayaktakımı olarak gördü. Eğer bundan böyle tarihi belirleyecekse, Aydın ayaktakımına bağımlı olamazdı. Düşmanı herşeyden önce Katolik dinadamları sınıfı idi, ve buna göre egemenliğin aydın bir tekerklikte olması kafasında üretebildiği en yüksek politik örgütleniş biçimi oldu.

Usun doğasını anlamayan her görgücü düşünür durumunda olduğu gibi, kafasındaki ilerleme tasarımı insanlığın törel bir büyümesini, gerçek özgürlüğü ilgilendirmiyordu. Anladığı ve doğruladığı ‘değerler’ tam olarak Rousseau’nun reddettiği ruhsuz özdeksel ilerlemenin değerleri idi. Görmediği değerler tam olarak Romantizmin varlık nedeni olan duyarlık ve duygu, güzellik ve sevgi, estetik ve törellik değerleri idi. Bu ruhsuzluk içinde üretilen yapıtları yalnızca tozlu kitaplıkları ve müzeleri doldursa da, içinde yaşadığı çağın zorunlu bir ‘felsefecisiydi.’ İnsanlığın en önemli sorunlarını hiciv konuları olarak gördü, ve modern yüzyıllar boyunca yeniden-üretilecek olan ölçün kuşkucu, inançsız, ciddiyetsiz karakter biçimini geliştirdi.

‘‘Voltaire belli reformları istemiş olmasına karşın gerçekte demokrasinin gelişimi konusunda hiçbir kaygı göstermedi. İlgilendiği şey kendisi ve dostları için anlatım özgürlüğüydü. İyiliksever despotizm, eğer iyilikseverlik özellikle le philosophesa yönelikse, onun için halk yönetiminden çok daha uygundu.’’
(F. Copleston, Aydınlanma.)
Voltaire, ya da François Marie Arouet (1694-1778). Aşağı yukarı ailesiz büyüyen Voltaire ilkin bir Jeusit olarak yetiştirildi. Daha sonra iki yıl kaldığı İngiltere’de Locke ve Newton gibi görgücülerden etkilendi ve usdışı öğretilerini özdekçiliğe bütünüyle yatkın olan Fransız beynine aşıladı. Galileo, Kepler ve Descartes gibi ussalcıların geliştirdikleri Mekanik Kuramını bir hermetik ‘doğal felsefe’ altında gasp eden Newton’ı modern fiziğin yaratıcısı olarak tanıtmada başka hiçbir birey Voltaire denli etkili olmamıştır. İngiltere’nin monarşisini doğrularken, Fransa için politik yapı olarak aydın despotizmini öneren Voltaire aristokratlarla atıştığı için iki kez Paris’ten sürüldü, ve iki kez Bastille zindanlarına atıldı.


‘‘Sevgi aptallığın us üzerindeki utkusudur.’’ — Voltaire, Not Defterleri’nden.
Modern Karakterin Mimarı. Ruhsuz bir işleyim uygarlığında bir anlam bulamayan, insan duygusunun, doğanın ve evrensel özgürlüğün değerini keşfetmekte olan Rousseau’yu bir ‘insanlık düşmanı’ olarak, bir tür ‘Açık Toplum Düşmanı’ olarak gören Voltaire, onu Cenova Tiyatrosunu yakmakla da suçladı. Her konuda her şeyi doğrulayabilen ve yadsıyabilen bu Aydınlanmacı düşünür tam olarak Rousseau’nun yaka silktiği modernist ikiyüzlülüğün, arkasında gizlediği kabalıkla doğru orantılı olarak artan sözde bir inceliğin temsilcisiydi.

Eğer Dünya Tarihinin yazgısı Voltaire gibi öncüler tarafından belirlenecek olsaydı, böyle Tarihin kendisi bir Hicivden daha iyi birşey olmazdı. Ama Voltaire’e haksızlık yapmak, gerçekten de önemli bir düzeye dek Avrupa-Tarihsel bir kişilik olduğunu yadsımak olanaksızdır. Bir bütün olarak görülebildiği düzeye dek, modern Avrupa tarihine Voltaire’in katkısı gün gibi ortadadır: Kıta Avrupasında Descartes’ın ve Spinoza’nın ussalcılıklarının etkisizleştirilmesinde ve Locke gibi, Newton gibi irrasyonalistlerin evrensel saygınlık kazanmalarında rolü olağanüstü önemlidir. Ve ortak bir Avrupalı karakterinden söz edilebildiği düzeye dek, onda Voltaire’in kişiliğinin çizgileri yadsınamayacak denli çarpıcıdır. Voltaire Anglo-Saxon tine gösterdiği duygudaşlığın, ona yaltaklanmalarının sonucu olarak bugün de modern popüler kültürde sayılan ve sevilen, bugün de iki buçuk yüzyıl önce olduğu gibi dipdiri ve taptaze kalan bir düşünürdür.



Sapık idealler, sapık değerler uğruna yüzyıllardır birbirlerini ve dünyayı doğruyan Avrupalıları durdurmanın yolunun ideallerden, değerlerden vazgeçmek olduğunu Voltaire postmodernist düşünürden yüzyıllar önce keşfetti.
Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi. Hiç kuşkusuz modern Avrupa’nın tarihine ve Dünya Tarihine etkileri Aydınlanma düşünürlerinin bilinçli ve amaçlı komploları değildir — tıpkı örneğin Jocobinlerin de niyetlerinin Terör uğruna Terör olmaması gibi. Ama açıktır ki, modern dönemde işleyim devrimi olarak bilinen acımasız bir sömürü sürecinden sömürgeciliğe, ırkçılıktan emperyalizme insan kötülüğü olarak gördüğümüz her trajedinin altında yatan şey insan değerleri, insan hakları, insan yaşamları karşısındaki aynı modern duyarsızlık, aynı modern duyunçsuzluk, ve aynı modern acımasızlıktır. Ve Aydınlanma tam olarak bu tinin mimarıdır.

Modern döneme dek, kendinde bir ‘değer’ olarak yüceltilen ve bir ‘yaratıcılık’ güdüsü olarak övülen tecim ilkesi üzerine, kâr uğruna kâr ilkesi üzerine bir uygarlık kurulmadı. Tarih kendi kavramı gereği böyle bir usdışını dışlar. Tanım gereği, böyle bir güdü üzerine bir uygarlık değil ama acak barbarlık kurulabilirdi. Bunu başka herkesten çok modern İngiltere tarihi doğruladı. Bütün bir Hindistan üzerinde egemenlik hakkı ileri süren East India Company ile özdeşleşen İngilizler dışında — ve bir de ‘muz cumhuriyetleri’ dışında — hiçbir halk hiçbir zaman kendini bir şirketin yurttaşları olarak görmedi, ve başka hiçbir halk salt beş çayını yudumlamak için milyonlarca Çinliyi afyon satın alıp içmeye zorlamadı. İngiliz tarihi böyle liberal tecim ve açık toplum eylemlerinin örnekleri ile dolup taşar. Voltaire’in hayran olduğu ve örnek alınmasını istediği İngilizler uygarlığı tam olarak özdeksel değerlerin birincilliğinde ve buna göre bencilliğin birincilliğinde görürken, dünya tarihi daha şimdiden, daha bin yıllar önce böyle modern ilkelliklerin üzerine yükselmişti. Anglo-Saxonlar uygarlığın çok çok uzaklarında, neredeyse Tarihin dışında yaşıyorlardı. Onları yüzyıllarca yöneten Romalılardan tek bir incelik, tek bir uygarlık öğesi kapamayan bu barbarlar daha sonra uygarlığın uygulayımsal başarımlarını bunlara eşlik eden törel olgunluğa ve duyunç büyüklüğüne ulaşmadan ele geçirdiler. Anglo-Saxon tinin yabanıl erkesine, içgüdüsel dürtüsünün gücüne bağlı olarak, Modern dönem değerlerin ortadan kaldırılması anlamında açıkça barbarlığa doğru gerilemeye başladı.

Uygarlık yabanıl Kuzeylilerin hiçbir zaman tanımadıkları bambaşka bir tinsellik boyutunda, bütünüyle ayrı bir ruhsal ve ussal düzlemde gelişen bir süreçti. Mısır ve Asur, Pers ve Hitit, Sümer ve Yunan uygarlıklarının yaratıları olan birikim öyle bir insan karakterinde somutlaştı ki, ne Locke ne de Voltaire, ne Adam Smith ne de David Hume böyle tinsel büyümeyi anlayabilirdi. Doğuda güzellik, sevgi ve bilgi büyüyordu. Kuzeyde barbarlar böyle uygarlaşmaya karşı çelik gibi direniyorlardı. Romalılar yüzyıllar boyunca ilişkide oldukları barbar Germenleri en küçük bir yolda uygarlaştırmayı başaramadılar. İngiltere’yi terketmek zorunda kaldıkları zaman, onlarla birlikte tüm uygarlık da oradan ayrıldı. Romalılar eski dünyanın bütününü barış içinde yüzyıllarca yönettiler, uygarlığın sağlığının güvencesi oldular. Daha sonra bir kez de Müslüman Araplar Avrupa’ya uygarlık ve barışı, bilim ve sanatı ve felsefeyi tanıtma girişiminde bulundular. Türkler tüm bu topraklarda insan dehası tarafından binlerce yıl boyunca üretilmiş bütün bir uygarlık birikimini üstlendiler, ona özellikle matematik ve gökbilimde olağanüstü önemi olan katkılarda bulundular, sanat ve türeleri ile, onur ve hoşgörüleri ile tarihsel süreklilikte yerlerini aldılar.


Aydın Despotizmi. ‘Halk yönetimi’ hiç kuşkusuz su geçirmez bir kavram değildir. Eğitimsiz halk kendini yönetemez, tersine her zaman egemenlere gereksinim duyar. Bu ona dışardan değil ama kendi içinden dayatılan bir haksızlıktır. Ancak bireysel özgürlük kavramını geliştiren halklar evrensel istenç kavramına da yeteneklidirler, ancak istençlerini mülkiyette küçültebilen ve duyunçlarını ödev bilincine pıhtılaştırabilen yurttaşlar bir devlet olarak örgütlenmelerini yasa egemenliğine yükseltebilirler.

Yeryüzünde henüz böyle özgürlükten de yoksun tutulan, henüz kendi hak, duyunç ve istençlerini efendilerine ait gören, henüz modern politik özgürlüğün dışında kalan geniş insanlık alanları vardır. Bir egemene, bir efendiye gereksinimleri olan böyle milyarları dolaysızca öz-yönetime götürmek olanaksızdır. Yetke yoluyla birarada tutulan topluluğu yetkeden ayırmak onun tözünü, iç-bağını ortadan kaldırmaktır. Yıkıma yol açmadan dönüşümün yolu görünürde Aydın despotların, feodal derebeylerinin, ortaklaşacı parti yöneticilerinin özençlerinden geçer. Ama bu sonuncuların kendilerinin modernist aydınlanmaya gereksinimleri vardır.

Henüz kendine egemen olma, kendini yönetme gibi sorunları olmayan, henüz ussal-evrensel istençlerinin bilincine yabancı ve böylece özgür olmanın değer ve anlam ve sorunlarından bağışık olan böyle halklar da hiç kuşkusuz eğitilmeye, özgürlük bilincini kazanmaya yeteneklidirler. Ama Aydınlanma bunu yadsır. Çünkü insan hakları kavramı boş bir metafiziktir.

Sağı ve solu arasında hiçbir ayrımı olmayan Aydının demokrasiden hoşnutsuzluğu raslantısal değildir, ve bir Aydın olarak kendini aydın-olmayan karşısında, boşinançlı olarak gördüğü eğitimsiz, aldatılmaktan başka bir erdemi olmayan halk karşısında belirler. Varlığını karşısavına borçludur. Aydınlanmanın demokrasi için kuşkusu halkın eğitimsizliğine dayansa da, bu kuşku Aydın olmanın mantığından gelir. Süreklidir.

Prusya İmparatoru II. Frederick ve Voltaire Aydınlanma da — tıpkı Anarşizmin babası olan Liberalizm gibi — duyumcu ilkesi gereği, evrensel usu ve evrensel istenci yadsır. Tıpkı tikelci liberalizmin evrensel istençte yalnızca bireyciliğe, bencil özgürlüğe, hırs ilkesinin denetimsiz egemenliğine bir gözdağı görmesi gibi, aydın da kendi yasasını kendisi yapabilen bir halkın egemenliğinde ışığının söndüğünü görür.
Voltaire bir parkta Büyük Frederick’e okuma yapıyor. Bir İmparator pekala reformcu, hoşgörülü, sanatsever olabilirdi. Aydınlanma kavramı despotizm ile, feodal soyluluk ile çatışma gibi bir öğe içermez. Feodal bir devletler birliği olan Almanya’da modernleşmenin yolunu Reformasyonu seçen Dükler, Prensler ve İmparatorların kendileri açtılar.

Herder, Johan Gottfried (1744-1803). Sturm und Drang deviminin öncülüğünü yaptı. Romantizmin ve İdealizmin reddettiği, eleştirdiği, aslında tiksindiği ‘us’ Aydınlanmanın yalancı usuydu. Bu ‘Us’ La Mettrie ve d’Holbach ve Cabanis gibi utanç verici Özdekçilerin, Adam Smith ve John Locke ve David Hume gibi köleciliği, denetimsiz pazar ekonomisini, yabanıl anamalcı dürtüyü aklayan görgücü Liberallerin uslarıydı. Böyle ‘us’a, aslında usdışına saldırdığı için Romantizmi bugün de ‘us düşmanı’ olarak gören bakış açısı Aydınlanmacı sığlığın henüz dipdiri aramızda olduğuna tanıklık eder. Romantizmin yenilmesi Batı uygarlığının evrensel insan değerleri, evrensel insanlık kavramı üzerindeki utkusudur. İnsan Ruhunun Doğa ile birliğini yitirişi, Duygunun bastırılmasıdır. Aydınlanmanın ideologları görgül olarak, deneysel olarak ‘tanıtlanamayacak’ hiçbirşeyin gerçek olamayacağını ileri sürdüler. Aydınlanma da her görgücülük türü gibi deneyim yoluyla, gözü, kulağı, koku ve dokunma ve tatma duyuları yoluyla ‘bilgilendiği’ sanısı içindedir. Ama varoluşun anlam ve değerinin de kaynağı olması gereken bu ‘duyusal bilme’ bilmenin en alt biçimidir. Algı bile salt duyusal olandan daha çoğudur, evrensel kategorilerin uygulanışını içerir, ve görgücü bilge algıyı ussal bilgisinin kaynağı yaptığını sandığı zaman, us daha şimdiden görgül gerecini örgütlemiş, onu deneyim denilen şeye çevirmiştir. Kuramsal bilme bu kuşkuculuğun çok çok ötelerinde yatan bambaşka bir sorundur. Duyumcu bilge Evrenin bilgisinin teleskop yoluyla kazanılmadığını bilmez. Teleskopun ona gösterdiği görüngüyü bilgiye yükseltenin, doğa olayını denetleyici yasayı saptayanın Us olduğunu anlayamaz. Düşüncenin, ya da, daha tam olarak, Kavramın deneyim dünyasını, olgular dünyasını biçimlendirdiğini, görüngüyü belirleyen yasanın ussal olduğunu ve yalnızca us tarafından kavranabileceğini anlayamaz. Ve gene de Aydınlanmacı düşünür kendi tutumunun ‘ussalcılık’ olduğunda diretir. Aydınlanmanın ‘us’u ve o sözde ‘us’a bakarak insanın bilme yeteneğini bütününde reddedenlerin ustan anladıkları şey bir ve aynı us karikatürüdür: Positivizm böyle ‘us’a ellerinde kalan biricik anlamı, yalnızca sayısal ve görüngüsel anlamı yüklerken, Nihilizm tam olarak böyle ‘us’a umutsuzlukla bakar. Pozitivizm anlamsız bir evrende varoluştan doyum bulurken, Nihilizm tam olarak böyle anlamsızlaşmış varoluş karşısında yakınmasını başlatır.
 
Kant ile anlaşmazlığı bağlamında, Herder Aydın despotizmi üzerine şunları söylüyordu: ‘‘[B]ir efendiye gereksinen insan bir hayvandır; bir insan olur olmaz, bundan böyle bir efendiye gereksinim duymaz.’’ Bu Herder’in Kant’tan, aslında tüm Aydınlanmacılardan ayrıldığı bir noktaydı: Kant insan usuna biçtiği değerle tutarlı olarak bir devletin her zaman bir efendisi olması gerektiğini savunuyor, insan doğasının eksik ve dolayısıyla insanlığın eksiksizleşmesinin olanaksız olduğunu ileri sürüyordu — Voltaire tarafından da paylaşılan bir önyargı. Buna karşı, Herder’in ussalcılığı onu insanın doğal iyiliğini ve eksiksizleşme yeteneğini savunmaya götürdü — Rousseau tarafından da paylaşılan aynı iyimser vargı. Herder Erosun insan doğasının gerçek anlatımı olduğunu, ve Evrensel Usun insanın saltık olarak gelişmeye yazgılanmış özü olduğunu doğruladı. Tarih bilgi ve duygusu hiçbir sınır tanımayan Logos-Erosun, bir duygu ve düşünce birliği olan İnsanlığın anlamlı, ussal, anlaşılabilir gelişim süreciydi.
(Herder üzerine daha geniş bilgi sitenin ‘Adlar’ bölümünde bulunuyor.)
Beethoven, Ludwig van (1770-1827). Romantikler temelleri Aydınlanma ve Reformasyon tarafından atılan Batı Uygarlığının insana yadsımak zorunda olduğu Anlam ve Değerin, Güzellik ve İdealizmin ölümsüz savunucuları oldular. Nihilizme doğru evrime hazırlanan bir kitle kültürüne karşı, Romantikler insanı insan yapan gerçek Değerlere yöneldiler. Modern duygunun hiçbir zaman yeniden yaratamayacağı, ancak kitle kültürüne yabancı bir öğe olarak, ancak yitik bir dünyanın anıları olarak bağlı kalacağıSaltık Güzellik Yapıtları ürettiler. Romantik tin modern Batı uygarlığına ait değildi. Tam tersine, bu uygarlığın varoluşu için insan duygusunun kendisinden kaynaklanan en büyük gözdağıydı.
Herder Almanları insanlığın aşağılık bir parçası, ya da İngiliz ve Fransızları insanlığın yüksek ırkları olarak görmedi. Herder’in uslamlamalarında insanlık her zaman bir BÜTÜN olarak yer alır. Heine’nin doğallıkla güzel anlatımında belirtildiği gibi, ‘‘tüm insanlığı büyük bir ustanın elindeki bir arp olarak’’ gördü. Onun için her ulus bir teldi, ve tüm tellerin uyumlu birliğinden yaşamın ilksiz-sonsuz melodileri doğdu. Herder’in kendisi bir romantik değildi. Ama şeylerin yalınlığı karşısındaki ilgisi, insan ruhunun Doğa ile ilişkisini anlayış yolu, yabancı halkların ve geçmiş çağların tinsel kültürleri ile derin duygudaşlığı onu Alman Romantiklerin çok yakınına getirdi. Herder onları yabancı yazın sanatının anlam ve değeri konusunda uyandırdı, Alman efsane ve folkloruna ilgilerini diriltti. Kısaca onlara uygarlığın kendisinin evrensel insanlığın bir değerler birikimi olduğunu anımsattı.

‘‘Kişi herşeyden önce insanlığın dehası konusunda yansız olmalı, yeryüzündeki şu ya da bu kabileyi yeğlememeli, şu ya da bu halkı kayırmamalıdır. Böyle bir yeğleme kişiyi kolayca kayırılan halka çok fazla iyilik, başkalarına çok fazla kötülük yükleme yanılgısına düşürür. Ve kayırılan halk yalnızca ortak bir adı tanıtladığı zaman (Keltler, Samiler, vb.), ki bu belki de hiçbir zaman varolmamıştır ve köken ve sürekliliği tanıtlanamaz, o zaman kişi gerçekten düşüncelerini kuma yazmış olur.’’


Hölderlin, Friedrich (1770-1843). Hegel’in sınıf arkadaşı olan Hölderlin özgürlük istemlerinde tüm uluslara yardıma hazır olduğunu ileri süren Devrimci Fransa’nın 1792’de Avusturya’ya karşı savaşında Fransızları Avusturya’nın ‘‘egemen gücü kötüye kullanmasına’’ karşı ‘‘insan haklarının savucuları’’ olarak gördü ve destekledi. 1793’te Marseillaise’ı Almanca’ya çeviren Hegel, Hölderlin ve Schelling birlikte Tübingen’de bir özgürlük ağacı diktiler. Birkaç yıl sonra, 1796’da, Hölderlin kardeşine bir mektupta Fransız Devriminin hedefleri >>>
Abbitte
Özür
Friedrich Hölderlin 
Heilig Wesen! gestört hab ich die goldene
Kutsal Doğa! sık sık senin altın
Götterruhe dir oft, und der geheimeren,
Tanrısal dinginliğini bozardım ben, ve
Tieferen Schmerzen des Lebens
daha gizli, daha derin acılarının yaşamın
Hast du manche gelernt von mir.
pek çoğunu benden öğrendin
O vergiß es, vergib! gleich dem Gewölke dort
Ah unut bunları, bağışla! Barışçıl Ayın
Vor dem friedlichen Mond, geh ich dahin, und
du

Önündeki bulutlar gibi geçip gideceğim ben, ve sen
Ruhst und glänzt in deiner
Güzelliğin içinde yeniden dinginleşip
Schöne wieder, du süßes Licht!
Parlayacaksın, ey tatlı Işık!

Bugün Aydınlanmanın ‘bilim sevgisi’nin kalıtçısı olan kaba akademizm uygun adım Aydınlanma duyumculuğunun izinde yürür. ‘Bilim felsefeciliği’ adını üstlenen aynı pozitivizm tüm gerçekliği, tüm ussallığı bir yanılsama olarak görür ve saltık olan, değişmez olan herşeyi doğa bilimlerinin alanından sonsuza dek sürer. Böyle bilimci görgül yöntemiyle, duyuları ve deneyimleri ve deneyleriyle pozitif bir zırha bürünerek yalnızca sayısal olanın, yalnızca ölçebildiğinin peşine düşer, ve kavram mantığına kafası basmaz. Bir deney ve gözlem nesnesi yapamadığı için, insan duygusunu, insan değerini, insan duyuncunu anlamsız görür.


< << konusunda kuşku duymaya başladığını yazdı. ‘‘Beni daha az bir devrimci ruh durumunda bulacaksın. ... Politik sefillik konusunda fazla konuşmak istemiyorum.’’ Bir süre sonra Napoleon dünyaya İmparatorluğu yeğlediğini bildirirken, Fransız Devrimi denilen şey dünya ölçeğinde bir şiddet eylemine dönüştü, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkelerini çiğneyen modern toplumsal düzenin değerlerinde gerekli düzeltmeler yapılmaya başladı.

İşleyim Devrimi
Bilimin sadizmin uşağı olması için gereken ruhsal koşulu pozitivizm sağlar. Değerin kendisini anlamsız bulan bu ruhsuzluk para, yarar, nihilizm, kapitalizm ve militarizmi uğursuz bir uyum içinde biraraya bağlar.


ABD, 1910’lar. Cornell Mill. Fall River, Mass. İşçiler öylesine küçüktü ki sık sık makinelerin üzerine tırmanmak zorunda kılıyorlardı. 1900’lerin başında bile ABD yasamacıları onyıllar boyunca böyle sömürünün anayasa ile çatışmadığında, insan haklarına aykırı olmadığında diretiyorlardı.

Aydınlanma modern önemini ve değerini güncel pozitivist yanılsamada diri tutar, kafası tıka basa boşinanç dolu görgücü Newton’a bile Aydınlanma kampında yeri ayrılır. Bu sınıflandırma Aydınlanma için tuhaf ya da tutarsız değildir. Yerleşik türesizlik ve yarışmacılık düzeni ile sıkı sıkıya bütünleşmiş, kâr mantığına güdümlü bir düzenek olmuş akademizm doğayı ve toplumu ve insanı anlamakla değil ama sonuçlarla ilgilenir.

Yararcılık Aydınlanmanın İlerleme ilkesinin yalnızca bir başka adıdır. Bilim — tüm kavramları idealizm tarafından, usun arı etkinliği tarafından özgürce insanlığa sunulan paha biçilmez kazanım — nihilistin anlamsız varoluş düzenine uyarlanmak için pozitivist tarafından anlamsızlaştırılır. Bir yarar (ve zarar) konusuna indirgenir. Anlam yitimi işleyim devriminin gereksindiği acımasızlığı destekler, haftada 7 gün, günde 16 saat çalıştırılan mini mini işçilerin de sırtına yıkılan sözde bir gelişmenin ve ilerlemenin işini kolaylaştırır.

19 yy İngilteresinde madenden kömür çıkaran küçük bir kız. (The Victorian Web)
19. yüzyıl Victorian İngilteresinde böyle işler 5 yaş ve üstündeki çocuklara yaptırılırdı. Bir insan olarak gelişmelerine izin verilmeyen böyle sayısız çocuğun yaşamı İşleyim Devriminin tözüne katıldı. Yaşam süreleri 25 yılı aşmıyordu. Hükümetin çocuk emeği konusunda bile düzenlemeler yapmasına karşı çıkan laisses faire savunucularının ahlak kuramları değerlerin göreliliğini ve ölçülebilirliğini ilke alan İngiliz Görgücüleri tarafından formüle edildi.

İlerlemeyi özdeksel gelişim terimlerinde gören Aydınlanma insan için gönenç değil ama gönenç için insan mantığına götürür. İşleyim devriminin coşkulu savunucusu olan Aydınlanmanın bu sözde devrimin insan sağlığı, insan duygusu, insan mutluluğu için ne anlama geldiğini düşünmesini sağlayacak kategoriler onun özdekçi mantığından dışlanmıştır.  

19 yy İngilteresinde Madenlerde çalışan çocuk taşımacılar. İngiltere parlamentosunun resmi raporundan. (The Victorian Web)

ABD, 1910’lar, Whitnelnler Pamuk Fabrikasında eğirmecilerden biri. Günlüğü 48 sent.


Modern karakter barış için, sevgi için, güven için eğitilmez. Ruhu sık sık sadizm oyununa katılmak üzere biçimlendirilir. Ona insanı normal olarak bir düşman kimliği altında görmesi öğretilir. Modern kültürün yetiştirdiği karakter yokedicilik için gönüllüdür. Modern eğitim dizgesi güvensizliğin, kuşkunun, saldırganlığın öğretilmesine ayarlanmıştır. Oluş sürecindeki Pedagojinin kendisi henüz insanın doğal yanı ile ne yapacağını bilmez. Henüz insanı gerçek tinsel-ussal karakterinde tanımaz.

Romalılar bunları kölelerine bile yapmadılar. — İnsanın gerçeği usu yoluyla değil ama duyuları yoluyla bildiğini ileri süren John Locke (1632-1704) kimi insanların çalışkanlık yoluyla daha çok mülkiyet edinebildiklerine inanıyordu. Aydınlanma tini ile uyum içinde, Demokasiyi evrensel bir insanlık hakkı olarak görmeyen Locke’a göre işçilerin gelişmek için ne zamanları, ne eğitimleri, ne de eğilimleri vardı. Buna göre, hükümette seslerinin duyulmasına izin verilmemeliydi. Mülkiyete iye olmayan insanların politikada ya da hükümette rolleri olmamalıydı. 

ABD, 1910’lar. Çocuklar Monougal Glass Works’de iş bırakıyorlar. Fairmont, W. Va.
(ABD’de çoçuk emeğinin 1940’lara kadar süren ‘yasal’ sömürüsünü konu alan bu fotoğraflar 1908-1912 yılları arasında Lewis W. Hine tarafından çekildi. Daha başka fotoğaflar için bkz. historyplace.com)

Pozitivizm ve Uygulayımbilim
Oppenheimer’ın ürettiği ilk bombadan bu yana üretilen nükleer başlıkların sayısı yüz binleri aştı. Bu dosdoğru insanlığa yönelik saldırı uygulayımbilim ve pozitivizm bağlaşmasının yararlı, pragmatik, ele gelir sonucudur.
Aynı pozitif ‘bilim’ örneğin kanser konusunda ‘ele gelir’ hiçbir ilerleme yapamazken, son zamanlarda ruh hastalıklarının gerçek sorumlularının insan ruhunu küçülten bir baskı yaşamı değil ama viruslar olduğunu keşfetti.
1988 Haziranında Brookings Institution tarafından 4 yıllık bir araştırma sonunda yayımlanan ‘‘Atomic Audit: The Costs and Consequences of U.S. Nuclear Weapons Since 1940’’ 1940’tan bu yana ABD’de nükleer silah üretiminde $5.481.083.000.000 (5 trilyon küsür dolar) harcandığını belirtti.
Misil montajında haz duyarak, doyum bularak, neredeyse mutluluk içinde çalışan bir fizikçi. Böyle sadistik üretkenlik modern bireye zorla dayatılmaz. Bu iş bir geçim yolu da değildir. Duyunç gibi bir kaygısı kalmamış fizikçinin Ölüm İçgüdüsü le yaptığı bu gönüllü pazarlık modern politikaya saltık terör öğesini kazandırır. Modern eğitim dizgesi yetiştirdiği bilimciyi son idealizm, son rasyonalizm kırıntılarından da kurtarmaya ayarlanmıştır, ve paradigmacı pozitivizmiyle gerçekliğin üzerine saldırıya geçen ‘bilimsel topluluk’ Ölüm İçgüdüsünün bu en korkunç oyununa ‘özgür seçimi’yle katılır, varoluşun ona sunduğu olanaklardan doğal olarak nihilist karakterine en uygun olanı seçer. Meşru savunmanın bütünüyle dışında başka pekçok uğursuz bileşeni olan bu ölüm tasarında çalışabilmek ve gene de normal kalabilmek için insan duyuncunu zayıflatma işini pozitivizm, nihilizm ve materyalizmin karanlık güçbirliği sağlar. Modern tek-boyutlu insan için normallik olan şey kendinde, gerçekte, saltık gerçeklikte yalnızca ve yalnızca paranoyadır.
İnsanlık için çalışmak mı? 
Ne büyük aptallık!
Platon ve Aristoteles’ten Galileo, Kepler, Descartes, Maxwell’e bilim idealistler tarafından ve saltık olarak insanlık uğruna geliştirildi. Modern pozitivizm ise yalnızca ussal bilimin onun anlağını aşan sonuçlarının bir (kötüye-)kullanımı olan uygulayımbilime yeteneklidir. Usdışı kafa yapısı ussal doğaya kapalıdır. Görecilik kuramı saltık olmada direten Uzay, Zaman ve Özdeğin ussallığı karşısında ancak bir kuram karikatürüdür. Bir bilim olması
a priori olanaksızdır.

Sosyalizmin ya da kapitalizmin değil ama her iki kampta da modernist paranoyanın hizmetinde olan fizikçi varoluşun anlamsızlığından yakınmaz. Bu insan kasapları nihilist gibi ikiyüzlü değildirler. Popperlarını okurlar, idealizme söverler, ve bombalarını yaparlar. Saldırganlık içgüdüsünün doyumu uğruna çabalamak da varoluşuna anlam kazandırmanın bir yoludur — ama hiç kuşkusuz sadistik bir yoludur.  
Yarışmacılık kâr dürtüsünü güçlendirip bir yan-sonuç olarak bilimin gelişmesine hizmet eder. Anamalcılık mantığı böyle buyurur.
Bilim güdüsünü kendinde ve kendi uğruna değil ama dışsal bir aldatmacada bulmalıdır.
Bu uslamlama akışını geçerli sayan, tepkisiz karşılayan modern birey anlamsız, saçma, değersiz bir varoluşa yazgılanmayı hiç kuşkusuz hak etmiştir.
Bir kişiyi öldüren katil olur. Yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce insanı öldüren ise kahraman. Oppenheimer bir kahramandı. Teller ise milyarları yoketmenin araçlarını geliştirmekle ilgilenen süper-kahraman oldu. Bu insan ‘bilim’ adamıdır, ve bilimin insanın durumunu iyileştirmesi, onu dışındaki Doğa ile tanıştırması, barıştırması, varlığın ussal uyumunu bir de özdeğin evreninde tanıtlaması gerekir. Ama Teller varoluşta güzellik, iyilik ve gerçeklik gibi anlamsız kavramlar ile ilgilenecek bir aptal değildir. Bir pozitivist böyle saçmalıklara pabuç bırakmaz. Ve böyle kuruntuları ölçülebilir, sınanabilir, doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olgular olarak kabul etmesi beklenemez. Görevi doğanın ona sunduğu bilgiyi doğayı yoketmek için kullanmak, Hidrojen bombasını geliştirmektir — sınanabilir, doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir bir fenomen olarak. Varoluş onun için ancak sadistik bir anlam ve değer taşır.

Harold Dogliani yakılarak açılmış bir deliği olan bir taşı tutuyor. Delik Las Alamos’taki Doğrusal İvmelendirici tarafından kısa bir işlem sonucunda açıldı.
Ne Galileo ne de Kepler, ne Descartes ne de Leibniz — Avrupa’yı ilk kez Us ile, Felsefe ile, Fizik ve Matematik ile tanıştıran idealistler — Aydınlanmacılar arasında sayılırlar. Düşünen hiç kimse bu idealistleri gerçeklik ile ilişkileri yalnızca bir kuşku ilişkisi olan Hume ve Locke gibi, Bentham ve Adam Smith gibi İngiliz Aydınlanmacıların yanında sıralamaz.

Olgular yalnızca Kavramlarını izlerler. Voltaire’in Descartes ve Leibniz’e saldırılması olgusu onu Aydınlanmacı yapmaz. Aydınlanmacı olması onu mantıksal olarak, kavramsal olarak bu ussalcılara, bu idealistlere, aslında bütününde Usa saldırmaya götürür.

Tüm Aydınlanmacıların görgücüler olmasına karşın, tümünün de felsefe ile ilgileri yalnızca ona saldırıda bulunmak olan özdekçiler olmasına karşın, bugün de modern Batı akademizmi Aydınlanma dönemini ‘Us Çağı’ olarak adlandırmada diretir.

Niçin?

Dennis Atkinson REFLAXICON yüksek-erke laserinin aynasına bakıyor. Laser Stratejik Savunma Girişiminde (SDI) kullanılmak üzere üretiliyor.
Eğer kişi bir yanda tüm bilimsel ve törel kavramları, geometri ve fiziği, duyuncu ve sevgiyi, töreleri ve yasaları, şiiri ve felsefeyi, kısaca, duygu ve düşünce ile ilgili olan, bir duygu ve düşünce öğesi içeren tüm insan yaratısını tek bir temel koku duyumundan çıkarsayan Condillac gibi bir Aydınlanma filozofunun ‘us’u ile öte yanda taşlara ve tahtalara tapınan bir rahibin ‘us’unu karşılaştırdığında birinciye ‘us’ ve ikinciye ‘usdışı’ diyorsa, birincinin Us Çağının bir düşünürü olduğunu ama ikincinin boş inaklara gömülü bir Karanlıklar Çağının insanı olduğunu düşünüyorsa, eğer bu ikisini birbirinden ayırıp birinciyi daha anlamlı, daha doğru görmeyi başarabiliyorsa, böyle birinin kendi usu ile ciddi bir sorunu olmalıdır. Batı uygarlığı böyle bir ayrım üzerine kuruludur. Tipik Batı düşünürü hiç duraksamadan Condillac ve dostlarını birincilerden ayırır ve onları tarihte yepyeni bir dönem olan ‘Us’ Çağının düşünürleri olarak görür.

Aydınlanmanın ‘ussalcılığı’ Hıristiyan dininin pozitif yanının eleştirisi üzerine dayanır. Deizm ya da doğal din kendini dinin bu pozitif dışsal yapısına göre konumlandırır. Ama her tepki gibi bu tepkinin değeri ve önemi de bir tepkisi olduğu içerik tarafından belirlenir. Ve boş bir tinsel içeriğe karşı tepki boş bir özdekçilikten daha çoğuna varmaz. Boşinancın ortadan kaldırılışı yalnızca bilginin yolunu açar, ama bilginin kendisini üretmez. Aydınlanma bilimi dışardan alır. Ama aldığı şeyin ne olduğu konusunda bir kavramı yoktur. Ussal bir doğa, ussal bir tarih karşısında ne usdışı Condillac ne de usdışı Locke duyularıyla herhangi bir bilgi üretemezler. Ancak eleştirdikleri boşinanç gibi yanılsamalar üretebilirler.


Modernizmin insana unutturmaya başladığı şey şu ya da bu özel değer değil ama Değer olarak Değerdi: Güzellik, İyilik ve Gerçeklik. Modern insan kendini ruhsal yoksulluk koşuluna uyarlayan, kendini duyarlık, duygu ve düşüncesinden kurtaran tiptir.



Goethe, Johan Wolfgang von (1749-1832).

Romantik hastalıklıdır. Çünkü Romantik baskılanmamış Eros, özgürlüğünden vazgeçmemiş Yaşam duygusudur. Başkasında öz-duygusunu bulan ruhtur. Sevgidir. Romantik sevilerek ve severek büyüyen, duygusunu baskılamayı öğrenmeyen insandır. Modern koşullarda bile, Romantiğin yapmayı en iyi bildiği şey sevmektir. Yapmayı en az bildiği şey nefret etmektir.

Avrupa Boşinancı utanç verici, acı verici uzun bir dönem olarak yaşadı. Küre dünyayı düzleştirdi, felsefeyi usdışının uşağına çevirdi, insanda öylesine karanlık bir yürek, öylesine küçülmüş bir ruh yarattı ki, onun için cennetin anahtarları kitle pazarlamasına sürülürken, böyle sefillikleri doğrulamayı başaramayanlar işkencelere uğradılar, meydanlarda yakıldılar.

Buna karşı, Doğuda gizem dinlerinin bir kalıtı olan boşinancın hiçbir zaman zararsız bir oyundan daha öte bir önemi olmadı. Avrupa Katolik Boşinancın Karanlığını yaşarken, Doğuda bilim ve felsefe, sanat ve duyunç egemendi. Yüzyıllarca Arapların, İranlıların, ve Türklerin düzenleri altında yaşayan sayısız halkın günleri, yılları, yüzyılları ussal töreleriyle ve temiz duyunçlarıyla pırıl pırıl Aydınlıktı. Hıristiyan Avrupa insan olmanın, özgür olmanın koşullarını, bilim ve felsefeyi bugün de yalnızca küçümsemekte olduğu, tarihten silmeyi çok istediği o Doğudan öğrendi. 

Aydınlanmasıyla ve Reformasyonuyla, Batı kendi tini tarafından belirlenen Kölelik, Eşitsizlik, ve Düşmanlık yüzyıllarına doğru ilerledi. Tarihin hiçbir döneminin, hiçbir ulusunun hiçbir zaman tanık olmadığı yirminci yüzyıl yabanıllıkları — Nazizm ve Bolşevizm — ancak inancı boşinanç olarak gören Aydınlanmanın ve duyuncu toplumsal ustan silen, yalnızca içselleştiren Protestan Reformasyonun hazırladığı bir nefret tininde gerçekleşebilirlerdi. Duyunç yitimi bu yokediciliklerin zeminidir, ve modern Tarih daha başından nihilizm damgası ile lekeliydi.

Tarihin gelişmesi Özgürlüğe doğrudur. Özdekçiliğe bağlı olan Aydınlanma Zorunluğa sarılır, ve gericiliğin eline oynar. Bu duyunçsuzluk nedeniyledir ki Locke ve Hume gibi Aydınlanmacıların Irkçılık ve Kölecilik kurumlarını savunduklarını, bu insanlık dışı öğretileri aklayan uslamlamalar geliştirdiklerini, köleliği kurumsallaştıran anayasalar hazırladıklarını görürüz.

Her değişim süreci karşıt öğelerin çatışan bir birliğidir. Özgürlük Kölelikten kurtuluştur, ve süreçte özgürlügün güçleri zorunluğun, köleliğin, tutuculuğun, gericiliğin güçleri ile çarpışırlar. Bu sürecin mantığı gereğidir. Usun özgürlüğünü, altyapı denilen, üretim ilişkileri vb. denilen özdeksel süreçten bağımsızlığını tanımadığı düzeye dek, Aydınlanmanın ilerlemesi evrensel insanlığı ilgilendiren bir sorun olmaya son verir.

İnsanı usunda, duygusunda, ve duyarlığında yoksullaştıran Nihilizmin tersine, insanın evrensel eğitimini yadsıyan Aydınlanmacı ile karşıtlık içinde, İdealizm için insanın Güzelliğe eğitimi onun bütün insana büyümesi için, kendini gerçekleştirmesi için özseldi.

Schiller, Johan Cristoph Friedric von (1759-1805).

‘‘Güzellik yoluyla, duyumsayan insan biçim ve düşünceye götürülür; güzellik yoluyla, düşünen insan geriye özdeğe götürülür ve yeniden duyu dünyasına kazanılır. ... Güzellik iki karşıt durumu, duygu ve düşünce durumlarını bağlar’’ İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar (1795, Mektup 18).

Erek, Eğitim, Gelişim kavramları İdealizmin kendi kavramıdır.


Goethe ve Romantizmi Eleştirisi. ‘‘Aklıma işlerin durumunu kötü tanımlamayan yeni bir anlatım geliyor. Klasiğe sağlıklı, romantiğe hastalıklı diyorum. .... Modern yapıtların çoğu romantiktir — yeni oldukları için değil, ama zayıf, düşkün, hastalıklı oldukları için. Ve antik klasiktir — eski olduğu için değil, ama güçlü, dinç, sevinçli ve sağlıklı olduğu için. Eğer ‘klasiği’ ve ‘romantiği’ bu niteliklerle ayırdedersek, yolumuzu görmemiz kolaylaşacaktır.’’

Romantik konusundaki haklı kaygılarına karşın, Goethe Klasiği ve Romantiği uzlaştırdı, her zaman sağlıklı bir romantik olarak kaldı.


Akropolis, Parthenon, Kuzey Sundurma

Klasiğin Ve Romantiğin Birliği.
Sağduyu ve Duygu ne olursa olsun çatışmak zorunda değildir. Tam tersine, usun ölçülü, kurallı, dingin güzelliği olan Klasiğin kendisi bir anlatım yeğinliğidir, ve Romantizm herşeyden önce duygudur. Dahası, uygarlık ve doğallık, dinginlik ve devingenlik, evrensellik ve bireysellik, ölçü ve yeğinlik, ılımlılık ve taşkınlık, şimdi ve gelecek, reel ve ideal pekala uyum içinde birarada olabilir, ve Romantizm sığ modernizme karşı duygunun güçlü enerji kaynağı olarak pekala Klasiğe gereksindiği devimi verebilir. Beethoven bu uyumun olanağını edimselleştirmesinde Mozart’ın eksik bıraktığı yanı tamamlar, Klasiği çiğnemeden ona heyecan öğesini katar. Ama gene de Klasiği ve Romantiği birleştiren yan yalnızca bu karşıtların uyumu değildir. Tüm Romantikler Klasik için içten, derin ve sonsuz bir özlem duyuyorlardı çünkü Klasik tüm anlam ve değerini yalnızca geometrinin güzelliğinde tüketmez, ya da yalnızca doğanın dingin güzelliğinde durup kalamaz, ama tam olarak doğallığı aşmada ve kendini imgesel bir dünya ile kaynaştırmada bulur. Yunan Klasiği güzellik dininin anlatımıdır, büyüleyici güzelliği ile duyguyu normalin, sıradanın üstüne, doğaüstüne yükseltir. Bu düzeye dek, Klasik sözcüğün en gerçek anlamında kurgul olduğu için, Doğayı ve Tini kendine özgü bir uyum içinde birleştirdiği için güzeldir. Tanrısal Güzelliğe, çocuksu bir imgelemin eşsiz incelikteki ve güzellikteki yaratılarına anlatım verdiği için tılsımlıdır. Klasiğin tılsımı onu yaratan imgelemin ona yüklediği gizemde yatar. Ve tam bu sonsuzluğunda Klasik o denli de coşku, taşkınlık ve yeğinlik anlatan Romantiktir. Her ikisine de ortak İdealizm hem Klasiği hem de Romantiği onları ayıran başka herşeyden çok daha yüksek bir düzeyde birleştirir. Romantiği Klasikten ayıran yan Romantiğin varlığa onda yitik olduğu duyumsanan bir tılsımı sanat yoluyla yeniden kazandırma özlemi olması iken, Klasiğin bu tılsımı pürüzsüz ve dirençsiz bir akıcılık içinde yaşamın her kıpısında yaratmasıdır.


Friedrich von Schlegel
(1767-1845)

Romantizm ve Evrensel İnsanlık.
Çevirileri ile — Romantizm çeviridir diyordu, Clemens Brentano — Romantikler dünyanın yazınsal hazinelerini günışığına çıkardılar, ve Weltliteratur Goethe’in en değerli kavramlarından biri oldu. Romantizmin amacı, Goethe için, çeviri ve eleştiri yoluyla karşılıklı anlayış ve saygıyı yüreklendirerek dünya uygarlığını ilerletmekti. West-östlicher Divan (1819) Doğu ve Batı kültürleri arasındaki birliği göstermek için Goethe’nin kendisinin girişimlerinden biridir. Schiller’i yitirmesinden sonra Goethe’nin tinsel yalnızlığını bir ölçüde yatıştıran Jenalı genç romantik kuşağın üyelerinden olan Friedrich von Schlegel yazılarına Yunan kültürünü yücelterek başladı. Ve hiçbir zaman iki karşıt düşünceyi bir araya getirmeyi başaramayan analitik paranoyanın mitlerinden biri olan sözde ‘romantik ulusalcılık’ görüşü ile tam bir karşıtlık içinde, Friedrich von Schlegel Doğuyu Romantik düşünce ve şiirin doruğu olarak gördü.

Caspar David Friedrich İdealizmin özsel kavramı olan karşıtların birliği olarak Sonsuzluğu soyutlamacı analitik Anlak gizemcilik olarak anlar.
Kimi Romantikler usun herşeyi kavrayamayacağını, varoluşta pekçok şeyin bilmecemsi, gizemli, ölçülemez olduğunu düşünüyorlardı. Gerçekten de, varoluşta soyut-sonlu kategorilerin ulaşamayacağı çok şey vardır. Aslında yalnızca belli olgular değil, ama TÜM olgusallık, TÜM gerçeklik bu sonlu kategorilere kapalıdır, ve giderek kuşkucu modernizmi kendini ölçülü, sonlu ve sınırlı bir bakış açısı olarak görmeye götüren şey tam olarak bu kategorilerin sonluluğudur. Romantikler sonluya beş para değer vermediler, onu tanımadılar. Onu aşmanın yolunun öznel duygudan, imgelemden, giderek gizemsel olandan geçtiğini, Varlığa onda olmayanın yüklenmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorlardı. Romantizmin bu tek-yanlı öznel tutumu sonunda kaçınılmaz olarak onu hastalıklı yapan şey oldu. Ama Romantik ilke Varlığa onun yetenekli olduğu anlamı kazandırmak, varoluşu anlamlı kılmak, insanı kendi ereğine eğitmek olarak anlaşıldığında, bu onu Klasisizm ve İdealizm ile tamamlanmaya götüren güdüyü sağlar. Romantikler (hiç kuşkusuz Alman Romantikleri) tam olarak bu olanağı kavradılar ve Us ve Bilime, ideal Gerçekliğe uzandıkları zaman duygularını, duyarlıklarını, yüreklerini kesinlikle bir yana atmadılar.

Sonluluğu tam olarak ussal düşünce aşar çünkü usun kavramları kendilerinde KARŞITLARIN BİRLİĞİdir, ve bu kendi karşıtları ile birlikleri sonsuzluklarıdır. Bu yüzden soyut-analitik anlağın gizemli olarak gördüğü şeyi us KURGUL olarak kavrar, birincinin anlaşılmaz, bilinemez dediği şeyde ikincisi tam tersine varoluşun gerçekliğini bulur. Sonsuzluk bir nicelik değildir. Sonsuz olan anlaşılmaz olmaktan, insanın erişemeyeceği birşey olmaktan öylesine uzaktır ki, tam tersine gerçekten anlaşılır, bilinebilir olan biricik kavramdır, kavramın kendi doğasıdır. Sevgi sonsuzdur, ama gizemli olduğu için değil, tam tersine başkayı kendi ile birleştirdiği ve böylece ikisinin de sonluluklarını sonsuzluğa yükselttiği için. Gerçekte sonlu olan, salt kendisi olup başkayı dışlayan, analitik olan bilinemez olandır çünkü varolmayandır. Ve nefret tam olarak duygu düzleminde başkalığın kendinin sınırı olarak algılanmasıdır. Eğer kurgul olanın gizemli de olduğunu düşünürsek, İdealizm tam olarak gizemli olanın kavranışı, özdekselin biçimle, bedenin ruhla, evrenin ussallık ile birliğinin bilgisidir. Ama kavrama gizemi ortadan kaldırır, onu gerçekliğe, bilginin kendisine yükseltir. Gizem yalnızca ve yalnızca sonlu anlak için doğrulanacak bir sınırdır, sonsuzluğa değil ama tam tersine sonluluğa verilen onaydır.

Novalis. Novalis gibi Romantiklerin salt duygunun güzelliği ile çözemedikleri sorun budur. Ama güzellik ve sevgi yalnızca ve yalnızca gerçekliğe götürür. Novalis kendi Felsefi Bilimler Ansiklopedisini yazmaya başlamıştı. Onu tamamlayamadan öldü.

Caspar David Friedrich
Caspar David Friedrich

Avrupa’nın Uygarlık İle Tanışması: Klasisizm, Romantizm, İdealizm
Parthenon

Karanlık Avrupa’nın gözlerini uygarlık birikimine açanlar, barbar Avrupa kabileleri inakçı uykularını uyurken Tarihin çok şey başardığını, insan düşüncesinin, duygusunun ve duyarlığının hayranlık verici bir gelişim düzeyine ulaştığını algılayanlar ilkin Kıtalı bir avuç İdealist ve Romantik oldu. Güzelliğe tapınan bu insanlar Sevgi duygusunu bir şok olarak, bir Fırtına ve Gerilim olarak yaşadılar. Goethe ve Schiller ve Alman Romantikleri bugün Avrupa’da uygar olan ne varsa, idealist olan ne varsa, sevgi adına ne varsa tümünün esinlendiricileri oldular.
Bugün ‘Batı değerleri’ olarak görülen ussallık, uyum, düzen, sevgi, güzellik, insan hakları gibi değerler Batıda ilk olarak Alman Romantikleri tarafından, uygarlık bütününe yürekleri ile ve usları ila bakan insanlar tarafından keşfedildi. Ama bir avuç duyarlı insan tarafından keşfedilmeleri dolaysızca bütün bir Avrupa bilincine yerleşmeleri demek değildi. Avrupa’nın tüm kültürel belirlenimleri (politik ve dinsel belirlenimler, bilim, güzel sanatlar ve felsefe) Mezopotamya uygarlıklarından Mısır’a, antik Yunan-Roma uygarlığından Türklere, İranlılara, Araplara dek sayısız ulusun binlerce yıl boyunca yarattığı bir kültür birikiminin öğeleri idi.

Romantizm insan varoluşunu Sevgi, Doğallık ve Güzellik ile bütünleştirmek isteyen, gerçek, özgür ve sevinçli insanın kendisini yaratmayı isteyen



bir sonsuzluk tiniydi. Modernizm insandan Doğayı, Güzelliği ve Sevgiyi alarak karşılığında ona bir Makina, Çirkinlik ve Çatışma yaşamı sundu.



Duygusundan vazgeçen insan Dürtüsüne sarıldı ve kendini doymak bilmez bir Gönenç, Güç ve soyut Haz istencine uyarladı.
NEŞEYE ŞARKI

Neşe, güzel kıvılcımı tanrıların,
Elisium’un kızı,
Yürüyoruz ateş-sarhoşu,
Kutsal ülkene Tanrıça!

AN DIE FREUDE

Freude, schöner Goetterfunken,
Tochter aus Elysium,
Wir betreten feuertrunken,
Himmlische, dein Heiligtum.

Nihilist duyguyu ve duygusunu değersiz ve anlamsız gördüğü zaman bütünüyle yanılgı içinde değildir. Tam tersine, Sevginin sevilebilme



yeteneğini, aslında sevginin kendisini istediği ve bulamadığı düzeye dek elbette haklıdır. Romantik tin insana ruh güzelliğini kazandırmayı



isterken, Modernist tin ise insanı metanın bir eklentisi olarak görür ve güzelliği pazar ekonomisinin bir işlevine çevirir.
Birleştirir tılsımın yeniden
Ayırdıklarını törenin kılıcının;
Kardeş olur dilenci prense,
Uzandığı yerde yumuşak kanadının.
Deine Zauber binden wieder
Was der Mode Schwert geteilt
Bettler werden Fuerstenbrueder
Wo dein sanfter Fluegel weilt.
Kucaklaşın, milyonlar!
Alın bu öpücüğünü bütün dünyanın!
Yıldızlı göklerin ötesinde, kardeşler,
Seven bir baba yaşıyor olmalı.
Seid umschlungen, Millionen!
Diesen Kuss der ganzen Welt!
Brüder — über'm Sternenzelt
Muss ein lieber Vater wohnen.
Önünde eğilir misiniz, milyonlar?
Yaratıcıyı duyumsar mısın, dünya?
Yıldızların ötesinde ara onu.
Yıldızların ötesinde yaşıyor olmalı.
Ihr stuerzt nieder, Millionen?
Ahndest du den Schöpfer, Welt?
Such ihn ueberm Sternenzelt.
Über Sternen muss er wohnen.

Rousseau, Jean-Jacques (1712-1778).

‘Vitam impendere vero,’ ya da, ‘yaşamını gerçekliğe adamak.’ Daha doğrusu, toplumsal gelenek ve kurumların yapaylığı tarafından bastırılan anlam ve değeri, özgürlük ve güzelliği yeniden kazanmak. Rousseau’nun yaşam teması buydu — nihilistin ve pozitivistin bir ağızdan yadsıdığı saçmalık. Ve gene de Rousseau çözüm olarak doğal olana geri dönmeyi önermede, "soylu yabanılı," genel olarak Doğayı Tin pahasına yüceltmede henüz modern Usun yeterince ussal olmadığını gösteriyordu.

‘‘İnsan özgür doğdu, ve her yerde zincirler altındadır.’’ Rousseau modern uygarlığın insanı doğal olmayan, kendi özü ile uyum içinde olmayan istekler ile doldurduğunu, onu gerçek doğasından ve doğal özgürlüğünden uzaklaşmaya kışkırttığını düşündü. Doğmakta olan yarışmacı işleyim toplumunun insanın karakterinde ve ilişkilerinde yıkım yaratacağını düşündü. Sanki Tinin yeterince özgür olmadığını, Doğa ile tamamlanması, güçlendirilmesi, beslenmesi gerektiğini düşünüyor gibiydi. Romantikler Rousseau’nun tanıları ile tam duygudaşlık içinde idiler ve onun en içten izleyicileri oldular. Goethe daha sonra bir zamanlar kendisinin de paylaştığı bu Romantizmi "hastalıklı" olarak gördü.

Boşinanç içinde boğulan ortaçağ Avrupasının aydınlanmaya gerçekten gereksinimi vardı, ve yüzyıllar boyunca Katolik Avrupa’nın karanlık tinselliği tarafından beslenen Boşinanca karşı Aydınlanma modern Avrupa entellektüelinin biricik olanaklı yanıtıydı. Karanlık bir Tinselciliğin aydınlık karşısavı olan Özdekçilik Fransız kültürü için raslantısal değil, ama kilise ve devletteki yaygın ve derin tinsel yozlaşma karşısında zorunlu bir tepkiydi.

Aydınlanma tüm bilgi ışıltılarına karşın, oradan buradan derleme Ansiklopedi’sine karşın, bütünüyle mantıksal olarak politik bir programdır (Diderot’nun kendisi Spinoza üzerine makalesini Bayle’in bir çözümlemesinden uyarlamıştı, ve yazdıklarını anladığını söylemenin olanağı yoktur.) Aydının ‘bilimciliği’ (daha sonra tarihsel özdekçilik durumunda yineleyeceği gibi) kendinde bir değer olarak amaçlanmaz, ama salt boşinancın boş tinselliğinin karşısına sürülen görgül bir kanıt olarak anlaşılır. Onun için, Bilim bilim olarak değil ama yararlı olarak değerlidir. Yararlığı bilim olarak bilim olmasından değil ama özel olarak yararlı olanı üretme yeteneğinden gelir. Onun için Bilgi ancak uygulayımsal ise bilgidir. Doğanın bilgisinin ancak bilim uğruna bilim tarafından üretilebileceğini, ussal doğayı ancak ussal bilginin kavrayabileceğini, ve tüm doğa bilgisinin ussalcılar tarafından tam olarak bu yöntemle üretildiğini bilmez. Onun yalnızca göz, kulak, burun vb. gibi duyu örgenleri yoluyla üretildiği inancındadır. Bilimsel içerik söz konusu olduğunda, Aydın tepeden tırnağa bilgisizdir. Aydın açıkça bir bilimci değilken, onunla aynı özdeksel başlangıç noktasından yola çıkan mantıksal pozitivist ise bilimsel ussallığa karşı benzer yeteneksizliğini bilimin kendisini kuramdan ve kavramdan soyutlayarak, onu duyusal olana tutsak ederek, doğayı salt ölçülebilir bir karikatüre çevirerek gösterir.

Hegel, Georg Wilhelm Friedrich (1770-1831).

Ulusal kültürlerin realitesini akıcılığı ve gelişimi içinde, Dünya-Tininin küresel evrimi içinde kavrayan Romantizm ve İdealizm ‘Açık Toplum’ denilen şeyin düşmanları olarak görüldü. Karl Popper 'Açık Toplum' ile açıkça 'kapitalist toplum' denebilecek olan şeyi anlıyordu. Hegel gerçekten de böyle Açık Toplumun dostu değildi, çünkü böyle Açık Toplum törel bir özgürlük dünyası değildi. Gerçekte, Popper'ın savunusunu üstlendiği sözde Açık Toplum kapitalin, altyapının, üretici güçlerin, teknolojinin vb. denetiminde olduğu sanılan bir yapı idi. Aynı bakış açısı, Popper için ironik olarak, Karl Marx’tan Mao'ya, Stalin'e, yeryüzünün tüm despotları tarafından da savunuldu. Popper kendini liberal olarak, özgürlükçü olarak gördü. Ama kapitalizmi savunmasında, insanı insansal olmayan bir etmenin, Marx tarafından bir fetiş olarak, Heidegger tarafından özerk bir güç olarak görülen teknolojinin, anamalın, altyapının denetimi altında görmesinde Özgürlük kavramının bilincinden bütünüyle yoksun olduğunu gösterdi.

  Aydınlanmanın ilgisi ideolojiktir. Politik düzene kendi usunun biçimini vermeyi amaçlar çünkü toplumu boşinancın değil ama görgül bilginin ilerlettiğini görür. Amaçlarında sorgulanamayacak denli haklı, ve tutumunda eksiksiz olarak erdemlidir. İlerici aydın boş kuramla değil ama dolu pragmatik sonuçlar ile ilgilenir. Ussal bilimcinin ürettiği kuramı anlamasa da, formüllerini onun elinden kapar, bilimi uygulayımbilime çevirerek, boş kuramı bırakıp doğruluğu ya da yanlışlığı sınanabilir verimli görgül bilgiye sarılarak, ilerler.
  Hegel modern uygarlıkta İdealizmin ve Romantizmin birlikte serpilme şansı buldukları bir zamanda, insan duygu ve düşüncesine değer veren bir ortamda yetişti. Tam olarak zamanının çoçuğuydu. Bir felsefeciydi ve gerçekliğin yalnızca düşüncede değil, ama duyusal güzellikte ve ruhun duygusunda da yaşandığını pek çok duygusuz pozitiviste herkesten önce o öğretti. İnsan gerçekliğinin mülkiyet, ya da ödev, ya da yasada değil, bu dışsal sonluluk kıpılarında değil, ama çok daha yüksek bir boyutta, Saltık Tinin güzellik, iyilik ve gerçeklik boyutunda yattığını tanıtladı. Felsefesi izlediği yalın eytişim gereği tarihin Prusya Devletinde sonlandığını filan değil, ama tam tersine ereği Özgürlük olan bir süreç olduğunu tanıtlar. Bir İdealist olan Hegel devletin doğasını kalpazan ve despotik materyalist eleştirmenlerinden, bu Aydınlanma tortularından çok daha iyi anlıyordu.

Rousseau: İleriye Doğaya!

Rousseau trajik, kaotik, kafası oldukça karışık bir çağın eşit ölçüde bunalımlı bir insanıydı. O dönemde sözde nesnel düşünceler bile büyük ölçüde dışsal güdüler tarafından belirleniyor, kuramlar öznel eğilimlere ve önyargılara göre kuruluyor, felsefe ve bilim henüz deneyimsiz Avrupalı düşünür tarafından sık sık gülünçleştiriliyordu. Rousseau pekçok bakımdan saçma sapan bir insandı. İdeali işleyim ve tecimi yadsıyarak salt tarım üzerine kurulu bir uygarlık modeli idi. Çok övülen duyarlığına ve insanın doğal suçsuzluğu konusunda duyduğu inanca karşın, Rousseau kendi çocuklarını bakımevlerine terk etmede bir sorun görmedi.
Rousseau’ya göre insanın iyi ve mutlu olan doğal durumu, ya da daha uygun bir anlatımla, henüz kötülük ile tanışmamış insan doğası ancak özdeksel ilerlemeyi birincil gören ve insan varoluşundaki her başka öğeyi ona altgüdümlü kılan bir uygarlık tarafından kötüleştirilebilirdi. Bundan çıkan sonuç Rousseau’nun uygarlık düşmanı olduğu değil ama baskılayan ve baskılanan toplumsal insanın hiçbir zaman mutlu olamayacağıdır. İnsanın özsel olarak İyi olan doğasının gerçekleşmesi ancak kültür ve doğanın, us ve tutkunun barıştırılması koşulunda olanaklıdır. Mülkiyet kurumunun doğuşu yalnızca eşitsizliği değil ama insanın kendi doğasından kopuşunu da birlikte getirmiştir. Ve çıkar çatışması insan doğasına getirilen en büyük yıkımın, bir uygarlık görünüşü arkasına gizlenen nefretin kaynağı olmuştur.

Rousseau’nun ussalcılığı ‘‘özgür doğmasına karşın her yerde zincirler altında olan’’ insanın özgürlüğünü gerçekleştirebileceğini doğrular. Eğer evrensel istenç üzerine, eğer volonté générale üzerine kurulu bir yurttaş toplumu yaratılabilirse, orada politik özgürlük sağlanabilecek, çünkü bireysel özenç ile, tiranlık ile karşıtlık içinde duran ussal evrensel istenç yasa olarak bireyin kendi kendisine dayattığı bir sınır olacak, eş deyişle bir sınır olmayacaktır. Zorunluk değil ama Özgürlük olacaktır. Hiçbir politik kuram Aydınlanmacı Despotizme bundan daha ters düşemezdi. Ve başka hiçbir politik kuram Özgürlük Kavramının gelişmesi olanağını ondan daha iyi anlatamazdı. Evrensel İstenç şu ya da bu tikel, olumsal, geçici eğilim ya da özenç değil, modern toplumun mülkiyet istenci değil, şu ya da bu sefil yasanın anlatımı değil, ama baştan sona Ussal İstencin kavramıdır. Özgürlüğün anlatımıdır. Önünde gelişimini, kendini yaşamın somutluğuna, dünyanın edimselliğine çevirmesini engelleyebilecek hiçbir mantıksal güç yoktur çünkü kendisi usun gücüdür.

Rousseau her idealist gibi insan doğasının kökende iyi olan eğilimlerinin uygun bir Eğitim yoluyla geliştirilebileceğini savundu. İnsan karakterinin altyapı denilen us-dışı, duygu-dışı çıkar ilişkileri dünyası tarafından bozulduğunu gördü. Ama bütününde onun tarafından belirlendiğini düşünmedi. Rousseau için insan doğası düzeneksel değil ama ereksel bir yapıydı, zorunluk ve dışsallık tarafından değil ama özgürlük ve öz-gelişme tarafından belirleniyordu. Onun için, insanın tüm kültürel koşullarından bağımsız bir özsel doğası, usu ve duygusu vardı. Yaşamımız doğanın bize verdiği gizilliği ortaya çıkarmada, onu edimselleştirmede anlam ve değer kazanır. Eğitimin görevi ‘olumsuz’ olmalı, çocuğu buyruk ve yönergelerle engellemek yerine, tersine onda iyi olanın kendiliğinden ortaya çıkmasına yardımcı olmalıdır. Çocuk baskılanmamalıdır. Duygu durdurulmamalıdır. İnsan ağlamalı, gülmeli, dans etmeli, şarkı söylemeli, sevmeli, davranmalıdır. Ancak özgür, yürekli, engelsiz insan bir nefret birikintisi olan bilinçaltından bağışıktır. Çocuğun doğası, onda ilkin bir gizillik olan ussal ve ruhsal yan hiçbir biçimde göreli birşey, postmodernistin keyfine göre belirlenebilecek bir yapısızlık değildir. Rousseau’ya göre, insan doğasını kabul etmeli, ve eğitim yoluyla yalnızca onda daha şimdiden var olanı edimselleştirmeliyiz. Eğitim insan doğasına aykırı olmamalıdır.

İnsan duyuncunun evrensel istenci belirlediği düzeye dek, Rousseau’nun iç insanın, duygu ve duyuncun gelişimine verdiği önemin doğruluğunu abartmak olanaksızdır.

‘‘Bizim için varoluş duygudur: ve duyarlığımız karşı çıkılamayacak bir yolda usumuzu önceler :: Exister, pour nous, c’est sentir: et notre sensibilité est incontestablement antérieure à notre raison’’ (Moral Mektuplar).

Usdışı güdülerle ya da tam bir saflıkla Rousseau sık sık özdekçi Aydınlanma ile ilişkilendirilir. Ama yaşamı, düşüncesi, ve duygusuyla tam olarak o özdekçi karanlığı insan varoluşundan uzaklaştırmak için çabalayan insan Rousseau’dan başkası değildir. Doğal olarak iyi olduğunu kabul ettiği insanın modern ilerleme tarafından iyileştirilmekten çok bozulduğunu görmek için bir ideal insan ölçünü, bir karakter ideali gerekir. Rousseau, tıpkı Spinoza gibi, her idealist gibi, kendisinde ve bütün insanlıkta o ideal karakteri anlamaya ve yaratmaya çalıştı. Eğitimin duyguya ve doğaya önem vermesi gerektiğini, ve usun biçimlendirilmesinde ona tıka basa bilgi doldurmak yerine ilkin karakter oluşumuna özen gösterilmesi gerektiğini öğretti. Anne ve babalara çocuğun yetiştirilmesine önem ve değer vermeleri gerektiğini ve evrenin bu en değerli varlığının eğitiminde doğal çevrenin toplumun ve toplumsal kurumların etkilerine baskın çıkması gerektiğini anlattı. Kendisi Doğada ve Duyguda yaşamayı kentin yapay ve biçimsel yaşamına yeğledi.




Novalis ya da Friedrich von Hardenberg (1772-1801)

‘Romantik’ adını yazın sanatına ilk kez uygulayan Novalis Almanya’da 1798’de şiirde Romantik Okulu kurdu. Kendini ‘de Novali’ olarak adlandıran ailesinin bilinen kökleri 13’üncü yüzyıla dek uzanıyordu.

Jena (1790) ve Leipzig’de tüze eğitimi gören Novalis 1797’de ölen nişanlısı için ölümü Tanrının yanında daha yüksek bir yaşama giriş olarak kutlayan Hymnen an die Nacht’ı yazdı. Kendisinin de genç yaşta ölmesiyle idealist bir ansiklopedik felsefe dizgesi için çalışması taslak aşamasında kaldı. Yine fragmanları kalan Glauben und Liebe (İnanç ve Sevgi) şiir, felsefe ve bilimi dünyanın alegorik bir yorumunda birleştirir.

Onun için şairin ödevi imgelemin gücü yoluyla insan yaşamını bir masal dünyası gibi güzelleştirmekti. ‘Romantik’ sözcüğü Novalis için ‘şiirsel’ demekti. Şunları yazdı: ‘‘... sıradana gizemli bir görünüş, ... sonluya sonsuz bir anlam verdiğimde, onu romantikleştiririm’’ :: ‘‘... indem ich dem Gewöhnlichen ein geheimnisvolles Ansehen, ... dem Endlichen einen unendlichen Sinn gebe, so romantisire ich es.’’

Aydınlanmanın ilerleme ve özgürlük anlayışı özdeksel olana, yararlı olana kısıtlıdır: Pozitif bilimlerde elde edilen ilerleme doğa üzerinde üstünlüğe götürmüştür. Aydınlanmanın barbarca mantığı gereği, aynı özdeksel belirlenimcilik insan açısından da geçerli olmalı, özdeksel ilerleme tinsel/törel kurtuluşu da getirmelidir. Bunun için yapılması gereken tek şey insanı inancından yoksun bırakmak, kafasını yalnızca sözde ussal bilgi ile tıka basa doldurmaktır. İnsan da eninde sonunda arı özdek değil midir?

Aydınlanmanın mantığına göre insanın özdekten özerk bir tinselliği, dürtüsel yanından özgür bir duyuncu, altyapı denilen bir fetiş alanından özgür bir istenci yoktur. Ona göre insan usu özdeksel altyapının özdeksel bir izdüşümüdür, fiziksel bir ‘yansıma’ gibidir, onu kendi dışından belirleyen özdeksel güçlere altgüdümlüdür.

Bu bilinç tüm içeriğinin, tüm kavramlarının, tüm değerlerinin çevre, dışsallık, altyapı vb. dediği özdeksel dünya tarafından belirlendiğine inanır, ve bu dışsallığı kendisi belirlemeye karar verdiği zaman bile onu buna belirleyen şey özgür usu değil ama yine bu her nasılsa özerk, tılsımlı çevrenin kendisidir. Çevreyi bilinci özgür bir bilince belirleyecek olan bir çevreye dönüştürmenin yolu da o bilince yine çevrenin kendisi tarafından telkin edilir. Us özerk değildir. Ve özdeğin yasası özgürlük değil ama zorunluktur. Ona göre insan düşünce ve istenç yetisi ile, özgürce karar verebilmenin değer ve onuru ile donatılı değildir. Tersine, daha sonra Feuerbach’a yüklenen bir anlatımla, ‘‘insan yediğidir,’’ özdektir, çünkü yalnızca özdek vardır. Tinsellik yoktur. Özdekçilik bir monizmdir, bir dualizm değil.

Böyle belirlenimcilik zemininde, ancak üretimin bollaşması, ancak özdeksel gönenç paylaşma kavgasını yatıştırabilir. Çünkü insan özsüz, töresiz, duyunçsuz bir hayvandır. Ancak herkese gereksinimi kadar verilebildiği zaman kavga biter, ancak kör içgüdü doyurulabildiği zaman insanlar birbirlerini boğazlamaya son verirler. Nokta. Bu tarihsel özdekçiliğin özdekten, granit ve metalden, giderek barut ve plutonyumdan oluşan mantığıdır. Ama duyunçsuz, sevgisiz bir nesne olan, sözcüğün en gerçek anlamında özdeksel olan insanı hiçbir gönenç, hiçbir varsıllık, hiçbir sömürü düzeyi doyuramaz.

Tüm bunlar özdeksel ‘ilerleme’ mantığının ilkeleri ile tutarlı vargılarıdır. Orada herşey zorunludur. Çünkü özdek katı nedensellik yasalarına, ve pazar kendi demir yasalarına bağımlıdır. Orada herşey kendi içi değil ama kendi dışı tarafından, ya da daha tam olarak kendi altı tarafından belirlidir, ve özgürlük diye birşey yoktur. Çünkü özgürlük Nedenselliği değil ama Erekselliği ister. İtki ya da dürtüden değil ama İstençten doğar, aslında onun kendisidir. Özdekçilikte, isteyen etmen insanın kendisi değildir. Onun yerine, altyapı ister.

Ve altyapı ilerler, büyür. Ama güdüsünü hırstan, kazanç hırsından, anamalcı itki ve dürtü ve içgüdüden türetir. Bu yüzden büyümesi hırsın ve duyunçsuzluğun bir büyümesi, usun ve duyuncun bir küçülmesidir.

John William Waterhouse

‘Dünya romantikleştirilmelidir. O zaman bir kez daha onun kökensel anlamını keşfedeceğiz. Birşeyi romantik kılmak nitel bir gizilleştirmeden başka birşey değildir. Böyle bir işlemde, aşağı benlik yüksek benlikle özdeşleşmiş olur. Kendimiz nitel gizilliklerin bu dizisiyizdir. ... Sıradan olana yüksek bir anlam, alışıldık olana gizemli bir görünüş, sonlu olana sonsuz bir görünüş yüklediğim düzeye dek, romantikleşiyorumdur.‘‘

‘‘Hiçbirşey genellikle dünya ve yazgı dediğimiz şeyden daha romantik değildir.’’
(Novalis.)

‘‘Romantizm tam olarak ne konuların seçiminde ne de sağın gerçeklikte değil ama bir duygu kipinde bulunur.’’ ‘‘Benim için Romantizm Güzelin en yakın, en son anlatımıdır.’’ (Baudelaire.)

‘‘Zamansız, sınırsız, eksiksiz bir birlik tüm duygumuzun ve düşüncemizin altında yatar, varoluşun her biçiminin ve kendimizin her parçasının altında yatar. Bunu derin, iç bir ayrımsama yoluyla biliriz — bir ayrımsama ki hiçbir açıklamasını ya da tanıtını veremeyiz çünkü kendisi tüm bilginin, tanıtlama ve açıklamanın kaynağıdır. Kişisel gelişmemizin derecesi üzerine bağımlı olduğundan, bizdeki bu ayrımsama bulanık ya da duru olablilir. Gündelik konuşmada, içimizdeki bu sonsuzluğa Tanrı sözcüğü ile değiniriz. Usta ve Doğada bu en yüksek gerçeklik bize içsel ve dışsal belirişleri içinde görünür. Kendimizi bu gerçekliğin bir parçası olarak duyumsarız. Hem Doğanın hem de Usun yaratıkları olarak, hem Doğayı hem de Usu kapsayan ve böylece tanrısaldan pay alan bir varlık oluştururuz. Bu ansal yaşamımıza iki ayrı yön açar. Bir yandan Doğanın ve Usun çokluğunu ve sonsuzluğunu kökensel, tanrısal birliklerine indirgeyebiliriz. Ya da kendimizin iç yaratıcı birliğini dışsal bir çoklukta temsil etmeye çalışabiliriz. İkinciyi yaparken, yetenek uygularız, birinciyi yaparken içgörü gösteririz. Yetenek sanat üretir. Bilimde insan kendini Tanrının içinde olarak duyumsar, sanatta Tanrıyı kendi içinde duyumsar. ...

Doğanın engin görkemini algılayan insan kendi önemsizliğini duyumsadığı zaman, kendini Tanrıda duyumsayarak bu sonsuzluğa girdiği ve bireysel varoluşunu terkettiği zaman, o zaman bu boyuneğiş bir yitirişten çok kazanıştır. Başka türlü yalnızca anlığın gözlerinin gördüğü şey burada hemen hemen sözel olarak görülür olur: Evrenin sonsuzluğunda birlik.’’

(Carl Gustav Carus, Manzara Resmi Üzerine Dokuz Mektup’tan)

Aydınlanma acımasızdı, ve tüm acımasızlığı ile Batı uygarlığının tözüne katıldı. Adam Smith, Bentham ve Hume gibi Aydınlanmacılar us değil ama haz ve acı üzerine dayalı ahlak kuramları ile, ‘mutluluk kalkülüsleri’ ile laissez faire denilen duyunçsuzluk politikasını formüle ettiler. İnsanın yazgısını belirlemede Ekonomiye — hırs temelindeki yabanıl alış veriş ‘ilişki’sine — verilen aynı bağımsızlık, aynı birincillik Marxist altyapının-birincilliği kuramında da doğrulanır. Duyunç salt bir türevdir. Altyapıya, ya da, daha sağın anlatımıyla, haz ve acı ilkesine görelidir. Bu yalancı kuram bir ideoloji olarak işler, ve özgürlüğe ilerlemenin karşısına tam olarak o ilerlemenin üstesinden gelmesi gereken bir kölelik engeli çıkarır.

 


Protestan, Katolik ve Deist Etkileşimler
Protestan Duyunç. Protestan irrasyonalizmin hoşgörüsü altında gelişen irrasyonalist İngiliz Görgücülüğünde belli bir ‘idealizm,’ ama yalnızca imgenin, tasarımın idealizmini buluruz: Gerçeklik algılanabilen imgedir, ve bu imge öznelliğinden ötürü en çoğundan varlığı kuşkulu bir gerçekliktir. Aslında gerçeklik filan değildir. Bir olasılıktır. Pekin olarak hiçbirşeyi bilemeyiz. Mantığın yeri Ruhbilim tarafından, mantıksal bağıntının yeri tasarımların çağrışımı tarafından alınmıştır. Böyle bir bilinçte sanılarla, tahminlerle yetinmeli, saltık bilgiyi, nesnel gerçeklik ve pekinliği bir yana atmalıyız. Kılgısal alan söz konusu olduğunda, imgenin yeri yine duyusal öznellikte onunla aynı tözü paylaşan içgüdüler, dürtüler, itkiler vb. tarafından, haz ve acı duyumları tarafından alınır, ve üzerlerine bütün bir ahlaksal ve törel dünyanın ‘değer’ yapıları kurulur. Böyle ilksel kökenler üzerinde, Kılgı alanı da Kuram alanı ile eşit ölçüde kuşkulu, göreli, gerçekliksizdir. Orada da herşey geçerlidir, herşey başka herşey ile eşit değerdedir. Tek bir sözcükle, Değer ve ona bağlı törellik ve ahlak diye birşey yoktur. Topluluk tini buhar olup yitmiştir. Katolik Duyunç. Protestan İngilizin göreci, bireysel, yalıtılmış ve yalnız duyuncundan ayrı olarak, Katolik Fransızın duyuncu sürekli baskı altındadır, ve bağımsızlığından vazgeçmeye, rahiplerin özencine bağımlı bir tözsellikle bütünleşmeye, onların doğrularını doğru ve onların eğrilerini eğri saymaya alıştırılır. Katolik boyuneğmek için yetiştirilir. Arı tinselliği öğrenemez. Öğrendiği biricik tinsellik dünyasaldır, vaftiz suyunda ve ekmek ve şarapta tanıdığı özdeksel ‘tanrısallık’tır. Bu tinselliği Katolik Kilisenin kurumsal yapısından, duyusal ayinlerinden, ve rahiplğin baskılanmış kişiliğinden bir yetke olarak kapar. Katolik eğitim düşünceyi evrensele, duyuncu arılığa götürmez. Kişi dini yalnızca pozitif yanında öğrenir. Ondan saygı isteyen, ondan koşulsuzca inancını, yüreğini isteyen şey güç ve görkemiyle, bireysel tavırlarda sergilenen yozluğuyla, hırs, tutku ve lüksü ile baştan sona dünyasal bir kurumsallıktır. Böyle töresizliğe ve duyunçsuzluğa saldırmak için hiç kuşkusuz idealizme, felsefeye gerek yoktur. Bir mum ışığının Aydınlığı bu iş için yeterlidir. 18’inci yüzyıl Fransasında milyonlar salt doğal sezgileri ile, içlerinde koruyabildikleri son duyunç kırıntıları ile bu kurumsallığı yüreklerinde daha şimdiden yoketmişlerdi. Aydınlanma böyle bir karanlık inanca karşı doğan halksal tepkiye nüktesi ile, diluzluğu ile kof Fransız inceliğini kazandırdı. Aydınlanma Özdekçiliği. Ama tinsellik düşmanı Aydınlanma insanın yetenekli olduğu en kaba us biçimini, yüz kızartıcı bir düşünce ve duygu nefreti üretti. Özdekçiliğin Fransız entellektüelinin ideolojisi olması, 20’nci yüzyılda bile tarihsel özdekçiliğin Latin ülkelerde kitlesel bir duygudaşlık ve saygınlık kazanması raslantısal değildir. Katolik bilinç arı tinselliğe, evrenselin özgürlüğüne yeteneksizdir. Doğa Biliminde, özdekçi bilinç evrenselin denetimindeki hiçbirşeyi kavrayamaz. İdeaların, kavramların, düşüncenin arı evrenselinin ve onun arı mantıksal akışının, eytişimsel işleminin gerekli olduğu doğa bilgisinde, tasarımsal-duyusal yöntemi ile hiçbir zaman evrenin kuramsal usunu, doğa yasasını anlama ve doğrulama olanağı yoktur. Törellikte, böyle bilinç duyunç özgürlüğünü yadsıdığı için, tüm ayrıma karşı acımasız, yokedici bir saldırganlık tinine dönüşür. Sanatta, bastırılmış duyarlığı ile arı güzellik tininden nefret eder, çirkine sarılarak güzellik ideasına saldırır. Kavramadığını yoksayan özdek mantığı bütünsel bir olumsuzlama mantığıdır, ve varlığı tek bir tözselliğe, Être suprême ilkesine, duyusal Özdeğe indirgeyen bu düşüncesizlik bir yoketme fanatizminde doruklanır, Terör olarak despotik ilerleme mantığının doğal bir bileşeni olur.

TAHIL
Voltaire
DICTIONNAIRE PHILOSPHIQUE, 1764
Galyalıların Sezar’ın zamanından bu yana tahılları vardı: kişi onların ve Tötonların tahıl ekmeyi nereden bulduklarını merak eder. İnsanlar Tyrianların onu İspanya’ya, İspanyolların Galya’ya [Fransa] ve Galyalıların Almanya’ya getirdikleri yanıtını verirler. Ve Surlular tahılı nerde buldular? Büyük bir olasılıkla, kendileri ile karşılık olarak alfabelerini değiş tokuş ettikleri Yunanlıların arasında. Kim bunu Yunanlılara sunmuştur? Bu önceleri hiçbir kuşku olmaksızın Serez’di; ve kişi bir kez geriye Serez’e gider gitmez, kolay kolay daha öteye gidemez. Serez bize buğdayı, çavdarı, arpayı vb. vermek için gökten amaçlı olarak gelmiş olmalıdır. Ama tahılı Yunanlılara vermiş olan Serez’in güvenilirliği, ve onu Mısırlılara bağışlayan İshet ya da İsis’in güvenilirliği bugünlerde çok azaldığı için, tahılın kökeni konusunda belirsizlik içinde kalırız. Sanchoniathon’un ileri sürdüğüne göre Thaut’un torunlarından biri olan Dagon ya da Dragon Fenike’de tahılın denetimini elinde tutuyordu. Evet, onun Thaut’u bizim Jared’imiz ile aşağı yukarı aynı zamana düşer. Bundan şu çıkar ki tahıl çok eskidir, ve eskiliği otunki ile aynıdır. Belki de bu Dagon ekmek yapan ilk insandı, ama bu tanıtlanmış değildir. Tuhaf şey! şarabı Nuh’a borçlu olduğumuzu kesin olarak bilirken, ekmeği kime borçlu olduğumuzu bilmeyiz. Ve daha da tuhaf olan şey, Nuh’a minnettar olmaktan öylesine uzağız ki, Bakhüs’ün onuruna iki binden daha çok şarkımız varken, kurtarıcımız Nuh’un onuruna söyleyecek yalnızca tek bir şarkımız vardır. Bir Yahudi bana tahılın Mezopotamya’da kendiliğinden çıktığı konusunda inanca verdi, tıpkı Batıdaki elmalar, yaban armutları, kestaneler, muşmulalar gibi. Aykırısından emin oluncaya dek, ona inanmayı istiyorum; çünkü tahıl hiç kuşkusuz bir yerde büyümüş olmalıdır. İyi iklimlerde ve boydan boya Kuzeyde olağan ve vazgeçilmez besin olmuştur. Yeteneklerine saygı duyduğumuz ve dizgelerini izlemediğimiz kimi büyük felsefeciler (Buffon) ‘‘Köpeğin Doğal Tarihi’’nin 195’inci sayfasında insanlığın tahılı yaptığını, ‘lolium’ ve ‘gramina’nın [iki ot türü] ekilmesi yoluyla onları buğdaya değiştirdiklerini ileri sürmüşlerdir. Bu felsefeciler kabuklar konusunda bizim görüşümüzde olmadıklarından, bize tahıl konusunda onların görüşünde olmama iznini vereceklerdir. Birinin hiçbir zaman yaseminlerden laleler büyüttüğüne inanmayız. Bir tahılın tohumunun lolium tohumundan bütünüyle ayrı olduğunu buluruz, ve bir türsel başkalaşıma inanmayız. Biri onu bize gösterdiğinde, geri çekiliriz. Tahıl hiç kuşkusuz dünyanın büyük bölümünün besini değildir. Mısır, tapioca Amerikanın bütününü besler. Tüm köylülerinin çavdar ya da arpadan daha besleyici ve daha lezzetli olan ve askere verilen tayın ekmeğinden çok daha iyi olan kestane ekmeğinden başka birşey yemedikleri bütün illerimiz vardır. Güney Afrika’nın bütünü ekmeği bilmez. Engin Hint takımadaları, Siyam, Laos, Pegu, Cochin, Çin, ve bir parçası olan Tonkin, Japonya, Malabar kıyısı ve Cokomandel, Ganj kıyıları bir pirinç üretir ki, ekilmesi buğdayınkinden çok daha kolaydır ve onun gözardı edilmesine neden olur. Tahıl Buzul Denizi kıyılarındaki 1500 fersahlık bölge için kesinlikle bilinmeyen birşeydir. Alıştığımız bu besin aramızda öylesine değerlidir ki, onun bir kıtlığını görme korkusu bile boyuneğdirilmiş halklar arasında ayaklanmalara neden olur. Tahıl tecimi her yerde hükümetin büyük işlerinden biridir; varlığımızın bir parçasıdır, ve gene de bu özsel mal zaman zaman gülünç bir biçimde çarçur edilir. Pudra tecimcileri genç erkek ve kadınlarımızın başlarını kaplamak için en iyi unu kullanırlar. Ama yeryüzünün dörtte üçünde ekmek hiç yenmez. İnsanlar Etyopyalıların ekmekle yaşayan Mısırlılar ile alay ettiklerini ileri sürerler. Ama bizim başlıca besinimiz olduğu için, tahıl tecim ve politikanın büyük işlerinden biri olmuştur. Bu konu üzerine öyle çok yazılmıştır ki, eğer bir çiftçi elimizde bu mal üzerine bulunan kitaplar kadar tahıl ekecek olsaydı, bol bir hasat umabilir ve yaldızlı ve vernikli salonlarında onun çok aşırı emeğini ve sefilliğini gözardı edenlerden daha varsıl olabilirdi. THE Gauls had corn in Caesar's time: one is curious to know where they and the Teutons found it to sow. People answer you that the Tyrians had brought it in to Spain, the Spaniards into Gaul, the Gauls into Germany. And where did the Tyrians get this corn? Among the Greeks probably, from whom they received it in exchange for their alphabet. Who had made this present to the Greeks? It was formerly Ceres without a doubt; and when one has gone back to Ceres one can hardly go farther. Ceres must have come down on purpose from the sky to give us wheat, rye, barley, etc. But as the credit of Ceres who gave the corn to the Greeks, and that of Isheth or Isis who bestowed it on the Egyptians, is very much fallen in these days, we remain in uncertainty as to the origin of corn. Sanchoniathon affirms that Dagon or Dagan, one of the grandsons of Thaut, had the control of corn in Phoenicia. Well, his Thaut is of about the same time as our Jared. From this it results that corn is very old, and that it is of the same antiquity as grass. Perhaps this Dagon was the first man to make bread, but that is not demonstrated. Strange thing! we know positively that it is to Noah that we are under an obligation for wine, and we do not know to whom we owe bread. And, still more strange thing, we are so ungrateful to Noah, that we have more than two thousand songs in honour of Bacchus, and we chant barely one in honour of Noah our benefactor. A Jew has assured me that corn came by itself in Mesopotamia, like the apples, wild pears, chestnuts, medlars in the West. I want to believe it until I am sure of the contrary; for corn must certainly grow somewhere. It has become the ordinary and indispensable food in the good climates, and throughout the North. Some great philosophers whose talents we esteem and whose systems we do not follow (Buffon) have claimed on page 195 of the "Natural History of the Dog," that mankind has made corn; that our fathers by virtue of sowing lolium and gramina changed them into wheat. As these philosophers are not of our opinion about shells, they will permit us not to be of theirs about corn. We do not believe that one has ever made tulips grow from jasmin. We find that the germ of corn is quite different from that of lolium, and we do not believe in any transmutation. When somebody shows it to us we will retract. Corn assuredly is not the food of the greater part of the world. Maize, tapioca, feed the whole of America. We have entire provinces where the peasants eat nothing but chestnut bread, more nourishing and of better flavour than that of rye and barley which so many people eat, and which is much better than the ration bread which is given to the soldier. The whole of southern Africa does not know of bread. The immense archipelago of the Indies, Siam, Laos, Pegu, Cochin China, Tonkin, a part of China, Japan, the coast of Malabar and Coromandel, the banks of the Ganges furnish a rice, the cultivation of which is much easier than that of wheat, and which causes it to be neglected. Corn is absolutely unknown for the space of fifteen hundred leagues on the coasts of the Glacial Sea. This food, to which we are accustomed, is among us so precious that the fear of seeing a dearth of it alone causes riots among the most subjugated peoples. The corn trade is everywhere one of the great objects of government; it is a part of our being, and yet this essential commodity is sometimes squandered ridiculously. The powder merchants use the best flour for covering the heads of our young men and women. But over three-quarters of the earth bread is not eaten at all. People maintain that the Ethiopians mocked at the Egyptians who lived on bread. But since it is our chief food, corn has become one of the great objects of trade and politics. So much has been written on this subject, that if a husbandman sowed as much corn as the weight of the volumes we have about this commodity, he might hope for the amplest harvest, and become richer than those who in their gilded and lacquered drawing-rooms ignore his exceeding labour and wretchedness.
Literatti kendi sefilliğini çiftçi ile paylaşarak doyum bulur, değerini bu aydın-karanlık, eğitimli-eğitimsiz karşıtlığında ölçmeyi ister. Bunların arasına Voltaire’in katkısı da eklenmelidir. Bu bir ‘felsefe’ metnidir, ve ‘felsefe sözlüğü’ yazanlara ne yaptıklarını gösterme konusunda örnek olmalıdır. Ve bundan yine Aydınlanmanın popülerliğinin nedenlerini çıkarmak güç olmamalıdır. Bu aynı zamanda Batı için geçerli olan halksal ‘bilgelik’ türünün de iyi bir örneğidir. Fransız soylularının, eğitimli sınıflarının, burjuvalarının, din ve devleti deviren Aydınlanmacıların — tümünün okudukları, beğendikleri ya da tersine sakıncalı, tehlikeli, devrimci buldukları metinlerden biridir, ve iki kez Paris’ten sürülen ve iki kez Bastille zindanlarına atılan yazarının adı Aydınlanma devimine öncülük edenler arasında birinci sırada anılır. Bu bir haksızlık değildir.

Bir Karabasan:
İngiliz Duyarsızlığı
Romantizm dünyaya anlam kazandırma isteğidir — ve romantik anlam hiç kuşkusuz duygunun kendisidir. Romantizm iç dünyanın tüm değerinin dışarıya yansıtılması, varoluşun duygu gerecinden yeniden yaratılmasıdır. Romantizmin değeri olduğu gibi değersizliği de burada yatar: Usun kendisinden uzaklaştığı düzeye dek, bu öznellik herşey olabilir. Bu nedenle önemli olan nokta kimin romantikleştiğidir.

(İngiliz ‘Romantizmi.’ Romantizmin tükettiği şey duygudur, ve doğal olarak Aydınlanmanın soğuk pozitivist usu ile karşıtlık içindedir. Böyle Romantizm modernizm ile karşıtlık içinde ve modernizmin kuşatması altında ortaya çıkar. Boş ekonomik değerlerin reddedilmesi olarak, tecime uyarlanan ruhsuz bir uygarlık biçiminin yadsınışı olarak, Romantizm her yeğin duygusal içeriğe sarılır — ulusalcılığa olduğu gibi Hıristiyanlığa da döner, halksal değerlere olduğu gibi evrensel değerlere de. Ama korkunun, giderek dehşet ve yılgının beslediği bir duygu olarak belirdiğinde, çirkinlik, yabanıllık, acımasızlık, vb. gibi yeğin temalar kendisi bir çöküntü ve yıkıntıya indirgenmiş imgelemi yakalar. İngiliz Romantizmi olarak adlandırılan grilik düşüncede olduğu gibi duyguda da tecim dünyasının anlamsızlığına yenik düşmüş Anglo-Saxon tinin sık sık karanlığa dönen yapıtlarına anlatım verir. Onda Romantizm kendini yadsımaya ve bozmaya, gerçekte duygunun yitişini anlatmaya başlar. Orada hiçbir zaman gerçek değeri, saltık değeri bulamayan modernist ruhsuzluğun başlangıç noktalarını bulabiliz. Modernizm daha sonra nihilizm, dadaizm, kübizm, pozitivizm, postmodernizm gibi anlatım biçimlerini geliştirerek bu duyarsızlığa hiç olmazsa kendini grotesk biçimlerde anlatması için gereksindiği yollları açtı. Buna karşı, imgelemi kirleten İngiliz ‘Romantizmi’ söz gelimi nihilizmin kendini baştan sona değer yüklü olarak sergileme girişimi gibi birşeydir, ya da varoluşçuluğun yaşamın baştan sona anlamlı olduğunu, Picasso’nun yapıtlarının güzelin anlatımı olduklarını ileri sürme pozu gibi birşeydir. Ve orada neyin değer olduğunu, orada neyin anlamlı olduğunu tasarlamaya çalışmak bu sözde Romantizmi anlamanın en acımasız ama en kısa yoludur. Karabasan henüz bitmedi.)

Gotik ‘Sanat’ (Gotik Sanat denilen sapınç ile karşılaşmanın biricik güzel yanı kübist Picasso’yu bile sevimli göstermesidir. Bu ‘sanat’ cehennem konusunda hiçbir kavramları olmayan insanlara böyle bir yerin en diri, en etkili, en anlaşılır izlenimini sunar. Mary Shelley, Ann Radcliffe, Matthew Lewis, William Blake, Lord Byron vb. tümü de usdışının, acının, çirkinin, giderek dehşetin ve terörün duygusunu yaşamayı başaran sanatçılardır. Bu modern popüler sanat bugün başta tv ve sinema olmak üzere geniş bir sadistik eğlence işleyimi tarafından pazarlanan aynı temayı gereç olarak alır. Gotik Sanat İngiltere’de modern varoluşun temellerine işleyen korku ve endişe duygusuna tanıklık eder. Hastalıklı, zayıf ve sağlıksız olanın ‘sanatını’ bu nitelikleri kendileri taşıyan, duyguyu ancak acı, ölüm, korku, dehşet, tekinsiz, tehlike, terör vb. gibi kategorilerde yaşayabilen ve onları Frankestein gibi, vampirler ve hayaletler vb. gibi delilik imgelerinde anlatabilen ruhlar Romantik doğa sevgisine anlatım vermezler. Tam tersine, güzelliğin kendisini bir korku nesnesine bozarlar, ona kendi ruhlarından doğan dehşet ve terör kavramlarını yansıtır ve onda kendi iç sefilliklerini algılarlar. Gotik yazarın kendisine (Sade) göre, devrimci çağ genel nüfusun duyularını öyle bir düzeye dek köreltmişti ki, okurlarda tanıdık bir tele vurabilmek için yazarlar ’’cehennemin kendisinin yardımını istemek’’ zorunda kaldılar. On sekizinci yüzyılın derin toplumsal kaygı ve endişeleri, Fransa’da olduğu gibi İngiltere’de de tiranlığı devirdikten sonra tiranlığı kendileri üstlenen devrimci çetelerin kaçınılmaz kanlı taşkınlıkları, yalnızlık, kuşku, türesizlik, acımasızlık — tüm bunlar uygar Romalıların bile yüzlerce yıl boyunca uygarlaştırmayı başaramadıkları İngiliz tininde duyguyu kaçınılmaz olarak mazoşistik ve sadistik belirişlere götürdü. Karabasan sonu.)

1. Tarih Kavramı
2. Us Çağı
3. Aydınlanma ve Romantizm
4. Uygarlık (Hazırlanıyor)

İDEA YAYINEVİ
OLGULAR VE KAVRAMLAR
(C) AZİZ YARDIMLI
Aydınlanma
İdea Yayınevi / 2014