İdea Yayınevi / Uluğ Bey
site haritası  
 
 
 
 


  • Özbek heykeltraş Ravshan Mirtadzhiev tarafından yapılan bronz heykel Taşkent’in 2004 yılında Latvia başkenti Riga’ya armağanıdır.

Uluğ Bey
AZİZ YARDIMLI


Uluğ Bey bugün yabancısı olduğumuz eski bir kültüre aittir. Ama onunki bugünkü kültürümüzün kendisini antika, giderek köhnemiş, belki de bayağı gösterecek denli yüksek ve değerli bir kültürdü — despotik Asya'nın ortasında Klasik tinin anlaşılması olanaksız bir çiçeklenmesi, bir kulluk okyanusu ortasında bir özgürlük tini.

Uluğ Bey’i bizden ayıran altı yüzyıl sanki onu değil ama bizleri eskitmiş gibidir, ve sanki onun soylu, bilgili, erdemli dünyası yerini bilimsizliğe, erdemsizliğe, güzelliksizliğe teslim etmiştir. Uluğ Bey’i biliminde olduğu gibi çalışma ilişkilerinde de modern görmeliyiz. Bugünün arabesk akademik kültürü, kulluk karakterinden ötürü henüz salt öykünmeden ve gösterişten ileri gidemeyen bu prosaik kültür karşısında onu böyle önemsizliklerin terimlerinde ölçmeyi düşünmek en uygunsuz şey olacaktır. Uluğ Bey’i modern dünyaya bağlayan ve büyük ilgiye değer kılan şey Timur’un torunu olması, etnik kökeni vb. değil, ama çalışması gibi kişiliğinin de hiçbir zaman değerini yitirmeyeceğine inandığı evrensel, ussal öğelerde kurulmuş olmasıdır. Bu ülkenin yerel, değersiz, boş kültürünün gözünden kaçmayı sürdürüyor olsa da, Uluğ Bey evrensel insanlığın onurudur. Ve Doğunun onu yok etmiş ve altı yüzyıl boyunca yok saymış olmasına karşın, Batı tarafından bulunur bulunmaz hak ettiği gibi kucaklanmıştır. Ona başardığı pekçok büyük şeyin yanında insanın büyüklüğünü, insanın görkemini gösterdiği için de minnettar olmalıyız.

Eğer Uluğ Bey dünyanın güneş çevresinde döndüğünü tanıtlamış olsaydı, bu hiç kuşkusuz muhteşem olurdu. Ama böyle birşeyi başarmış olması olasılığı bir yana, onu ileri sürmüş olması bile olanaksızdır, çünkü onun gözlemevinin ve aygıtlarının sığaları ile böyle bir olguyu saptayabilmek açıkça olanaksızdı. Eğer böyle birşeyi ileri sürmüş olsaydı, bu çalışmasının bilimsel değerini arttırmaz ama azaltırdı.


ULUGH BEG'S CATALOGUE OF STARS (PDF)

 


  • Orta Asya doğası.

Uluğ Bey 22 Mart 1394’te Sultaniye kentinde (İran) doğdu ve 27 Ekim 1449’da Semerkant’ta öldü.

Asıl adının Mehmet Tarağay olmasına karşın, bir süre sonra Uluğ Bey adı kullanılmaya başlamış ve asıl adı unutulmuştur. Timur’un (1336-1405) torunu, ve Şahrun’un (ya da Şah Ruh) en büyük oğlu idi. Babası Maveraünnehir (Transaxonia; şimdi Özbekistan; Amu Derya ve Syr Derya arasında) bölgesindeki Barlas kabilesindendi. Annesi Gevher Şad bir Pers soylusu idi. Uluğ Bey ve annesi ve babası Semerkant, Buhara ve Herat'ı bilim ve kültürün başlıca özekleri yaptılar.

Timur’un imparatorluk başkenti olan Semerkant’taki sarayında yetiştirilmiş ve yüksek bir eğitim almış olmasına karşın, Uluğ Bey kentte kalmaktan çok dedesi ile birlikte onun fethettiği Orta Doğunun ve Hindistan’ın geniş bölgelerini gezdi. Timur askeri seferlerine ara verdiği zamanlar ordusu ile birlikte bir bölgeden bir başkasına geçer ve Uluğ Bey de aralarında olmak üzere bütün bir saray onunla birlikte yolculuk ederdi. Çin’in fethi için hazırlıklar sürerken, Timur torunlarından bir bölümünün düğünlerini kutladı. O sıralar 10 yaşında olan Uluğ Bey’in henüz fethedilmemiş olan Moğolistan’ın önemli bir bölümü üzerinde egemen olması kararlaştırıldı (Tin Shan Dağları ve KB Xinjian). 1403-4’te Timur’u sarayında ziyaret eden İspanyol elçisi Clavijo tarafından görülen prenslerden birinin Uluğ Bey olması olasıdır.

 
 


  • Uluğ Bey: "Din bir sis gibi dağılır, krallıklar yok olur, ama bilginlerin çalışmaları sonsuza dek kalır."

Timur’un 1405’deki ölümünden sonra İmparatorluk Uluğ Bey’in babası olan en küçük oğlu Şahrun’a (1377-1447) kaldı. Öteki kardeşlerden ikisi Timur’un kendisinin ölümünden önce ve üçüncüsü ondan kısa bir süre sonra ölmüştü. Şahrun ve karısı Gevher Şad 1407’de aralarında İran ve Türkistan da olmak üzere İmparatorluk topraklarının çoğunda denetimi ele geçirdiler. 1409’da Horasan’da Herat (bugün batı Afganistan’da) başkent yapıldı. Erkek ve kız öğrencileri kabul eden Medreseler açarak kenti bir kültür özeğine dönüştürdüler. Bir kütüphane kurdular ve sanatların koruyuculuğunu üstlendiler.

Timur’un ölümünden ve babasının başkenti Herat’a (Afganistan) taşımasından sonra 1409’da on altı yaşındaki Uluğ Bey Semerkant’a vali atandı. 1411’de bütün Maveraünnehir’in egemeni oldu.

Uluğ Bey biri Semerkant’ta, öteki Buhara’da olmak üzere iki Medrese kurdu. Uluğ Bey'in Maveraünnehir ve Türkistan üzerindeki yönetimi yalnızca yaşamının son iki yılı boyunca sürdü. Oğlu Abdüllatif’in kiraladığı bir suikastçi tarafından öldürüldü.

 
 
         


  • Buhara, Özbekistan


  • Buhara, Özbekistan
    Soldan Sağa: 16'ncı Yüzyıl Mir-i Arab Medresesi; 12'nci Yüzyıl Kalon Minaresi; ve 16'ncı Yüzyıl Kalon Camii


  • Buhara'da, Özbekistan, Mir-i Arab Medresesi. Medrese'nin 16'ncı yüzyıldaki yapımı Yemenli Şeyh Abdullah Yamani'ye yüklenir.


  • Buhara Kalesi; Özbekistan’ın en eski kentlerinden biri olan Buhara baharda ateşe tapan Zerdüştlerin adaklar sunmak için kullandıkları kutsal bir tepe üzerinde, Büyük İskender’den 980 yıl önce, İÖ 13’üncü yüzyılda Siyavuşhidler tarafından kuruldu.


  • Buhara Kalesi; Kent İpek Yolu üzerindeki önemli özeklerden biridir. Kentten ‘Avesto’ adı verilen ve tektanrıcılık ile ilişkilendirilen bir kutsal kitapta söz edilir.
 


  • Riga'daki Bronz Heykel. Taşkent'in Riga'ya (Latvia) armağanı olan Uluğ Bey anıtı 8 Nisan 2004'te Kronvalda Parkına dikildi.
    Yazıt: MIRZO ULUGBEK 1394-1449
    İmza: Mirtadjiev Ravshan | Tashkent - 2004

GÖKBİLİMCİ KRAL


Uluğ Bey nitelikli bir devlet adamı ve sultan, ve aynı zamanda Evrenin gizlerini anlamak için düşünen ve çalışan ve başaran bir bilim adamıydı. Öylesine açık ve özgür bir düşünce yapısı vardı ki, onu bugünün henüz çocuksu, henüz despotik kültürünün terimlerinde anlamak olanaksızdır. Gerçekte, Uluğ Bey’in bilimsel etkinliği ve üretkenliği karşısında bütün bir Cumhuriyet döneminin pozitif bilim girişimi neredeyse bir tür Karanlık Çağ gibi görünür, üstelik ortaçağ Avrupasının tersine bilimsel etkinliği engelleyecek hiçbir gerici gücün etkili olmamasına, aslında büyük bir kurucu tarafından yaşamda en gerçek öğretmenin pozitif bilim olduğunun anımsatılmış olmasına karşın. Bu geriliğin, bilime bu ilgisizliğin önderleri ironik olarak kendilerini aydın olarak gören sıradan kafalardır. Bugünün kültürünün Uluğ Bey’e yabancılığını ölçmek istiyorsak onun kendi zamanının ona yabancılığına bakmamız gerekecektir.

Uluğ Bey Dünya-Tininin tarihine ait iken — çünkü onu bugün bile algılamayan kısır kültürümüz ile karşıtlık içinde Batı kültürü onu daha yüzyıllar öncesinden onurlandırmıştır —, bugünkü kültürümüz ise kulluk karakteri ile uygarlıkta ve tarihte sevimsiz ve önemsiz bir görüngüdür. Uluğ Bey bütün bir insanlığın onurunu ve değerini ve erdemini yükselten bireyler arasında durur. Güncel bilimcilik ise bugün bile ne modern ne de özgürdür.

Uluğ Bey biliminde, erdeminde, özgürlüğünde despotik Doğu kültürüne ait değildi. Bunu herşeyden önce ona yaptıklarıyla o kültürün kendisi kanıtladı. Uluğ Bey öylesine etkili bir yolda yok edildi ki, sanki yabancı bir dokuymuş gibi Doğunun belleğinden, kütüphanelerinden, ve en sonunda tarihinden silinip atıldı.

Zamanının en büyük Gözlemevini yaptırmasının, 1420-1437 yılları arasında yöntemli ve çok sağın gözlemler sürdürmesinin yanısıra, başta trigonometri ve küre geometrisi olmak üzere matematikte de insan usunu onurlandıran buluşlar üretti. Uluğ Bey’in neyi başardığını anlamak için onun yüzyılların, aslında binyılların bilim ve düşünce emeğindeki yerini anlamak zorundayız.

 
 


  • Özbek Folkloru ve Moda Gösterisi

GÖÇEBE KÜLTÜR VE İMPARATORLUK


Uluğ Bey’de içinde yaşadığı çağa ve onu şekillendirmiş olması gereken çevreye ve kültüre hiç uymayan şaşırtıcı ve hayranlık verici bir yolda, erdemli karakterin ve modern bilim insanının tüm nitelikleri birlikte bulunur. Bu olağandışı olgunun açıklaması için Orta Asya'nın kültürel koşullarının dışına çıkmamız gerekir.

Orta Asya, Çin ve Hindistan'ın tersine, dünya tarihinden yalıtılmış kapalı bir kültür alanı değildi. İskender Marakanda'yı İÖ 329'da almış ve kent kısa bir süre sonra savaşın yıkımlarını arkada bırakarak Helenik etki altında hızla kültürel gelişme ve kalkınmanın yoluna girmişti. Ama Orta Asya'nın en eski ve en ileri kültür özeklerinden biri olan kent özellikle sanatçıların ve bilimcilerin koruyuculuğunu yapan Timur'un hükümranlığı sırasında parladı. Göçebe halklar, yerleşik kültürlerin tersine, emekten, eğitimden, düzenli bir törel yaşam için gereken kurumlardan yoksun olarak, yalıtılmışlıkları içinde geriliğe yazgılanmış görünürler. Paradoksal olarak, göçebe anarşisinin önünde despotik bir önder yaratma olanağı yatar. Onun kişiliğinde bir dünya egemenliği düşüncesi doğar çünkü göçebe gücün dışarıya doğru yapabileceği biricik eylem yağma eylemidir ve imparatorluğun eyleminin hedefi dünyanın bütününden daha azı değildir. Üretmemelerine ve yaratmamalarına ama yalnızca yağmalamalarına karşın, kültürel gerilikleri onları kültürel yağmalama eylemlerine de iter. Cengiz Han dünya tarihinin en büyük imparatorluğunu kurdu. Timur'un seferleri de benzer olarak büyük bir imparatorluğun yaratılmasında sonuçlandı. Uluğ Bey ve Babür Şah gibi egemenleri yaratan bir hanedan ile Timur Asya tarihi üzerinde en etkili önder oldu. Göçebe kültürlerin askeri güçlere örgütlenerek bütün bir dünyanın fethine yönelmeleri onlara kendilerinden daha ileri gelişim düzeylerinde olan kültürlerin entellektüel, sanatsal, bilimsel ve politik birikimlerinden yararlanma olanağını da verir. Uluğ Bey'in bilimsel çalışması iki bin yıllık bir çabanın ürünü olan bilimsel birikim üzerine dayanır.

Bir tarihçe yazarına göre, kişiliğinde "Platon'un bilimini Fereydun'un (mitolojik Pers kralı) görkemi ile birleştiren" Uluğ Bey hükümranlığının daha ilk yıllarında politikayı terk etti ve tüm zamanını matematiğe ve gökbilime verdi. Her ikisi de yüksek kültürlü olan bir anne ve baba tarafından yetiştirilen bir deha olarak Uluğ Bey boşinanca yabancıdır; türeli bir devlet yönetimini ve insanlığın kültürel yükselmesini güç istencine yeğler; kadın ve erkek eşitliğini en özsel yanında, entellektüel yanında doğrular; ve, hepsinin üzerinde, çalışması evrenin özsel olarak ussal bir kozmoz, tanrısal bir düzen olduğunu tanıtlamayı hedefler.

Uluğ Bey'in ve onunla birlikte çalışan dostlarının yarattığı gözalıcı bilim ve sanat tini hiç kuşkusuz yalnızca bir başlangıç olmalı ve bölge bilimde ve sanatlarda insanlığa çok daha ileri ve yüksek yapıtlar ve yaratılar kazandırmalıydı. Bu gelişimi durdurmanın olanaksız olması gerekirdi. Uluğ Bey'in ölümünün hemen arkasından bölgede ilerleme yerini gerilemeye bıraktı. Yüzyılların geçişi ile, bütün bir İslamik dünya ile birlikte bugün de kurtulamadığı bir yoksullaşma, kültürsüzleşme, erdemsizleşme, çirkinleşme sürecine girdi. Yaşam salt karın tokluğu uğruna varolma düzeyine indirgenir ve insan kavramının kendisine karşı bir saygısızlığa dönerken, eğitimsiz halkların dili şiddetin dili oldu.

 
 


  • Dünyanın ikinci büyük dağ gölü olan Isık Gölünün güneyi, Kırgızistan.


  • Buhara, Bolo Hauz Camiinde süslemeler.

ULUĞ BEY VE GALİLEO


Bugün Uluğ Bey üzerine bütün bir İslamik dünya bir yabancı karşısındaymış gibi suskundur. Bunun nedeni onu önemsememek değil, ama onun önemini kavrayacak önemden, onun erdemini ve bilgisini anlayacak erdem ve bilgiden yoksun olmaktır. Despotik kültürün dilinde "erdem" ve "bilgi" kavramları yalnızca boş sözcüklerdir. Despotik bilinçte Logos Sözden daha öteye geçmez.

Doğunun Gökbilim ya da Fizik ders kitapları öğrencilere Uluğ Bey'in sözünü bile etmez, sayısız kuşak varlığından habersizdir. Ve gene de giderek Alexander Koyré’nin (Astronomical Revolution) belirttiği gibi ancak 63 kadar gözlem yapan ve bir gökbilimciden çok bir hümanist olan Copernicus ile karşılaştırılmayacak denli bilgili ve üretken bir bilim adamıydı. Avrupa’da Kepler’de bile görünen ve giderek Newton’da bir çılgınlık düzeyine ulaşan boşinançlardan bütünüyle özgürdü. Eksiksiz bir kentlilik kültürü vardı, estetik inceliği hayranlık vericiydi, ve Kadının ve Erkeğin özsel Eşitliğine inandığını yaptırdığı Medresenin girişinde bulunan bir yazıtta duyurdu.

Uluğ Bey’in kültürü zaman-üstü idi. "Din bir sis gibi dağılır, krallıklar yok olur, ama bilginlerin çalışmaları sonsuza dek kalır" diyordu. Gerçekliğe tapan her ussalcı gibi, yeryüzünde ve gökyüzünde Usun egemen olduğunun güçlü bir sezgisini taşıyordu. Bir pragmatist, yalnızca seyreden ve düşünmeyen bir görgücü değildi. Çalışmasının amacı matematiğinin, gözlemevinin ve dostlarının yardımıyla Gökyüzündeki ussal düzeni, tanrısal kozmozu tanıtlamak ve doğrulamaktı. Bu ussal bakış açısına ancak ussal bir Evren yanıt verebilirdi. Ve ussallığı yasallığı olan Evrene o aynı ussallık yoluyla yaklaşan her araştırmacının her zaman beklediği yanıtı aldı. Uluğ Bey ve çevresinde toplanan bilim adamları güneş dizgesinin bütün gizlerini ortaya serecek buluşları yapmanın eşiğine geldiler. Ama böyle büyük bir bilgi, böylesine gözüpek bir ussallık bütün bir tutucu despotik kültür için sonun başlangıcından daha küçük bir gözdağı değildi. Doğunun belirlenimi özgürlük ve bilgi değil ama boyuneğme ve bilgisizlik idi. Tutuculuk değişimi yenme, yenileşmeye direnme tinidir. Uluğ Bey ve matematikçi dostları hiç kuşkusuz Doğunun bugün bile kırılamayan granit despotizmini yenemeyeceklerdi. Ama tarihten bütünüyle silinmeleri olgusu yarattıkları gözdağının büyüklüğünün bir ölçüsünü verir.

Uluğ Bey'in durdurulan çalışmalarını aynı bilim savaşımını Avrupa’da üstlenen yeni ve özgür kafalar, yürekli ussalcılar sürdürdü. Doğu istenç özgürlüğünü hiçbir zaman tanımamışken ve bugün de tanımazken, Batı Uluğ Bey'in etkinliği ile tam olarak aynı dönemde onu öğrenmenin yoluna girmiş, kendi despotizmine karşı savaşmaya başlamıştı. Reformasyon duyunç özgürlüğünün bir başka adıdır ve Reformasyonun mu duyunç özgürlüğünü yoksa duyunç özgürlüğünün mü Reformasyonu yarattığı soruları birdir. Sünni İslam hiç kuşkusuz hiçbir sonlu insana sonsuzun yetkesini vermez, kutsal imamlık, kutsal dedelik, kutsal rahiplik, kutsal papalık gibi din kavramının kendisine aykırı usdışı kurguları tanımaz. Giderek Halifenin kendisi de doğa-üstü değil ama doğal bir insandır. Bu tinde insanın insana kulluğuna ve ona bağlı politik ve toplumsal yapılara yer yoktur. Bu düzeye dek İslam kavramının insan eşitliği açısından demokrasi ile bağdaşmaması olanaksızdır. Problem böyle eksiksiz demokrasinin eksiksiz bir kulluk demokrasisi olmasıdır. Demokrasi özgür istenci gerektirir.

Tanrıya kulluk tasarımı insanı özünde tanrısal olarak kabul eden gerçek din kavramına aykırıdır ve bilinçleri yakaladığı zaman insanı entellektüel, etik ve estetik olarak değersizleştirir. Bireyi ve bireyselliği yok eder. İstençsizleşen, eylemsizleşen, böylece özgür bireysellik tininin ilerlemesi karşısında göreli olarak gerileyen bir kültür alanı yaratır. İslamik tin aynı kulluk anlayışı zemininde Klasik dönemin güzel sanatının değerini de özgürce kabul edemez ve insan biçiminin saltık güzelliğini indirger.

Uluğ Bey'in unutulmasının ne anlama geldiğini görebilmek için Batıda örneğin Galileo'nun unutulması gibi bir olayı tasarlamak yeterli olmalıdır. Katolik Kilise böyle birşeyi edimsel olarak istedi, Giordano Bruno'dan ve başkalarından sonra onu da yok etmek için elinden geleni yaptı. Ama Batıda boşinanç yenik düşerken Doğuda inanç yenik düştü. Batıda kurumsal din yerini din kavramına uygun dine bırakırken, Doğuda inanç boşinanç karşısında gerilemeye başladı. Ve eğitimsizlik ile birleşen boşinanç olanaklı en geri tini yarattı. Batı ve Doğu arasındaki ayrım bu iki olgunun, Uluğ Bey ve Galileo'nun yazgılarının arasındaki ayrım kadar büyüktür.

 
 


  • Nodira (1792-1842, Özbekçe asıl adı Mohlar oyim) bir Özbek şairi idi. En büyük Özbek şairlerinden biri olarak bilinir. Pekçoğu saklanan divanları 10.000'in üzerinde dize kapsar. Nodira 1842'de Bukhara egemeni Nasrullohon tarafından idam edildi. (Ayrıntı.)


  • "Üç Güzel" (Musée d`orsay)
    James Pradier (Jean-Jacques Pradier, 1790-1852) İsviçre doğumlu bir Fransız neoklasik heykeltraş idi.


  • Berthel Thorvaldsen (1770-1844), "Mevsimler, Yaz" ("İnsanın ve Mevsimlerin Çağları"ndan).


  • Erichthonius'un Atina'da Erichthonius'taki doğumunu temsil eden kabartma (İÖ 420 sıralarında Atina'nın Agorasında Alkamenes tarafından yapıldı; Roma eşlemi, Louvre). Topraktan çıkan Gaia tanrıça Athena'ya Atinanın gelecekteki krallarından biri olan Erichthnoius'u veriyor. Doğumu Hephaestus'un Athena için duyduğu isteğe yüklenir. Sağdaki beti Afrodit iken, solda oturan ise Hephaestus olabilir.

BİLGİ VE KADIN VE ERKEK


Uluğ Bey’in 1417’de Buhara’da yaptırdığı Medresedeki yazıt bugün de okunabilmektedir: ‘‘Bilgi kazanmak her Müslüman erkek ve kadının ödevidir.’’ Ve ödev o denli de haktır. Burada söz konusu edilen yalnızca tanrıbilimin öğrenilmesi değildi. Buhara dönemin tutucu şeyhlerinin ve tanrıbilimcilerinin güçlü oldukları bir kentti. Gerçekte bütün bir bölge boyunca kadınlar erkeklerin gözünde yalnızca erkekler ile ilişkileri ve çocuk doğurma nedeniyle değer taşıyordu. Gene de, hemen Güneydeki Hindistan'ın Sati geleneği ile karşıtlık içinde, Orta Asya'da yaygın olan görüş doğurabilecek bir kadının erkeksiz olmaması gerektiği idi ve bu nedenle dulların yeniden evlenmesi sık görülen bir uygulama idi.


1404'te Kastil kralının elçisi Clavijo ve ayrıca Ibn Arabşah tarafından verilen ziyafetlere ilişkin yazılarda bunlara katılan kraliçelerin ve prenseslerin örtülü olmadıkları belirtilir. Ayrıca kadınların kendileri de ziyefetler veriyorlardı.

Eğitim insan güzelliğinde eğitimi, estetik eğitimi de kapsar. Kul moral olarak kaba olduğu gibi estetik olarak da eğitimsizdir çünkü özgür degildir. Özgürlük gelişimdir. Eşeysel içgüdüsü eğitimsiz ve denetimsiz kültürde törel karakter olmadığına göre içgüdüden özgür olmanın biricik yolu dışsal olarak kapanmak, ama içsel olarak apaçık kalmaktır. Orada insan kendini kendi içindeki ve dışındaki tanrısal güzelligi duyumsamaya eğitmek yerine, kaba ve çirkin kalır. Ahlak dediği şey gerçekte ahlaksızlıktır çünkü kendini denetlemeyi başaramaz, duyunç gelişmemiş ve istenç evrensel olarak güçsüzdür; din dediği şey gerçekte din kavramına aykırıdır çünkü güzelliğin tanrısallığını yadsır.


Uluğ Bey pekçok bakımdan kendi zamanının çocuğu idi. Savaşta zaman zaman acımasız olabiliyordu, beş karısı ve sayısız cariyesi vardı. O tarihsel kültürün terimlerini modern terimler ile karşılaştırman ötesine geçmek haksız olacaktır. Uluğ Bey bilimi tanrıbilimin ve başka sanatların üzerinde saydı ve sonuçlarının tüm zamanlar ve tüm uluslar için geçerli olduğunu kabul etti. Gerçekten de İslamik yüzyıllarda Helenik ve Helenistik dönemin felsefe ve bilim yapıtlarının çevirileri çok erken tarihlerde yapılmış ve pekçoğunun yeniden daha iyi çevirileri yapılmışken, buna karşı Homeros, Sofokles, Euripides, Thukidides ve başka pekçok klasik yazarın yapıtları dışlandı. Güzel Sanatların kısıtlanması kulluk tininde doğaldır çünkü güzellik tanrısaldır. Ama bilgi de tanrısaldır. Ve kulluk tini er geç kendini Tanrısının karşısında küçük düşürmek için bilgiden de vaz geçmesi gerektiğini anlayacaktı. Uluğ Bey İslamik dünyada bilginin doruğunun sonsuz gerçeklik olduğunu gösterdi. Sonrası bilimin de yadsınması oldu.

Bugün İslamik Doğusu bir zamanlar Tarihe yaşam vermiş olan o enerjik, güçlü, ussal dünya değildir. Bugünün sözde ‘modernleşen’ Doğusu hüzün verici bir sefillik, gerilik, bilgisizlik ve çirkinlik tablosu sergilerken ve modern Tarihin Batılı kabadayıları tarafından itilip kakılırken, buna karşı Helenistik ve Helenik Tin ile yoğrulan ve onu özümseyip üstlenen o İslamik Doğu insanlığın onurunun bir parçası idi. İslamik Doğu büyüktü, Tarih olacak denli değerliydi. Şimdiki ise ne olduğunu bilmeyen, kendini tanımayan şaşkın bir kültür posasına bozulmuştur.

 
 


  • Eski İpek Yolu

SEMERKANT VE BİLİM


Uluğ Bey bir zamanlar Doğunun incisi sayılan bir kentte, Semerkant'ta özlemleri onunkiler gibi büyük olan değerli, bilgili, erdemli insanlar ile birlikte yaşadı. Ve başardıkları ile yalnızca kendi büyüklüğünü tanıtlamakla kalmadı, ama, daha da önemlisi, ait olduğu kültürün ulaştığı ve daha da öte ulaşabilecek olduğu yüksekliğe tanıklık etti. Onunki bütün bir Asya’da Dünya-Tini ile, Dünya-Tarihi ile, değişim ve gelişim ile bir bağı olan biricik kültürdü. Kendi kentinin yanısıra daha başka birçoklarının da Egemeni olmasına karşın, Timur’un torunu olmasına ve üzerine bütün bir Maveraünnehir’i yönetme sorumluluğunun bırakılmış olmasına karşın, politika ya da askerlik ile değil, gökbilim ve matematik ile uğraşmayı sevdi. Ve bu alanda kendi gününde insan yeteneğinin başarabileceği herşeyi başardı. Avrupa’yı modern bilimin eşiğine getiren bilimsel buluşlara denk buluşlar üretti. Ve çalışmasının ve çabasının sonucu o günlerde bütün bir Fizik biliminin, bütün bir Doğa Bilgisinin ulaşabileceği en son noktaya ulaşmak oldu. Batı henüz Karanlığın örtüsünü üzerinden sıyıramamışken, Semerkant kısa bir süre için de olsa tanrısal bir Işıkla pırıl pırıl aydınlandı.

 
 


  • Buhara'da turistler için bir Medresede moda gösterisi.

KULLUK TİNİNİN UTKUSU


Ama her kültürün saati bir kez çalar. Kültür Anka kuşu değildir. Ondan sonra doğan bütünüyle başka bir kültürdür. Doğunun saati çoktan çalmış, bütün bir varoluşunu yokolma gözdağı altına düşürebilecek bir değişim noktasına, yeni bir kültürün sınırlarına dek erişmişti. Ötesi gökyüzüne bırakılmalıydı. İnsanlık sınırını bilmeliydi. Uluğ Bey'in gerçekleştirdiği şey Doğu kültürü için aşağı yukarı sanal birşeydi. Doğu daha sonra yüzyıllar boyunca sanki böyle birşey hiç olmamış gibi, sanki o Gözlemevi Semerkant’ta hiç kurulmamış gibi aynı erdemsizlik, bilgisizlik ve değişmezlik tini içinde kalmayı sürdürdü. Batı geleneksel boşinanç kültürünün korkunç direncini yenerek değişmeyi, duyuncunda ve istencinde ve düşüncesinde özgürleşmeyi başarırken, Uluğ Bey’in kendisi ve çalışmalarının ürünleri inanılması güç bir yolda bütünüyle yokedildi. Doğu kendi içinden çıkan ama gerçekte hiçbir biçimde ona ait olmayan, aslında ona yabancı olan, tümü de felsefelerinde, bilimlerinde, bütün bir kültürlerinde özgür Klasik tine ait olan evrensel bireylere — Farabilere, İbni Sinalara, İbni Rüştlere, Kadızadelere, Ali Kuşçulara — sırtını dönmeye ve onları unutmaya, daha doğrusu onları Batıya sürmeye başlamıştı. Yüzyıllar sonra Gözlemevinin varlığını keşfedenin bir arkeolog olması olgusu Uluğ Bey’i ve yapıtlarını tarihten silmedeki kararlılığın inanılması güç düzeyini gösterir. Bu olgu daha o zamanlar İslamik Doğunun neyi aşamayacak olduğunu da açıkça gösterir. İslamik Doğu aşağı yukarı Batının özgürleşmeye başladığı aynı yıllarda kendi gelişiminin sınırlarına ulaştığının duyurusunu yaptı: İnsan bu kadar değerli, bu kadar önemli, bu kadar yüksek olamazdı. İnsan küçültülmeliydi. Kulluk bilinci sonunda bütün bir kültürün üzerine bir karanlık gibi çöktü. Hakkı tanıma değil ama Güce boyuneğme — bu gücü ister tanrısal isterse insansal olsun — Doğunun kültürü ve karakteri olarak kaldı. Uluğ Bey’i anlayan, buluşlarının önemini kavrayan ve onlardan yararlanan Batı dünyasının yeni tini olurken, Doğu kendini geçen her yüzyıl ile birlikte daha da kararan bir karanlığa gömmeyi sürdürdü.

 
 


  • Urania (Charles Meynier'in aşağıdaki tablosundan ayrıntı). Urania ('gök' ya da 'göksel' demektir) Yunan mitolojisinde gökbilim tanrıçası idi. Zeus'un Mnemosyne'den olan kızı ve aynı zamanda Uranus'un torunu idi. Sık sık Evrensel Sevgi ve Kutsal Tin ile ilişkilendirilir. Tanrısal kız kardeşlerin en büyüğü olan Urania Zeus'tan onun görkem ve gücünü ve annesi Mnemosyne'den onun güzellik ve inceliğini almıştır.


  • Apollon ve Urania (Charles Meynier tarafından).


  • Semerkant, Bibi Hanım Camii (Bibi Hanım Timur'un karısıdır.)
KÜLTÜR, UYGARLIK, BARBARLIK


Uluğ Bey’in kültürü Doğu tinine yabancı bir özgürlük, erdem ve bilim kültürü, Helenik-Helenistik güzellik ile bütünleşmeyi başarmış bir uygarlık tini idi. Onun gökbilimi yüzyıllardır gözardı edilmiş Aristoteles-Ptolemi gökbiliminin iyileştirilmesi ve ilerletilmesi uğruna tasarlandı. Ve onun matematiği yine aynı Helenik kalıtın yarım kalan işinin insan usunun o güne dek düşünmediği kavramları düşünerek ve o güne dek üretmediği bağıntıları üreterek sürdürülmesi ve büyütülmesi idi. Bu arı düşünsel etkinlik düzgün bir törellik içinde gerçekleşebilirdi. Uluğ Bey çevresinde, kendi istekli kentinde bu kültürü yaratmayı başardı. İstençsiz kentlerine kendi istencini verdi. Politik gücünü olanaklı biricik doğru yolda kullanmayı başararak, despotik gelenek tininin ortasında modern bir üniversite yarattı.

Böyle bir tini anlamak o tinin kategorilerini bilmeyi ve uygulamayı gerektirir. Zaman ilerleme ile aynı şey değildir. Cumhuriyet Türkiyesinde de aynı gelenekçi ve despotik Doğu artığı bin yıl önceki dinginliği içinde değişmeden kalmayı sürdürebilmiştir — hiç kuşkusuz kendisi despotik olan Aydının akraba hoşgörüsü altında. Bugünün Tarihe ait olmayan düşüncesiz, bilgisiz, erdemsiz arabesk kültürü o erdemli insanın ait olduğu yüksek kültürden öylesine uzaktır ki, insanlığın tarihinin bir ilerleme olduğu konusunda kuşkuya kapılanlara hiç olmazsa ilk bakışta hak vermemek güç görünür. Doğu onun yokedilişini izleyen yüzyıllarda bir daha hiçbir zaman aynı düşünce ve erdem yüksekliğine erişemedi. Helenik flört Doğuyu ayartmayı başaramadan sonlandırıldı.

Gene de tarihin dönüp gerilemeye başladığını ve her sonlu kültürün kendi köklerine bağlı kalarak sürmesi gerektiğini düşünen postmodern kültürel-çoğulculuk kuramından daha iyi bir açıklama vardır. İnsan özsel olarak özgür ve ussaldır, ve köleliğin ve usdışının gerçeği kendini karşıtında ortadan kaldırmaktır. Barbarlar salt kaba güçleri ile zaman zaman uygarlıkları dağıtmayı, devirmeyi, giderek tarihten silmeyi başarırlar. Ama barbar da kendinde ussaldır, ve barbarlık uygarlığa giden yolun ilk adımıdır. Seferleri ile 17 milyon insanın yok olmasına neden olduğu ileri sürülen Timur tüm barbarlığı ile bir kültürel incelik ve yükseklik özlemi içindeydi. Fethettiği yerlerde dünyanın başka türlü olabileceğini de gördü. Güzel Sanatları ve özellikle mimariyi koruma ve destekleme görevini üstlendi.

Roma görkemi de Kuzeyden başlayan barbar göçleri ve kendi kültürüne yabancı yeni Hıristiyanlık tini altında ezilip yıkılarak tarihten çekildi ve yerini daha sonra Karanlık Ortaçağlar olarak anılacak olan bir feodal şiddet kültürüne bıraktı. Ama Tarih gerilemedi, ve klasik kalıtını kavrayan Batı insanın tinselliğinin insanın doğallığının üstesinden gelebileceğini tanıtladı. Bu ülkede de yüzyılların değişmeyen ve devinmeyen geleneksel geriliği ve despotizmi modern Cumhuriyetin bir dirilme ve uygarlaşma ve kendini Tarihe yeniden eklemleme, gelişmekte olan insanlık ile birlikte gelişme girişimine direnmeyi sürdürmektedir. Ama bu gerilik kendinde ilerleme özlemidir — ve çirkinlik güzellik, bilgisizlik bilgi, ahlaksızlık ahlak özlemi.

 
 


  • Registan, gece.


  • Kalon Camii, Buhara, Özbekistan.


  • Klasik tiyatro.

UYGARLIĞA KARŞI İSYAN


Modern Türk Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana hedeflediği Çağdaş Uygarlık ilkesine karşın, bu ülkede yaşanan şey isyandır. İsyan hiç kuşkusuz kul tininin özünde yatar, onun özgürlüğünü duyumsama ve ileri sürmesinin düşüncesiz ve dürtüsel yoludur. Ama dürtü bilinçsiz olduğu için isyan da bilinçsizdir ve neye karşı olduğunu bilmeksizin yalnızca başkaldırma, devirme, yoketme isteği olarak belirir, ussal bir istenç olmayı başaramaz. Bu nedenledir ki morarşilerden demokrasiye geçişin gerçekleşmesi olarak yurttaş toplumlarında çoktandır arkaik olmuş "devrimcilik" terimi despotik kafalarda salt sözel olarak da olsa isyanı anlatmanın simgesi olarak kullanılır. Solu ve sağı bir olan bu isyan özgürlük uğruna değil ama isyan uğruna isyan, özgürlüğün, değişmenin, yenileşmenin kendisine karşı isyandır. Sonuçta kulluğun kulluk durumunu korumasını sağlar, çünkü kendi özgürlüğünü ve sorumluluğunu üstlenmez ve kendisi ile ilgilenmez.


Bu isyan aynı zamanda istençsiz bir kalabalığın gelenekleri ile, boşinançları ile, zorbalığı ile kendi değişmezlik, gerilik, yerellik, kapalılık kültürünü sürdürme isteğini de anlatır. Bu isyan tarihsel olarak öylesine başarılıdır ki, yalnızca Uluğ Bey'in medresesini, gözlemevini, kitaplarını, yıldız kataloglarını ve en sonunda kendisini yok etmekle kalmamış, aynı vandalizmi bütün bir İslamik kültür alanına uygulamış, islamik tin bir bilim, sanat ve uygarlık tini olmaktan çıkmış, modern dünyanın kendisinin bir problemi durumuna düşmüştür.

Bu gerilik tini tüm güdüsünü kendi "kadimliğinde" bulur ve yeni olan herşeyi yabancılar ve yadsır. Usdışı karakterini sorgulanmama ayrıcalığında bulan gelenek yenileşme, değişme, gelişme ile çarpıştığı için gelenektir, ve tutuculuğunun güvencesi özgürlüğün bilinçsizliğinden başka birşey olmayan despotizmidir. Böyle bir despotik kültür ona verilen özgürlüğü bile özgürlüğün kendisini yok etmek için kullanmayı ister. Henüz modern hak, yasa, eşitlik, özgürlük kavramları ile tanışmamış bu tin için kabadayılık, zorbalık, şiddet işlerin normal durumu, uygarlık ise baskı demektir, çünkü uygarlık dürtüsel olmanın olumsuzlanmasıdır, duyunç özgürlüğü, düzen, yasa, ussallık demektir. Gelenek tininin yurttaş toplumunun ussallığına karşı bildiği biricik yanıt biçiminin isyan olması normaldir, çünkü yasayı dürtüselliği üzerine getirilen sınır ve baskı olarak yaşar. Dürüstlük, hak, türe kavramları onda henüz doğal duygular ve dürtüler tarafından belirlenmeyi sürdürür. Yasa kavramı bin yıl uzağında yattığı için, devletin onun kendi istencini anlatması gerektiğini de anlayamaz. Devlet karşısında da kuldur, ve devletini Devlet kavramından uzaklaştıran şeyin kendi istençsizliği olduğunu bilmez. Politik bilinci bir özgürlük bilinci değil ama her zaman isyana dönmeye hazır bir boyuneğme alışkanlığıdır. Bu isyan tini özgürlükten korkar çünkü ussal istenç onun dürtüselliğinin yadsınmasıdır.

Her insan kendi içinde sonsuz bir tinsel gizillik taşır. Her insan kendinde tanrısal doğaya katılır. Bu nedenle böyle bir geriliğin cezası ilerlemek, böyle bir barbarlığın cezası uygarlaşmaktır.

 
 


  • Semerkant Pazarı. Özbekistanlı ressam Alisher Alikulov (d. 1996, Taşkent).


  • Semerkant Pazarı. Dünyayı döndüren iki şeyden biri açlıktır.

 

AYDIN DESPOTİZMİ VE AYDIN ŞAŞKINLIĞI


Sözde ‘bilim adamlarımız’ sık sık bilimin insanlığa ortak olduğunu, evrensel olduğunu söylerler. Bu sanki hak etmedikleri ve anlamadıkları birşeyi gasp etmeyi kendileri için aklamanın bir yolu gibidir. Ama o evrensele katkıda bulunmak, o evrenselin parçası olmak bir yana, bu tin henüz ondan almayı ve onu kullanmayı, elindeki en parlak bireylerden yararlanmayı bile başaramaz. Evrensel olmayan bireysel de değildir, ve evrenseli bastıran bireyseli de bastırır. Böyle halk kültürü, yığın ve kitle kültürü ve onun önderleri ve aydınları bireyselliği ve bireyleri yalnızca bastırır, baskılar, onlardaki tanrısal Işığı söndürür. İnsanlığın evrensel kültür birikimine şaşkınlık içinde anlamadan bakmakla yetinir ve bilimin Batı için ayrılmış olduğunu duyumsar. Lütfi Göker’in aktardığına göre (Uluğ Bey, 1995, s. 49), Melih Cevdet Uluğ Bey’in Medresesi üzerine ‘‘Bu medrese ise şaşkınlık yaratıcı birşeydi,’’ diye yazar. Şaşkınlık çok haklıdır, çünkü bilim yapmak için, fizik, kimya, matematik, tarih, gökbilim, toplumbilim, ruhbilim vb. üretmek için önlerinde hiçbir engel bulunmayan, kendilerine yaşamda en gerçek öğretmenin bilim olduğu anımsatılmış olan ‘bilim adamları’ Cumhuriyetin neredeyse bütün bir yüzyılı boyunca yalnızca bilgisizlerin bilgisiz saygıları ve yaltaklanmaları ile yetinmiş, çalışmamış, hiçbirşey bulmamış ya da keşfetmemiş, yalnızca geri kalmışlardır. Göçebe ve köylü klasik kültüre ilgisiz, giderek düşmandır. Bu aynı görgüsüz eğilimi kavramsız entellektüel de paylaşır: Klasik bilime, güzelliğe, felsefeye ilgisiz, giderek düşmandır. Bunu güzel sanat, felsefe ve bilim yapmayarak ve yapılanları yadsıyarak tanıtlar.

Kul merak etmez çünkü edemez, çünkü özgür değildir, çünkü kendisi değildir, başkasıdır, çünkü istenci kendisinin değildir. Kul eylemsizdir. İstenci efendinin istencidir. O ancak başkalarının merak etmesini, öğrenmesini, keşfetmesini, bulmasını, yaratmasını, anlamasını, bilmesini bekler. Kendini bir insan olarak göremez çünkü insan özgürdür.

Aydınlar birer Aydın olarak her durumda haklı oldukları için sorumluluklarını geri kalmışlık konusundaki tüm gerekçelerinde sık sık yaptıkları gibi Batıya, emperyalizme, kapitalizme vb. yüklemişlerdir — kendi gözlerinde haklı olarak, çünkü kullar kendi sorumluluklarını üstlenme onurundan yoksun oldukları için kuldurlar. Bu hiçbir tarihsel, kültürel, bilimsel, estetik, etik önemi ve değeri olmayan ölü kültür Uluğ Bey’i yokeden kültürün bugüne bir uzantısı gibidir. Üretmemek yoketmenin yalnızca bir başka biçimi, bir gizilliğin yokedilişidir.

 
 


  • Osmanlı İmparatorluğu, 1863.


  • Semerkant, Registan Alanı.

 

BATILI İMPARATORLUK VE DOĞULU CUMHURİYET


Osmanlı’nın Tinin yeni biçimlerine doğru kendi tikel yolunda evrimlenmekte olan Batı ile ilişkisi onu kendi Doğulu despotik tutuculuğundan kurtaran etmen oldu. Osmanlı kendini Batı uygarlığına ait olarak, giderek Roma İmparatorluğunun sürdürülmesi olarak gördü. Ve Osmanlı olarak kaldığı sürece Doğu ile ilgilenmeyi bile önemsemedi. İran'ı çoktandır arkaik olmuş kültürü içinde donmaya bıraktı, ve Batının politikaları sonucunda bugün dünyanın bütününü hüzüne boğan istençsiz Arap dünyasını uygarca yönetti. Güzel sanat yapıtları, şiiri, müziği ile uygarlık sürecinin, aslında Dünya Tarihinin vazgeçilmez bir halkası oldu. Roma İmparatorluğunun çöküşünden ve Avrupa'nın karanlık çağının başlamasından sonra bütün bir yeryüzünde tarihsel olarak diri, aydınlık ve ussal kalan biricik kültür alanı Osmanlı egemenliği altındaki bölgelerdi. Büyük Osmanlı tini modernleşmeye aşağı yukarı Avrupa ile aynı zamanda başladı ve modern Cumhuriyet bu ussallığın ve yürekliliğin ürünü oldu.

Ama Osmanlı Doğuya yenik düşmemişken, kurucusunun tinine eşit olmayan beceriksiz, bilgisiz, istençsiz Cumhuriyet kuşakları bunu başaramadılar. Geçen on yıllar içinde yüksek Osmanlı karakterinin son izleri silinirken ve demagogların ve eğitimsiz bir halkın grotesk tangosu başlarken, genç Cumhuriyet kültürü Avrupa’yı özgürleştiren ussallık tinine değil, ilkin onun hastalıklı yanları olan pozitivizme ve sonra despotik bir Doğu artığı olan materyalizme sarıldı. Bu banalite onu geleneği modernleştirmeye, ölü olanı diriltmeye değil, ama sanki en gerçek, en köklü devrim yeterli değilmiş gibi yeniden devrim aramaya, böylece kabalığın, bilgisizliğin, geleneğin dalkavukluğunu yapmaya yöneltti.

Özgürlük yabancı birşey gibi reddedildi, ve kültürün henüz açmakta olan ilk çiçekleri sanattan bilime, müzikten şiire her alanda kölelik ideolojileri adına ezildi. Sonuç on yıllar boyunca bütün bir kültürün gelişmenin, güzelliğin, uygarlaşmanın dışına sürülmesi, ve yönetilemeyen bir devletin tarihin modern efendileri tarafından itilip kakılmaya, horlanmaya başlaması oldu. Cumhuriyeti teslim alan kuşakların bugün de süren bu beceriksizlikleri Doğunun gelenek tininden kopamadıklarını, özgür bireyler olamadıklarını tanıtlar. Bağımsızlığı bilmediği için bağımsız olduğunu algılayamayan sözde ‘yurtseverlik,’ miskinliğinin, erdemsizliğin ve buna bağlı geriliğin utancını sömürü ve eperyalizm teorilerinin arkasına gizleyen ‘devrimcilik’ gerçekte bugün bile devleti, toplumu, varoluşu soysuzlaştırmaya çalışan o aynı kölelik tininden doğar.

 
 


  • Uluğ Bey'in Gözlemevinin Modeli


  • Uluğ Bey'in Gözlemevinin kurulu olduğu yerin bugünkü görünümü. Aradaki ayrımı açıklayan olgu kulluk tininin Helenik tinden kazanılan güzellik, bilgi ve erdem tinine ağır basmasıdır.

 

GÖZLEMEVİNİ YOK ETMEK


Kendi zamanının ve kültürünün kabul edemeyeceği, aslında o devinmeyen geleneğe bir gözdağı olacak denli ileride olan Uluğ Bey’in yokedilişi İslamik dünyanın göreli olarak geriye doğru yürüyüşünün başlangıcının ön habercisi ve en çarpıcı göstergesi oldu. Uluğ Bey’in Gözlemevi yeryüzünden bütünüyle silindi ve ancak altı yüzyıl sonra bir Rus arkeoloğu olan Vyatkin tarafından ve bir raslantı sonucunda bulundu. Dev mermer sekstantın yeraltı kesimi olduğu gibi duruyordu. Ve yabancı araştırmacıların bölge halkları için, insanlık için bulup, temizleyip, onarıp hizmetlerine sundukları biricik evrensel kültür değeri bu değildi. Bir kültür kendi kitabelerini kendisi okuyamıyor ve bunu onun için yabancılar yapıyorsa, o kültürün geriliğini algılaması bile söz konusu olamaz. Uygarlığın beşiği olan Anadolu'da yerleşmiş göçebe yaşam bugün de uygarlığa bin yıl önce olduğu gibi yabancı kalmayı sürdürmekte, uygar olan, kentli olan, yüksek olan herşeye ilgisizliği içinde kendinden hoşnut görünmektedir.

Özgür istenç modernleşmedir çünkü özgürlük kavramının anlamı, değeri ve önemi insanın gizilliğinin, insanda güzel, iyi ve gerçek olanın açınması, insanın kendi içinde olanın, insan doğasının kendini edimselleştirmesidir. Yeninin yaratılması yoluyla varolanın eskitilmesidir. Özgürlük yalnızca daha şimdiden ortada olan şu ya da bu almaşığın "özgürce seçilmesi" değil ama henüz salt kendinde olanın, henüz edimsel olarak varolmayanın edimselleşmesi, insanın kendini gerçekleştirmesidir. İnsan ancak istencinin bilincini kazandığı zaman özgürdür, ve ancak birey olduğu zaman, ancak istenci kendi istenci olduğu zaman kendisinden daha çoğu olmaya, kendinde olanı yaratmaya başlar, kul olmaya son verir. Ancak özgür insan moral bir varlıktır, eğitime açıktır, ve gelişir. Kul eylemsiz çünkü istençsizdir. Kendini yazgıya teslim eder, başına gelenlerin sorumluluğunu üstlenmez, onları her durumda ve her biçimde başka güçlere yükler. Çocuk gibidir. İstençsizliği nedeniyle kendi miskinliği üzerinde kuluçkaya yatmayı sürdürür. Gelenek varolanın sorgusuzca yinelemesidir. İstenç, özgürlük, gelişim geleneğin sonudur.

Despotik kulluk tini Uluğ Bey’in özgürlüğünde, yeniliklerinde ve buluşlarında yüzyıllardır evrensel kültürün gelişimine paha biçilmez katkılarda bulunmuş olan İslamik kültürün bir sınıra gelip dayandığını duyumsadı. Gelişme gözdağı olacak bir düzeye ulaşmıştı, ve durdurulmalıydı. Ve durduruldu. Yalnızca Uluğ Bey ve yapıtı yok edilmedi. Bundan böyle düşünmek, bilmek, araştırmak, sorgulamak suç sayılır oldu. İslamik Doğu ne kendisinin ne de Batının anlayabildiği inanılması güç bir korku ve boyuneğme ve bunlara bağlı bir gerilik kültürüne teslim olmaya başladı. Uluğ Bey’in girişimi bir başlangıç olamadı. Bir sonsöz oldu.

Kuzey Avrupa tam olarak aynı onyıllarda Reformasyon ile inanç köleliğini yenerek modernleşme sürecine girmişken, İslamik Doğu — tıpkı Katolik Avrupa gibi — geleneğin tutuculuğunu kıramadı, üstelik İslamın bilgi ve bilim ile herhangi bir probleminin olmamasına karşın. İnanç gizemci boşinanç karşısında, uyuşuk tekkecilik karşısında yenik düştü. Doğunun varoluşu geri kalmanın yokoluş biçimi olurken, bilgisizlik ve yüreksizlik değişmemenin güvencesi oldu.

Doğu tini bir boyun eğme tinidir. Ve aynı bilgisizlik, düşüncesizlik ve erdemsizlik tini bu kendi geriliğinin sorumlusunu kendisinde değil, ama ironik olarak kültürel herşeyini bir zamanlar ileri Doğunun kendisinden alan geri Batıda aradı ve buldu. Bütünüyle haklı olarak, çünkü Batı ilerlemeseydi Doğu geride kalmayacaktı.

 
 


  • Atnonio Canova tarafından "Üç Güzel" ya da Kharis. Eufrosine (Neşe), Thalia (Sevinç) ve Aglaea (Görkem) Yunan mitolojisinde Zeus ve Eurynome'nin kızlarıdır. Afrodit ile ilişki içinde duran Kharisler güzellik, doğa, incelik, çekicilik, yaratıcılık tanrıçalarıdır.

İSLAMİK VE HELENİK


İslamik Doğunun tüm tarihsel değeri ve önemi kendisini önceleyen Helenik ve Helenistik kültürü özümseme yeteneğine dayanır. Bu olgu felsefede olduğu gibi görgül bilimsel alanda da böyledir. Farabi İkinci Aristoteles olarak tanınırken, Uluğ Bey’in Gökbilimi Ptolemi gökbiliminin, ve bütününde İslamik Matematik Klasik kalıtın bir sürdürülmesiydi. Bu düzeye dek kendisi Klasikti. Ve İslamik Bilim kalıt aldığı birikimi sözcüğün tam anlamıyla hak ettiğini tanıtlayacak bir yolda her alanda Yunan öncellerinin çok çok ötesine geçmiş, varoluşun bilinmeyenleri üzerindeki örtüyü bütünüyle kaldırmanın eşiğine ulaşmış, aslında eğitim kurumlarında modern bilimsel etkinliğin ölçünlerini daha o zaman saptamıştı ve bütün bir dünyanın geri kalanı ile karşılaştırma kabul etmeyen bir gelişmişlik düzeyi gösteriyordu. Batı karanlığın içinde boğulurken, insanlığın bilgisini, türesini ve değerini yükseltmek İslamik dünyanın görevi oldu. İslamik Doğunun Batının gelişmeye başlaması ile aynı zamanda gelişimine son vermesi insanlığın ussal Helenik kalıtına karşı düşmanca bir ilgisizlik tutumuna girmesinde de gözlenir. Batı Rönesans ile kendini Ussal Klasisizme bağlarken, Doğu bu aynı paha biçilmez hazineye karşı usdışı bir küçümseme, bir bakıma kendini ondan arındırma tutumuna girdi.

 
 


  • Khiva'da gün batımı, Özbekistan.
DOĞUNUN BATIYI ALGILAYIŞI


Doğu Farabilerin, İbni Sinaların, İbni Rüştlerin, Uluğ Beylerin bilimini bastıranın, öneminin gözardı edilmesine yol açanın Batı olduğunu ve bunun bugün de sürdürüldüğünü ileri sürer. Bundan haksızlığa uğramış güçsüz bir kurban tonuyla söz edildiğini duyduğumuz zaman gülümsemeden edemeyiz. Bu özgürlüğün değil, kendi istenci olan birinin değil, ama köleliğin ve sorumluluk üstlenebilmeye yeteneksizliğin sesidir. Sanki Doğunun kendisinin açmadığını Batı örtmüş gibidir, ve sanki Doğunun değişimini kendi dikkafalılığı değil ama Batı engellemiş gibidir. Tam tersine. İşin gerçeği Doğuda ilerlemeyi Batının yabanıl gücünden çok daha önce Doğunun kendisinin bastırmış olduğudur, çünkü Doğu Doğudur, özgür değildir, ve bu nedenle özgürlüğe yabancı ve düşmandır. Her despotik tin gibi, kendine özgü karakteri ve kimliği ile varlığını ancak değişimi önlediği sürece sürdürebilir. Doğu özgür olabilmek için Doğu olmaya son vermek, kendisinden kurtulmak zorundadır.

Doğu ile denmek istenen bir coğrafya yönü değil, bir karakterdir. Doğulu despotiktir, ne kendi istencinin ne de başkasının istencinin özgürlüğünü bilir ve tanır. Tarihsel olarak, bu bilinç yüksekliğini, duyunç ve istenç özgürlüğünü geliştirmemiştir. İlişkisinde ya boyun eğme ya da boyun eğdirme vardır. Bu nedenle şiddet, zor, zorbalık törel varoluşunun özsel bileşenleridir. Bunlar her zaman açıkça sergilenmezler, çünkü korku ve düşmanlık, nefret ve şiddet, öfke ve öç vb. bu boyuneğme kültürünün sık sık ona bir incelik, bir iyilik görünüşü veren geleneklerinin altında örtülü yatarlar.

Bu boyuneğme kültürü bütününde ancak bilgisizlik ve düşüncesizlik üzerinde sürebilir, çünkü bilgi ve düşünce değişim getirir, özgürleştirir. Bu nedenle Erdem gerçek bir Doğuluya bütünüyle yabancıdır. Bu kültürde İnancın yerini boşinanç almalıdır çünkü gerçek Tanrı inancı duyuncu büyütür ve insanları eşitler.

 
 

  • Video.

 

Bugün Uluğ Bey’den gökbilim öğrenmeyeceğiz. Onun bildiklerinden daha çoğunu ve daha iyisini biliyoruz. Ama onun Avrupa’da ortaya çıkan göz kamaştırıcı modern atılım ile tek başına karşılaştırmayı hak eden örneğinde doğa biliminden daha az önemli olmayan birşeyi, İnsan Büyüklüğünü öğrenmek için ondan yardım almak zorundayız.

Uluğ Beyin Yeryüzünün Güneş çevresinde dönüp dönmediği problemi ile ilgili tutumu önemli değildir, çünkü zamanında kabul edilen görüşü çürütebilecek ve tersini doğrulayabilecek görgül veriler elde etmesi olanaksızdı. Tersine, gözlemlenebilen tüm fenomenler ile uyum içinde çıkarsama yapılması gerekiyordu, ve Uluğ Bey görgül yöntem ile uyum içinde zamanı için en doğru olanı yaptı.

 
Uluğ Bey’in Medreseleri  


  • Uluğ Bey'in Medresesi, Semerkant, Registan Alanı.


  • Registan, Semerkant.

SEMERKANT MEDRESESİ


Uluğ Bey’in Semerkant’ta yaptırdığı ve 15’inci yüzyılda İslamik dünyada en iyisi olarak kabul edilen Medrese Registan Alanında bulunur.

‘‘Alan 1888’de Hindistan Sömürge Valisi Lord Curzon tarafından ‘‘dünyadaki en soylu kamu alanı’’ olarak betimlenir. Curzon şöyle sürdürür: ‘Doğuda ve Avrupa’da çarpıcı yalınlıkta ve görkemde ona yaklaşan hiçbirşey bilmiyorum, belki de Venedik’te daha alçakgönüllü bir ölçekte yarışmaya girmeyi isteyebilecek Piazza di San Marco dışında. Hiçbir Avrupa kentinde dört kenarından üçünde en güzel düzende Gotik katedraller ile çevrili tek bir açık alan göstermeyi başaramayacağımıza göre, aslında hiçbir Avrupa görünümü onunla yeterli olarak karşılaştırılamaz.’ ’’
::
‘‘[T]he noblest public square in the world. ‘I know of nothing in the East approaching it in massive simplicity and grandeur,’ he wrote, ‘and nothing in Europe, save perhaps on a humbler scale the Piazza di San Marco in Venice, which can even aspire to enter the competition. No European spectacle indeed can adequately be compared with it, in our inablilty to point to an open space in any Western city that is commanded on three of its four sides by Gothic cathedrals of the finest order.’ ’’

(Curzon’u alıntılayan: Wilfrid Blunt, The Golden Road to Samarkand (Londra: Hamish Hamilton, 1973), 259.)

Uluğ Bey’in Camiye götüren kapının üzerine yerleştirdiği yazıtta şunlar okunur:

‘‘Bu suffeh (tonozlu mescid) Cenneti andırmak üzere yapıldı ... onda sultanların en büyüğünün yönetimi altında dine yararlı bilimlerin gerçekliklerinin öğretmenleri bulunur.’’
::
‘‘This suffeh [i.e., portal or vaulted masjid] is built to resemble Paradise ... in it are teachers of the truths of the sciences useful to the religion, under the direction of the greatest of sultans ...’’


(Lisa Golombek ve Donald Wilber, Timurid Architecture of Iran and Turan, Vol. 1 (Princeton: Princeton University Press, 1988), s. 265).)


Semerkant Medresesinin yapımı 1417 yılında başladı ve 1421’de tamamlandı. Yapının mimarı bilinmemektedir. Medrese iki katlıdır ve her köşesinde bir olmak üzere dört dershane bulunur. Her dershanenin bir profesörü (müderris) vardı. İlk Rektörü (şeyh-ül müderrisin) Bursalı Kadızade Rumi idi. Kadızade’nin derslerini kendisi de dersler veren Uluğ Bey’in de izlediği bilinmektedir.


Medresenin akademik etkinliği başlıca Matematik ve Gökbilim üzerinde yoğunlaşmıştı ve derslerin büyük bölümü Bursalı Kadızade ve Giyaseddin Cemşid tarafından verildi. Semerkant’ta daha önce de medreselerin bulunmasına karşın, Uluğ Bey’in Medresesi kongreleri, panelleri, konferansları, seminerleri ile kentteki ilk düzenli bilimsel etkinlik idi. Çeşitli kaynaklara göre Medresedeki öğrenci sayısı 100’ün üzerinde iken, Uluğ Bey’in çevresinde toplanan uzmanların sayısı da 100’ün üzerindeydi ve daha ikincil olan hesap uzmanlığı gibi görevler bu sayının dışındadır. Medrese tanrıbilimin yanında yüksek matematik, trigonometri, geometri ve gökbilimde benzersiz bir bilim yuvasıydı.


Giyaseddin Cemşid aritmetikte ondalık dizgeyi ilk kullanan matematikçi olmuş ve bu dizge Avrupa’da 15’inci yüzyıldan sonra kullanılmaya başlamıştır. Semerkant’a Uluğ Bey’in çağrısı üzerine gelerek Gözlemevinin müdürlüğünü üstlenmişti.


Uluğ Bey’in ölümünden sonra Medrese dağıldı ve aralarında Ali Kuşçu’nun da bulunduğu öğretim üyeleri kenti terk ettiler. Bundan sonra Semerkant’ın tarihi bir bir karışıklıklar, ayaklanmalar, yıkımlar zinciridir ve bütün bu yüzyıllar içinde unutulan Medrese 18’inci yüzyılda zamanın Emiri tarafından hububat deposu olarak kullanıldı.


Bernhard Peter: Die Medrese von Ulugh Beg in Samarqand.

 


  • Registan, Semerkant.
 


  • Semerkant'ta Ekmek Şenliğinde hamur yoğuran kızlar.

SEMERKANT VE REGİSTAN ALANI


Timur İmparatorluğunun başkenti olan Semerkant dünyanın en eski kentlerinden biridir. Arrian Büyük İskender’in fetih hedefleri arasında olan bu eski Sogdiana kentinden ‘Marakanda’ olarak söz eder.


Registan eski Semerkant’ın yüreği idi. Ad ‘kumlu yer’ anlamına gelir. Alanda biraraya toplanmış olarak batıda Uluğ Bey Medresesi (1417-20), karşısında daha sonra yapılan Şir Dor Medresesi (Kaplanlı Medrese, 1619-1636) ve Tilla-Kori Medresesi (Yaldızlı Medrese, 1646-1660) bulunur. Bu son ikisi Uluğ Bey zamanında yaptırılan han ve sarayın yerine kurulmuştur. Şir Dor medresesi temel olarak Uluğ Bey’in medresesinin bir eşlemidir.


Uluğ Bey Medresesi sivri uçlu tonozu olan gösterişli kapısı ile alana bakar. Giriş kemerinin üstündeki mozaik panel geometrik biçemli süslemeler ile kaplıdır. Kare biçimli avlusunda bir cami, derslikler, ve öğrencilerin yaşadıkları yurt odaları< bulunuyordu.

 
 


  • Buhara Uluğ Bey Medresesi

BUHARA MEDRESESİ


Buhara Medresesinin yapımı Semerkant Medresesini önceler. Duvarlarında ‘‘Bilgi kazanmak her Müslüman erkek ve kadının ödevidir’’ yazıtının bulunduğu Buhara Üniversitesinde seksen oda vardı ve öğrencilere burs bağlanmıştı.


(İbn-i Sina 985-1005 yılları arasında Buhara'da yaşadı. Orada başlıca kendini eğiterek erken bir yaşta Ptolemi'nin Almagest'ini okudu. Nuh İbn Mansur'un (ö. 997) birçok Helenik ve Helenistik yapıtı da kapsayan kütüphanesinden yararlandı. Bir tıp ansiklopedisi olan Tıp Kanunu (καν?ν = ölçün) tıp tarihindeki en önemli çalışmalardan biridir ve 18'inci yüzyıla dek Avrupa üniversitelerinde temel başvuru kitabı olarak kullanıldı.)

 

 

Gözlemevi ve Zij (Yıldız Kataloğu)  


  • Semerkant Gözlemevinin Modeli

VLADİMİR VYATKİN


Semerkant’tan üç kilometre kadar uzakta bir tepe vardı. 1908 yılının sonuna dek hiç kimsenin dikkatini çekmeyen bu tepede Rus arkeoloğu Vladimir Viatkin Uluğ Bey’in Gözlemevinin kalıntılarını buldu. Dev mermer sekstantın yeraltı kesimi olduğu gibi duruyordu. Uluğ Bey’in çalışması ilk kez Batıda 1648 yılında Yıldızlar Kataloğunun bir eşlemi Oxford Bodleian Library’de bulununcaya dek bilinmiyordu. Bu belge Uluğ Bey’in ayın, gezegenlerin ve 1018 yıldızın konumlarını hayranlık verici bir sağınlık ile hesaplamış olduğunu gösteriyordu.

 
 


  • İranlı gökbilimci Nasir al-Din al-Tusi (1201-74) tarafından 1259’da yaptırılan Maragha Gözlemevinin Modeli.

İRAN'DAKİ MERAGHA GÖZLEMEVİNİ ZİYARET


Uluğ Bey’in Gökbilime ilgisi ünlü İranlı gökbilimci Nasir el-Din el-Tusi (1201-74) tarafından 1259’da yaptırılan Meragha Gözlemevinin kalıntılarını ziyaret ettiği sırada henüz çocukluk yıllarında uyandı. Bir vakıf olarak kurumsallaştırılan gözlemevinin en önemli başarısı Zij-i İlkhani ya da ‘‘İlkhanik Tablolar’’ idi.


Tusi'nin gökbilim alanında yaptığı çalışmaların İslamik gökbilim üzerindeki ve aralarında Copernicus da olmak üzere Avrupalı gökbilimcilerin çalışmaları üzerindeki etkisi olağanüstüdür. Tusi başlıca matematik ve felsefe üzerine olmak üzere Arapça ve Farsça'da 150 yapıt üretti. Bu nedenle "insanlığın öğretmeni" ve "üçüncü öğeretmen" gibi sanlar kazandı (ilk ikisi Aristoteles ve Farabi olmak üzere).


Uluğ Bey’in gençlik yıllarındaki hocaları arasında dönemin en iyi bilim adamlarından biri sayılan Bursalı Kadızade de bulunuyordu. Kadızade’nin Semerkant’a bilgisini arttırmak için Bursa’dan gelmiş olması Semerkant’ın daha Uluğ Bey’in gençliğinde bile bir bilim ve kültür özeği olduğunu gösterir. Kent bu niteliği daha Uluğ Bey’in dedesi Timur ve babası Şahrun zamanında kazanmaya başlamıştı. Uluğ Beyin bilimsel başarısı El-Kharizmi, El-Beruni ve İbni-Sina'yı da kapsayan bir Orta Asya geleneğinin doruğudur.


Mısırlılar piramitlerini yıldızlara göre yönlendirirken ve Nil'in taşkınlarını Sirus'un ve yaz gündönümlerinin gözlemi yoluyla doğru olarak önceden saptarken, Babilliler İÖ 1200 gibi erken bir tarihte yıldız katalogları üretiyordu. Ama büyük bir gözlemevi yaptırarak ve Tycho Brahe'den önceki en ayrıntılı yıldız kataloğunu hazılayarak gökbilimi modern döneme ileten Uluğ Bey oldu. Uluğ Bey'in çocukluğu sırasında Hindistan'a ve Orta Doğuya yaptığı yolculuklar onu o ülkelerdeki bilimsel gelişmeler ile tanıştırmıştı. Bu gelişimi kendi ülkesinde de yakalamak istiyordu. Semerkant'ta Registan alanına büyük bir Medrese yaptırdı ve sayısız gökbilimci ve matematikçiyi orada çalışmak üzere davet etti.

 
 

 

"Din bir sis gibi dağılır, krallıklar yok olur, ama bilginlerin çalışmaları sonsuza dek kalır."

"Religion disperses like a fog, kingdoms perish, but the works of scholars remain for an eternity."
Uluğ Bey

 


  • Semerkant'taki Gözlemevinin Modeli: Karanlık Odada ölçüm.


  • Semerkant'taki Gözlemevinin Sekstantının Modeli.


  • Semerkant'taki Gözlemevinin Modeli: Bir silindir şeklinde tasarlanan yapının üç katı vardı. 30,4 metre yüksekliğinde ve 46,4 metre çapında idi.


  • Uluğ Bey

GÖZLEMEVİ


Uluğ Bey'in yaptırdığı muazzam gözlemevinin 1428’deki açılış gururlu annesi Gevher Şad tarafından yapıldı. Gözlemevi Tycho Brahe’nin daha sonraki Uraniborg’unu andırıyordu. Bir silindir şeklinde tasarlanan yapının üç katı vardı. 30,4 metre yüksekliğinde ve 46,4 metre çapında idi. Gözlemevinin müdürlüğü ilkin Giyaseddin Şemsid’e verildi. Onun 1429’da ölmesi üzerine görevi Bursalı Kadızade üstlendi. Onun da 1430’da ölmesi üzerine Ali Kuşçu (ö. 1447, İstanbul) görevlendirildi. Uluğ Bey Zij’e önsözünde çalışmalarda ölçüm ve hesaplama işlerine katılan Ali Kuşçu’dan ‘‘saygıdeğer oğlumuz’’ diye söz eder. (Ali Kuşçu Uluğ Bey’in ölümünden sonra Semerkant’tan ayrıldı, Tebriz’de Uzun Hasan tarafından İstanbul’a elçi olarak gönderildi, ve orada Aya Sofya’daki Medresede öğretmen oldu.)

Gözlemevi başlangıçta üç dev gökbilim aletini kapsıyordu: Derecelere ve dakikalara bölünmüş ve zodyak imlerini gösteren bir sekstant; bir güneş saati; ve bir de kadrant. Zemin kat hizmet odaları için ayrılmıştı ve üzerinde kemerler tarafından desteklenen iki kat bulunuyordu.

Encyclopedia Brittanica şunları belitir:

‘‘En üretken İslamik gözlemevi Timurid prens Uluğ Bey tarafından 1420 sıralarında Semerkant’ta yaptırılan gözlemevidir; o ve yardımcıları büyük bir kadrant ile gözlemlerden bir yıldız kataloğu yaptılar. ... [P]tolemi’nin yıldızlarının konumlarını gözlediği bilinen biricik Doğulu gökbilimci[dir]. ... 1420-37 arasında oluşturulan kataloğu 1665’e dek basılmadı ve bu olduğu zaman daha şimdiden Avrupalı gözlemciler tarafından aşılmıştı.’’
::
"The most productive Islamic observatory was that erected by the Timurid prince Ulugh Beg at Samarkand in about 1420; he and his assistants made a catalog of stars from observations with a large quadrant. ... [T]he only known Oriental astronomer to reobserve the positions of Ptolemy’s stars. His catalog, put together in 1420-37, was not printed until 1665, by which time it had already been surpassed by European observations."

Gözlemevinin büyük yuvarlak yapısı kuzeyden güneye mermerden dev bir açıölçer tarafından kesiliyordu. Sağlamlık kaygısından ötürü derine yapılmıştı. Açı ölçme aygıtları konumlarına pirinç raylar üzerinde kaydırılıyordu. Bu o güne dek en doğru yıldız tablolarının düzenlenmesini sağladı.

Gözlemevinde elde edilen sonuçların Avrupa’daki çalışmalar üzerindeki etkisinin henüz sağın olarak saptandığı söylenemez. Ama Yıldız Kataloğunun eşlemlerinin Avrupa’ya ulaşmakta gecikmediği ve Paris ve Oxford gibi çeşitli kütüphanelerde bulunduğu bilinmektedir. Avrupa Uluğ Bey’in verilerini 17’nci yüzyılın ortalarında Tycho Brahe’nin ölçümlerinin yayımından sonra öğrendi. Brahe’nin çalışmasını izleyen Greenwich 1675’te kuruldu.

Bu gözlemevi Tycho Brahe’nin Uraniborg’daki ve Stjerneborg’daki ünlü gözlemevinin esin kaynağı oldu.

 
 


  • Satürn'ün geriye dönüşü. Ptolemi gezegenlerin gezmelerini, eş deyişle zaman zaman dönüp geriye doğru devinmelerini üst-daire kuramı ile açıklamaya, eş deyişle ussallaştırmaya çalıştı. Us kuramın realiteye uygunluğudur, ve görgül bilimci realiteye onda usunu bulmak için gider.
    Ptolemi ve tüm klasik dönem gökbilimcileri bu modeli kullandılar. Maxwell'in kendisi daha sonra Ptolemi ve Copernicus modelleri arasında sonuçlar açısından ikincinin yalınlığı dışında hiçbir ayrımın olmadığını belirtti.


  • Ptolemi (İS 85?-165?; Claudius Ptolemaeus) İskenderiye’de yaşamış olan bir Yunanlı gökbilimci İdi. Almagest’te İslam ve Hıristiyan dünyaları tarafından 1300 yıl boyunca kabul edilen yerözeksel güneş dizgesi modelini açımladı.

PTOLEMİ


‘‘... Ve aslında bu aynı bilim dalı tanrısal şeylerde düşünülen aynılık, iyi düzen, iyi oran ve yalın doğrudanlık aracılığıyla kişileri eylemlerin ve karakterin soyluluğu açısından anlamaya başka herhangi bir daldan daha çok hazırlayacak, izleyicilerine o tanrısal güzelliği sevdirecek, ve onlarda ruhun benzer bir durumunu bir bakıma doğallaşmış bir alışkanlığa çevirecektir. Ve böylece kendimiz her zaman oldukları gibi olan şeylerin bilim dalına duyduğumuz sevgiyi sürekli olarak arttırmaya çalışır, ve bunun için böyle bilimlerde kendilerini onlara verenler tarafından daha önce keşfedilmiş olan şeyleri öğrenir ve ayrıca onlardan bize dek geçen zamanın olanaklı kılabileceği türde küçük bir özgün katkıda bulunuruz’’ (Almagest, Kitap 1, 1. Önsöz).

Alexandre Koyré (Astronomical Revolution):


‘‘Gerçekten de, Copernicus’un Güneşi Evrenin özeğine yerleştirirken, onu gök devimlerinin özeğine yerleştirmediğini daha önce gördük: Yeryüzünün küresinin özeği gibi gezegen kürelerinin özekleri de Güneşe değil ama yalnızca onun yakınına yerleştirilir, ve gezegen devimleri Güneş ile değil ama Yeryüzünün küresinin özeği ile ilişkilendirilir — Güneş açısından eşözeksiz olarak. Yeryüzü küresinin özeği hiç kuşkusuz Güneş çevresinde döner; küçük bir üstdaire üzerine yerleştirilmiştir ve bunun deferenti* özek olarak Güneşi alır, ama devimi öylesine yavaştır ki, — üstdaire bir dönüşü 3.434 yılda ve yörünge dönüşünü 53.000 yılda tamamlar —, kılgısal amaçlar için hesaplamalara alınmaz. Bir sonuç olarak, Copernicus gök mekaniğinde Güneşin çok az göze çarpan bir rol oynaması gibi bir paradoks ile karşılaşırız. Öylesine az göze çarpar ki, ne olursa olsun hiçbir rol oynamaz diyebiliriz. Amacı bütünüyle başkadır: Evrene ışık verir, ve hepsi bu kadardır.’’

*Ptolemi’nin dizgesinde Yeryüzü üzerinde özeklenen bir daire (yörünge). Çevresinde üstdairenin özeğinin devindiği düşünülüyordu.

 
 


  • Ptolemi'nin Haritasının bir 15'inci Yüzyıl eşlemi. Ptolemi Dünyayı evrenin özeğine yerleştirdi. Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenimizin çevresinde dönüyordu.


  • Ptolemi'nin Dünya Haritasından Asya kesiminin ağaç baskı ile Johane Schnitzer tarafından bir eşlemi, Ulm, Leinhart Holle, 1482.


  • Ptolemi'nin Yerözeksel Evren Modeli. Herşey Yeryüzünün çevresinde döner. Güneş dördüncü dairenin üzerindedir.

ALMAGEST


Almagest bir yıldız kataloğu da kapsar. Ptolemi’nin zamanından bu yana, Alfonsine tabloları dışında, 1300 yıl boyunca gökbilimde hiçbir ilerleme yapılmamıştı. Bir düzeltmenin zamanı gelmişti ve bu işi Uluğ Bey yerine getirdi. Çalışması eksiksizliği ve kendisinin büyük bir gökbilimci olarak saygınlığı nedeniyle sonraki iki yüzyıl boyunca haklı olarak ölçün çalışma olarak kaldı.

Ptolemi’nin Almagest’i 7 ve 8’inci kitaplarında binden fazla yıldızın bir kataloğunu kapsar. Yıldızlardan her birinin ekliptik enlem ve ekliptik boylamlardaki konumu Ptolemi’nin kendi İS 137 çığırı için verilmiştir. Böyle erken bir çalışmada beklenebileceği gibi konumlar önemli hatalar içerir. Ama boylamlarda dizgesel bir hata vardır: Katalog değerleri Ptolemi’nin kendi çığırı için ortalama 1,2 derece fazla bir alçalma gösterirler.

 
 


  • Copernicus Bilim Özeği, Polonya.


  • Nicolas Copernicus.

COPERNICUS


‘‘Çünkü eğer hayranlık verici özeninden ve çalışkanlığından ötürü tüm başkalarının önünde duran İskenderiyeli Claud Ptolemy kırk yıldan daha uzun süren gözlemlerin yardımıyla bu sanatı geriye dokunmadığı hiçbirşeyin kalmamış göründüğü denli yüksek bir noktaya getirmiş olsa bile, gene de birçok şeyin onun öğretisinden doğması gereken devimler ile değil ama dahaçok sonradan keşfedilen ve onun bilmediği devimler ile uyum içinde olduklarını görürüz’’ Copernicus, Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine / De revolutionibus orbium coelsitium, 1543).


Alexander Koyré’den bir alıntı daha yapıyoruz:


‘‘G. V. Schiaparelli, I precursori di Copernico nell’antichita’da (Bologna, 1873; Almanca çeviri, Die Vorläufer des Copernicus im Altertum (Leipzig, 1878, s. 85)) şöyle der: ‘Ptolemi ve Copernicus dizgeleri arasındaki büyük çatışma [Antik Çağdakiler ile] aynı fiziksel ve evrenbilimsel ilkeler çevresinde döndü. Her iki dizge de, biri gibi öteki de, fenomenleri temsil etmek için kullanılmaya yeteneklidir. Geometrik bakış açısından eşdeğerdirler; birbirleri ile anlaşırlar, tıpkı Tycho Brahe’nin seçmeci dizgesi ile olduğu gibi.’ ’’


Brahe’nin dizgesinde gezegenler Güneş çevresinde döner, ve Güneş (tüm gezegenler ve uydular ile birlikte) durağan Yeryüzü çevresinde döner.

 
 


  • Gdansklı (Danzig) Hevelius'un (Johannis Hevelii, 1611–1687) Prodromus astronomiae (1690) başlıklı çalışmasının başlık sayfası. Burada Hevelius Ptolemi, Tycho Brahe, Uğur Bey ve Urania ile aynı masada oturmaktadır. Ayrıca Uluğ Bey'i soldan üçüncü sırada gösteren bu tabloya bkz.

HEVELIUS


Prodromus Astronomiae Gdansklı gökbilimci Johannes Hevelius (Johannis Hevelii, 1611–1687) tarafından yaratılan ve ölümünden sonra karısı ve araştırma yardımcısı Elisabeth Hevelius tarafından 1690'da yayımlanan bir yıldız kataloğudur. Katalog takımyıldızlara göre sıralanmış 1.564 yıldızın konumlarından oluşur. Bir Önsöz (Prodromus), bir yıldız kataloğu (Catalogus Stellarum), ve bir takımyıldızlar atlası (Firmamentum Sobiescianum, sive Uranographia) olarak üç bölümden oluşur. Hevelius Uluğ Bey'in çalışmasına verdiği önemi kendi kitabında gösterir.


Uluğ Bey, Hevelius, Tycho Brahe, Ptolemi, Urania ve başkaları (1).
Uluğ Bey, Tycho Brahe, Ptolemi, Copernicus, Urania ve başkaları (2).

 
 


  • Tycho Brahe Planetariumunun içi, Kopenhag, Danimarka. 1989'da açılan yapı ziyaretcilere gökbilim eğitimi vermektedir.
    26 metrelik kubbeye dört dijital Barco Galaxy 12+ yansıtıcı ile üç boyutlu dijital görüntüler yansıtıyor.


  • Tycho Brahe Planetariumunun dış görünüşü, Kopenhag, Danimarka. 1989'da açılan yapı ziyaretcilere gökbilim eğitimi vermektedir.
    26 metrelik kubbeye dört dijital Barco Galaxy 12+ yansıtıcı ile üç boyutlu dijital görüntüler yansıtıyor.


  • Tycho Brahe


  • Tycho Brahe'nin Gözlemevi.

TYCHO BRAHE


Kendi yıldız kataloğunu oluşturan Tycho Brahe bu yanılgıları gördü ve Hipparkhos’un İÖ ikinci yüzyılda bu konumları gözleyip kaydettiğini ve boylamları 2 2/3 derece öne alan ve eylemleri ise değiştirmeden bırakan Ptolemi’nin bunları ondan aşırdığını ileri sürdü. Bu 1 derecelik boylam hatasını açıklar, çünkü Ptolemi her yüzyıl için bir derecelik değişmez bir eksen salınımı oranını kabul etmişti, ki çok düşüktü. Hipparkhos’un ve Ptolemi’nin zamanları arasındaki gerçek salınım 3 2/3 dereceye yakındır; buna göre bir derecelik ayrım dizgesel boylam hatasını yeterli olarak açıklar.

19’uncu yüzyılda Pierre-Simon Laplace bir derecelik boylam hatasının daha az fesatlı bir yolda açıklanabileceğini belirtti. Ptolemi kendi güneş devimi kuramını da Hipparkhos’tan almıştı. Hipparkhos’un gününde güneş kuramındaki hataların küçük olmasına karşın, Ptolemi’nin gününde bu güneş konumu hataları yaklaşık olarak kataloğun hataları ile aynı yönde olmak üzere bir derecelik bir değere yükselmişti. Yıldızların boylamları en sonunda Güneşin boylamlarına gönderme ile belirlendiğine göre, Laplace bu temelde Ptolemi’yi hırsızlık suçundan aklamayı önerdi.

Daha da yakınlarda, James Evans Ptolemi’nin Hipparkhos’un temel gönderme yıldızlarını salınım yapmaksızın kendi gönderme noktaları olarak kullandığını ve tüm öteki yıldızları kendisinin gözlediğini ve daha sonra 2 2/3 dereceyi katalogdaki 1025 yıldızın tümüne eklediğini ileri sürdü.


Astrolab ile bir yıldızın konumunu ölçerken gözlemcinin ilk görevi astrolabı ekvator ekseni çevresinde döndürerek ekliptik halkanın göğün ekliptiği ile doğrudan bağdaşmasını sağlamaktır. Ptolemi bu kritik ilk adımda hata yapmış olabilir.

 
 


  • Yeryüzünün dönüş ekseninin yavaş konik devimi. Tam bir tur için 25.800 yıl gereklidir.


  • Burada iç kırmızı küre astrolabın ekliptik gönderme çatısı, ve dış mavi küre gökyüzünün gönderme çatısıdır. Solda astrolab doğru döndürülmüşken, sağda döndürme yanlıştır. Astrolab ekvator ekseni çevresinde dönerken bekleyebileceğimiz gibi boylamlar uzaksaşır. Ama enlemler de uzaksaşır. Bütün gönderme çatısı rayından çıkmıştır. Enlemlerdeki bu hata ilkbahar gündönümünde pozitif, sonbahar gündönümünde negatif, ve günötelerde yaklaşık olarak sıfırdır. Başka bir deyişle, astrolabın yanlış döndürülmesi yıldızların ekliptik enlemlerine yayılan bir yanılgılar dizisi üretecektir.


 

EKSEN SALINIMI


Yeryüzü yalnızca güneşin değil ama evrendeki her cismin, gerçekte ne kadar küçük ve ne kadar uzak olursa olsun her bir parçacağın uyguladığı yerçekimi kuvvetinin etkisi altındadır. Kendisi tam küresel olmadığı için, bu etkilerin sonuçları yalın olmaktan çok karmaşıktır ve belli zaman dönemlerinde yeryüzünün devim biçiminde ortaya çıkan bu değişimlerden yeterli ölçüde büyük olanların Uluğ Bey'in sekstantı ile saptanması olanaklı idi. Uluğ Bey 992 yıldızın konumlarını yeniden belirledi ve bunlara Semerkant gözlemevinden gözlenemeyecek denli güneyde kalan 27 yıldızın ölçümlerini Abd al-Rahman al-Sufi'nin 964 yılında yaptığı daha eski ölçümleri ekledi.

Yeryüzünün dönüş ekseninin yavaş konik devimine güneş ve ayın ve daha küçük bir düzeyde olmak üzere gezegenlerin yeryüzünün ekvatordaki tümseği üzerinde uyguladığı yerçekimi kuvveti neden olur. Buna bağlı olarak gündüz-gece eşitlikleri her ardışık yıldız yılında daha erken ortaya çıkar çünkü Yeryüzünün dönme ekseninin salınması ekliptik üzerindeki gündüz-gece eşitliği noktalarının geriye doğru yavaş bir devimine yol açar. Gündüz-gece eşitliklerinin tam bir salınım turu yaklaşık 25.800 yılı gerektirir. Bu ise yılda yaklaşık bir derecelik salınım oranı demektir.

 
 


  • Gök Ekvatoru ve Ekliptik Düzlemi.


  • Ekliptik Düzlemini gösteren fotoğraf 1994'te Clementine uzay aracı tarafından çekilmiştir. Clementine'in kamerası (sağdan sola doğru) Yeryüzünden aldığı ışık ile parlayan Ay'ı, Güneş'in Ay'ın karanlık bölgesinden görünen parlamasını, ve Satürn, Mars ve Merkür gezegenlerini gösterir.

EKLİPTİK


Ekliptik düzlemi Dünyanın Güneş çevresideki yörüngesini kapsayan geometrik düzlemdir. Ekliptik düzlem 1994’te Clementine uzay aracının kamerasından alınan yandaki fotoğrafta örneklenir. Sağdan sola doğru Dünyanın ışığı ile aydınlatılan Ay, Ayın karanlık bölgesinden yükselen Güneş, ve Satürn, Mars ve Merkür gezegenleri görülmektedir.

Ekliptik aynı zamanda yeryüzünden görüldüğü gibi Güneşin gökyüzündeki yoludur. Tüm gezegen yörüngeleri yaklaşık olarak aynı düzlemdedir. Dünyanın ekseni ekliptik düzlemi ile yaklaşık 23,5 derecelik açı yapar.

 
 


  • Uluğ Bey'in kullandığı sekstant


  • Tycho Brahe’nin Uraniborg’da kullandığı sekstant.
  • Video
    Sekstantın çözmeye çalıştığı problem:



  • Sekstant. Işık belirli bir delikten gelerek cetveli aydınlatıyor, böylece boylamın 39 saniyelik bir yay ile ölçülmesini sağlıyordu.


  • Sekstant


SEKSTANT


Teleskobun bulunmadığı bir zamanda ölçümlerin doğruluğu ancak açı ölçerlerin boyu arttırılarak elde edilebilirdi. Sekstant iki nesne arasındaki açının ölçülmesine sağlar. (Quadrant 90 derecelik, sekstant 60 derecelik, oktant bir dairenin sekizde birine karşılık düşmek üzere 45 derecelik açı ölçme aletleri idiler). Açı ve ölçme zamanı bir gök cisminin çeşitli problemleri ele almak için gereken koordinatlarını verir.

Uluğ Bey'in tasarladığı fakhri sekstant (bir dairenin altıda biri, 60º) mermerden yapılıydı. Çapı 40,21 metre, yay uzunluğu 63 metre, ve optik ayırma yeteneği 180 derece idi. Sekstant kuzeyden güneye doğru boylam yönünde hayranlık verici bir sağınlık ile yönlendirilmişti (Semerkant için boylam 39º 37' 33'' olmak üzere). Dairenin aralıklarını belirten noktalar ve ondalıklar mermer yüzeye kazınmıştı. Her bir derece 70 cm uzunluğunda idi. Bu düzenek enlem ölçümleri için yapılmış en büyük sekstant idi ve bir derecenin 600’de biri kadar çözünürlük elde edebiliyordu. Sekstantın çapı kabaca örneğin California’da Palomar Dağındaki 200 parmaklık yansıtıcının kubbenin yüksekliğine eşittir. Tüm büyüklüğüne ve duyarlığına karşın, 60º ile sınırlı olması nedeniyle Gözlemevi daha başka aletleri de kullanıyordu ve aralarında bir halkalı küre ve bir usturlab da vardı.

Uluğ Bey bu düzenek ile yeryüzünün ekseninin ekliptiğe eğimini 23 derece, 30' 17" olarak hesapladı (zamanı için doğru değerden yalnızca 32" sapmak üzere). Sekstantın yayı yapının kuzey-güney ekseni boyunca yerleştirilmişti ve zemin katın altından başlayarak üçüncü katın üzerine yükseliyordu. Güneş saati doğu-batı eksenine koşut ve sekstanta dikey olan duvara yerleştirilmişti. Çatı ve büyük olasılıkla kemer direkleri gök cisimlerini gözlemede yardımcı olmak üzere bronz plakalar ile işaretlenmişti.

Gözlemevinin dışı dönemin tüm daha başka anıtlarında da görüldüğü gibi pişirilmiş tuğla mozayıklar ile süslü idi. O günlerden kalan bir belgeye göre, hizmet odaları da benzer olarak süslenmişti: ‘‘Odaların içersinde dokuz gök yörüngesinin imgesi, dokuz gök küresinin şekilleri, ve üst-dairelerin dereceleri, dakikalar, saniyeler ve saniyelerin onda-birleri; yedi gezegen ve durağan yıldızların resimleri, yer kürenin imgesi, dağlar, denizler, ve çöller ve ilgili şeylerle birlikte bölgelerin resimleri boyanmış ve yazılmıştı.’’

Sekstant ekliptik (dünyanın güneş çevresindeki yörünge düzlemi) ve ekvator düzlemleri arasındaki açıyı ölçmek için, ilkbahar gündönümü noktasını saptamak için ve dönence yılının süresini ölçmek için kullanılıyordu.

Uluğ Bey tıpkı kendisinden önceki Ptolemi ve başka gökbilimciler gibi yalnızca çıplak gözle yapılan gözlemlerden dünyanın güneş çevresinde döndüğü sonucunu çıkaramazdı. Bu son görüş geriye, Timaeus’ta dünyanın kendi ekseni çevresinde döndüğünü belirten Platon’un kendisinde dek gitse de, kuramın dünya üzerinde görgül olarak tanıtlanması olanaksızdı (kutup noktasında yapılacak bir sarkaç deneyi ile olmanın dışında). Uluğ Bey gökbilimde Aristoteles-Ptolemi gökbilimi geleneğini izledi. Teleskobun yokluğunda, onyıllardan daha küçük ölçeklerde yapıldığında pek yeterli olmayan gözlem işini dev sekstantlar üstlenir, ve noktalar, çizgiler ve açılar ile geometrik yöntem Güneş Dizgesinin ve bütününde gözlenen evrenin hemen hemen sağın bir tablosunu çizerdi.

 
 


  • Uluğ Bey


  • 1665. Thomas Hyde (1636-1703). Tabulae long. ac lat. stellarum fixarum, ex observatione Ulugh Beighi, Tamerlanis Magni Nepotis, Regionum ultra citraque Gjihun (i. Oxum) Principis potentissimi. Ex tribus invicem collatis MSS. Persicis jam primum Luce ac Latiodonavit, & commentariis illustravit, Thomas Hyde. In calce libriaccesserunt Mohammedis Tizini tabulae declinationum & rectarium ascensionum. Additur demum Elenchus Nominum Stellarum. Oxonii: Typis Henrici Hall, sumptibus authoris.
    1018 yıldız için Latince ve Farsça tablolar. Bu yıldızların 700 kadarı yalnızca Uluğ Bey’e dayanıyordu.

ZİJ SULTANİ


Uluğ Bey Ziji Ptolemi’nin ve Nasir al-Din al-Tusi’in kataloglarından sonraki üçüncü büyük yıldız kataloğudur. 1000'den biraz fazla yıldızın enlem ve boylamlarını kapsar. Yapıt Beyazıt Devlet Kütüphanesinde 4511 numara ile kayıtlıdır. 1665 yılında İngiltere’de basılmış ve Avrupa dillerine çevrilmiştir. Bir başka kaynağa göre ilk eşlem 1650’de Londra’da basılmıştır.

Zij-i Ulugh Beg, Zij-i Jadid-i Sultani, ya da Zij-i Gurgani olarak da bilinen çalışmanın girişinde Uluğ Bey Kadızade Rumi, Giyaseddin Cemşid ve Ali Kuşçu'nun katkılarını belirtir. Zij genel olarak Ptolemik bir çalışmadır. Kronoloji, trigonemetri ve küresel gökbilim, gezegen konumları ve astroloji üzerine dört bölümden oluşur.

‘‘Gözlem ve deneyimin gezegen devimleri konusunda bildiği herşey saklanmak üzere bu kitaba alındı’’ diye yazıyordu Uluğ Bey. Bu yapıtta temel gökbilimsel gözlemler özetlendi. Gökbilimin zamanda, ama yüzyıllara, giderek binyıllara yayılan bir süre içinde yapılan gözlemlere dayanması ölçüsünde, Kataloğun zamanın geçişi ile azalmaktan çok artan bir değeri vardır.

Uluğ Bey ve 60 kadar bilim adamından oluşan ekibi bir dizi proje üzerinde çalıştı. Birincil hedefleri İS ikinci yüzyılda Ptolemi’nin ve onuncu yüzyılda El Sufi’nin çalışmalarını gözden geçirmekti. 992 durağan yıldızı kapsayan Zij i Sultani Tablosu 1437’de tamamlandı. Tablo ayrıca güneş, ay ve gezegenlerin boylam dilimlerinin, eylem ve boylam paralaxlarının, ay ve güneş tutulmaların, ayın görülebilirliğinin ayrıntılı kayıtlarını kapsıyordu. Zij i Sultani sonraki 200 yıl için başvuru kaynağı oldu.

Uluğ Bey Zij’i Farsça’da yazdı. 17’nci yüzyılda İngiltere’de yayımlanmasından sonra, yapıt 19’uncu yüzyıl ortalarında Fransızca’ya çevrildi ve Farsça metin ile birlikte yayımlandı. Yirminci yüzyıl başlarında ABD’de de K. D. Knobel tarafından Zij üzerine bir inceleme yayımlandı ve 1918 yılında Rus Bilimler Akademisi Barthold’un Ulugbek i ego Vremya başlıklı çalışmasını yayımladı.

Türkiye’de ise üniversitenin konu ile en ilgili olması gereken bölümleri bile yakınlara dek Uluğ Bey’in varlığından habersizdi. Önemli olan Batıdan yalnızca görüngüyü ödünç almak ve yalnızca modern gibi görünmekti. Görünüş ödünç alındı çünkü görünüş yanılsamadır ve bütünüyle özsüzdür. Ama görüngü alınamadı çünkü görüngü özün görüngüsüdür. Özgürlük ve özerklik gerektiren bilim ve felsefe bugün de özgürlüğü yalnızca sözel olarak bilen kulluk geleneğine yabancıdır. Bir kavramsızlık ve kavrayışsızlık kültüründe üniversite değil bilimin, pragmatizmin gerektirimlerine bile karşılık verecek bir yetkinlik düzeyine erişemez. Öte yandan Batı kültürünün henüz kendisinin bütünüyle kurtulamadığı pozitivizm, nihilizm, postmodernizm gibi entellektüel gerilikler ve ve törel kirlilik öğeleri gelişmemiş ya da az gelişmiş kültür için daha şimdiden tanıdık olan ve yabancı olmayan yanlar olarak öykünmeye bütünüyle uygundur.

 
 


  • Yıldız Tabloları


  • Uluğ Bey’in gökbilimdeki başarılarının onuruna Alman gökbilimci Johann Heinrich von Mädler 1830’da yaptığı Ay haritasında bir kratere Uluğ Bey Krateri adını verdi. Koordinatlar 32.7° Kuzey, 81.9° Batı; Çap 54 km; Derinlik 1,7 km.

ÖLÇÜMLER


Uluğ Bey 1437’ye dek bin kadar (ya da 994, 1018, 1022 gibi rakamlar da verilir) yıldızın ölçümlerini derledi. Zij i Sultani Ptolemi (İS 170’ler) ve Brahe (1600’ler) arasında üretilen en büyük çalışma idi ve Uluğ Bey’in yanısıra Ali Kuşçu ve Kadızade de olmak üzere Gözlemevinde çalışan bir dizi insanın ortak ürünü oldu. Gözlemevinde yapılan gözlemlerin tablolarının yanısıra, yapıt takvim hesaplamaları ve trigonometrik çözümler de kapsıyordu.

Arap yıldız kataloglarında bulduğu ciddi hata onu 992 durağan yıldızın konumlarını yeniden belirlemeye götürdü. Araplar yalnızca Ptolemi’den kopya etmişler ve boylamlara eksen salınımının etkisini eklemekle yetinmişlerdi. Uluğ Bey kendi Kataloğuna Al Sufi’nin 964 yılı kataloğundan Semerkant’tan gözlenemeyecek denli güneyde olan 27 yıldızı ekledi.

1437'de Uluğ Bey yıldız yılının uzunluğunu 365.2570370 gün olarak belirledi (365 gün, 6 saat, 10 dakika, 8 saniye (+58 saniyelik bir hata ile). Yıllara yayılan ölçümlerinde 50 metre yüksekliğinde gnomon kullandı. Daha sonraki ölçümlerinde 365g 5s 49d 15 saniyelik daha sağın bir değer elde etmeyi başardı ki, +25 saniyelik hata oranı ile Copernicus'un +30 saniyelik hata kapsayan hesaplamasından daha doğru idi. Uluğ Bey'in Yeryüzünün dönme ekseninde eğimi 23,52 derece olarak ölçümü de Copernicus ve Tycho Brahe'nin hesaplamalarından daha doğru idi ve bugün kabul edilen değer ile tam olarak çakışır.

Ptolemi’den bu yana ilk özgün çalışma olan Katalog 1665’te Oxford’da Thomas Hyde tarafından ‘‘Tabulae longitudinis et latitudinis stellarum fixarum ex observatione Ulugbeighi’’ başlığı altında yayıma hazırlandı ve 1767'de G. Sharpe tarafından yeniden basıldı. Daha yakınlarda çıkan yayımlar Francis Baily'nin 1843'te yayımladığı "Memoirs of the Royal Astronomical Society"nin xiii'üncü cildi ve Edward Ball Knobel'in 1917'de yayımladığı "Ulugh Beg's Catalogue of Stars, Revised from all Persian Manuscripts Existing in Great Britain, with a Vocabulary of Persian and Arabic Words" başlıklı çalışmalarıdır.

Gözlemevinde Uluğ Bey’in yönetimi altında ve onunla işbirliği içinde çalışan bilimcilerin yaptıkları çalışmalar arasında şunlar bulunur: Kübik eşitliklere sağın yaklaşık çözümler vermek için yöntemler; binomial teorem ile çalışmalar; Uluğ Bey’in sekiz ondalık sayıya kadar doğru sinüs ve tanjant tabloları; küresel trigonometri için formüller; ve, özel bir önemi olmak üzere, Uluğ Bey’in Ptolemi’den bu yana hazırlanan ilk kapsamlı yıldız Kataloğu. Zic-i Sultani ya da Uluğ Bey Zayiçesi adını taşıyan bu katalog on yedinci yüzyıla dek bu tür çalışmalar için ölçünleri belirledi.

Katalog trigonometrik sonuçları 1 derecelik aralıklarda verilen sinüs ve tanjant tablolarını kapsar. En az 8 ondalık basamak düzeyine dek doğru olan bu tablolar yüksek bir sağınlık derecesi gösterirler. Hesaplama sin 1°'nin sağın bir belirlemesi üzerine dayanır. Uluğ Bey bu belirlenimi onun bir kübik denklemin çözümü olduğunu göstererek ve sonra bunu sayısal yöntemler ile bularak saptar. Elde ettiği sonuç sin 1° = 0.017452406437283571'dir. Bugünkü yaklaşık değer sin 1° = 0.017452406437283512820.....'dir.


Gözlemler Ptolemi’nin o güne dek sorgusuzca kabul edilen hesaplamalarındaki bir dizi yanlışı gün ışığına çıkardı. Yine, gözlemevinden alınan veriler Uluğ Bey’in yılın uzunluğunu 365 gün 5 saat 49 dakika 15 saniye olarak oldukça sağın bir hesaplamasını yapmasına olanak verdi. Uluğ Bey Güneş, Ay ve gezegenler ile ilgili verileri de yayımladı ve gezegenlerin bir yıllık devimleri için saptanan bu veriler de çalışmasının çoğu durumunda olduğu gibi oldukça sağındır.

Uluğ Bey’in verileri modern zamanların verilerine Satürn, Jüpiter ve Venüs ile ilgili olarak iki ya da beş saniyelik sınırlar içerisinde yaklaşır.

 
 


  • Doğa.


  • Uluğ Bey gözlemevinde.

ULUGH BEG'S CATALOGUE OF STARS
ULUĞ BEY'İN YILDIZLAR KATALOĞU

BY
Edward Ball Knobel
Treasurer and Past President of the Royal Astronomical Society

The Carnegie Institution of Washington
Washington, 1917

The only information we possess of the formation of the Catalogue of Stars is contained in the thirteenth chapter of the third part of the Preface, of which the following is a translation: [Uluğ Bey'in] Yıldızlar Kataloğunun biçimlenişine ilişkin biricik bilgimiz Önsözün on üçüncü paragrafında kapsanır ve bunun bir çevirisi şöyledir:
"Determination of the Places of the Fixed Stars in Longitude and Latitude. "Durağan Yıldızların Yerlerinin Enlem ve Boylamda Belirlenmesi.
"Before the time of Ptolemy 1,022 fixed stars had been observed. Ptolemy has given them in a catalogue in the Almagest. The stars are distributed in six magnitudes; the largest are of the first and the smallest of the sixth magnitude. Each magnitude is divided into thirds, and in order to recognize the stars, 48 figures or constellations have been imagined, of which 21 are north of the ecliptic, 12 in the Zodiac, and 15 south of the ecliptic. The larger number of the stars are within the figures, the others are in the neighbourhood, and are designated as unformed stars of the constellation. "Ptolemi'nin zamanından önce 1.022 durağan yıldız gözlenmişti. Ptolemi onları Almagest'te bir katalogda vermiştir. Yıldızlar altı büyüklüğe göre dağılır: En büyükleri birinci ve en küçükleri atıncı büyüklüktedir. Her büyüklük üçe bölünür, ve yıldızları tanıyabilmek için 48 beti ya da takımyıldız imgelenmiştir ki bunlardan 21'i ekliptiğin kuzeyinde, 12'si Zodyakta, ve 15'i ekliptiğin güneyindedir. Yıldızların büyük sayısı betilerin içerisindedir; geri kalanlar komşu bölgededir ve takımyıldızın biçimlenmemiş yıldızları olarak belirtilirler.
"Abd Al Rahman Sufi composed a treatise on the stars which all learned men have received with gratitude. Before determining by our own observations the position of these stars, we have laid them down on a sphere according to this treatise, and we have found that the greater part of them are situated differently from their appearance in the heavens. This determined us to observe them ourselves with the assistance of Divine Providence, and we have found that they were advanced from the epoch at which Sufi's work was written, so that on giving them, according to this general observation, their absolute positions, we no longer found any difference from their appearance to the eye. "Abdülrahman Sufi yıldızlar üzerine tüm bilgili insanların minnettarlık ile kabul ettikleri bir inceleme yazdı. Kendi gözlemlerimiz ile bu yıldızların konumunu belirlemeden önce, onları bu incelemeye göre bir küre üzerine yerleştirdik ve büyük bölümünün gökte göründüklerinden daha ayrı yerlerde olduğunu bulduk. Bu bizi Tanrısal Kayranın yardımı ile onlar üzerine kendi gözlemimizi yapma kararına götürdü, ve Sufi'nin çalışmasının yazıldığı çığırdan daha ileride olduklarını bulduk, öyle ki onlara bu genel gözleme göre saltık konumlarının verilmesi üzerine, bundan böyle göze görünüşlerinden herhangi bir ayrım bulamadık.
"It is on this principle that we have reobserved all the stars already determined, with the exception of 27 which are too far to the south to be visible at the latitude of Samarkand, namely the 7 stars in the constellation Ara; 8 in Argo Navis, stars 36 to 41, and 44 and 45; 11 in Centaurus, from the 27th to the end; and one star, the tenth in the constellation Lupus; and we have taken these 27 stars from the work of Abd Al Rahman Sufi, taking account of the difference of epoch. "Daha önce belirlenen tüm yıldızları bu ilke üzerine yeniden gözledik ve Semerkant'ın enleminde görülebilir olamayacak denli güneyde kalan 27'sini dışarıda bıraktık. Bunlardan 7'si Ara takımyıldızında; 8'i Argo Navis'te, yıldızlar 36'dan 41'e, ve 44 ve 45; 11'i Centaurus'ta, 27'nciden sonuna kadar; ve tek bir yıldız, Lupus takımyıldızında onuncusu; ve çığır ayrımını göz önünde tutarak, bu 27 yıldızı Abdülrahman Sufi'nin çalışmasından aldık.
"Besides these there are 8 stars mentioned by Abd Al Rahman Sufi in his book, of which Ptolemy gives the positions, but which Abd Al Rahman Sufi could not find, and which notwithstanding all our researches, we have been unable to discover. For that reason we do not indicate those stars in the present catalogue. These Ptolemy stars are the 14th of Auriga, the 11th of Lupus, and the 6 unformed stars of Piscis Austrinus. "Bunların yanısıra Abdülrahman Sufi tarafından kendi kitabında sözü edilen 8 yıldız daha vardır ki, Ptolemi bunların konumlarını vermesine karşın Abdülrahman Sufi onları bulamamıştır, ve tüm araştırmalarımıza karşın biz de onları keşfetmeyi başaramadık. Bu nedenle o yıldızları bu katalogda belirtmiyoruz. Bu Ptolemi yıldızları Auriga'nın 14'üncü, Lupus'un 11'inci yıldızı, ve Piscis Austrinus'un 6 biçimlendirilmemiş yıldızıdır.
"In our catalogue we have given the position of the stars for the beginning of the year 841 of the Hegira, so that at any time we may be able to find the place of any stars on the supposition that they advance one degree in seventy solar years." "Kataloğumuzda yıldızlarının konumunu Hicretin 841'inci (1437) yılının başlangıcından verdik, öyle ki herhangi bir zamanda herhangi bir yıldızın yerini yetmiş güneş yılında bir derece ilerledikleri sayıltısı üzerine bulabilelim."
 
 


  • Semerkant Gözlemevinin kalıntıları

ÖLÜM


Uluğ Bey politikada bilimde olduğu kadar başarılı değildi, ve 1447’de babasının ölümünden sonra tek oğul olmasına karşın erki elinde tutmayı başaramadı. İki yıl süren yöneticiliğinin sonunda 1449’da dünyasal etkinliklerini doğru bulmayan oğlu Abdül Latif tarafından Semerkant’ta öldürtüldü. Mezarı Semerkant’ta Timur tarafından yaptırılan mozelede 1941’de bulundu. Uluğ Bey elbiseleri ile birlikte gömülmüştü ve bu bir şehit olarak görüldüğünü belirtir.

Uluğ Bey'in gözlemevi Nasir el-Din el-Tusi'nin Meragha'daki gözlemevi gibi çalışmayı sürdürmedi ve kurucusunun ölümü üzerine etkinliğine son verdi. Ali Kuşçu Semerkant'tan ayrıldı ve Uluğ Bey'in ölümünden sonra İslamik gökbilim bir ilerleme yapmadı.

 
 


  • Ali Kuşçu'nun İstanbul'a giderken izlediği yol.

ALİ KUŞÇU


Uluğ Bey'in 1447'deki ölümünden sonra öğrencisi Ali Kuşçu (1403, Semerkant-1474, İstanbul) gözlemevindeki çalışmanın tam yönetimini üstlendi. 1470'te çalışmaları, yapıtları ve Ziji Sultani'nin gözlemevinden alınan eşlemlerini de taşıyan bir kervan ile İstanbul'a gitmek üzere yola çıktı. Ali Kuşçu İstanbul'da iki yıl yaşadı. Bu süre içinde Ayasofya Medresesinde bir öğretmen olarak çalıştı ve Uluğ Bey'in okulunun bilimsel sonuçlarının tanıtımı için elinden geleni yaptı.

 
 


  • Uluğ Bey

SONSÖZ


Uluğ Bey’in yaşamı insanın bilme, öğrenme, kendini ve evrenini anlama etkinliğine aittir ve, epigramında belirttiği gibi, bu niteliği ile sonsuza dek yaşayacaktır. Değer kavramı sonluluğu, göreliliği dışlar. Öyle görünür ki, Türklerin ve bütün bir İslamik dünyanın onu gözardı etmesinin, yabancılamasının ve en sonunda unutmasının başlıca nedeni Uluğ Bey’in kültürel tikelliklerin üstünde ve ötesinde olması, ussallık ve özgürlükten gelen büyüklüğüdür. Tıpkı Farabi gibi, Uluğ Bey de Batı tini tarafından kucaklandı, değerlendirildi, ve onurlandırıldı. Farabi Latin Batının İslamik felsefe ve bilim öğretmelerinin en önünde durur. Batının özgür ve ussal tini Uluğ Bey’de de aynı sonsuz değeri gördü. İslamik dünya ve Türk dünyası, sözel olmanın dışında, bilimsel ve felsefi açıdan bu iki büyük insana hak ettikleri değeri ve onuru verecek yetkinlikte değildi. Değer verebilmek için değerli olmak gerekir. Ama kulluk değersizliktir. İslamik dünya Uluğ Bey’i anlayacak olgunluğa ulaştığı zaman, entellektüel olarak olduğu gibi moral, törel ve estetik olarak da büyüdüğü zaman, bundan böyle bütünüyle başka bir kültür olacaktır.

 
 
  • Video

    Bir video: Embajada a Tamorlán/Timur'a Elçi (İspanyolca).
    Osmanlı gücünün yükselişimini kaygıyla izleyen Timur karşılıklı düşmanı durdurabilmek için Avrupa ile bir bağlaşma yaratmaya çalıştı. 1402'de Fransa kralı "Deli" IV. Charles'a ve ayrıca İspanya'ya bir elçi gönderdi. Yanıt olarak Castile kralı III. Herny Timur'a bir Madrid şovalyesi olan Ruy Gonzales de Clavijo'yu gönderdi.

    Ruy González de Clavijo (ö.1412) Castilialı bir gezgin ve yazar idi. 1403-05'te III. Henry'nin Timur'un sarayına büyükelçisi oldu. Yolculuğun belki de gezi sırasında tutulan ayrıntılı notlar üzerine dayalı bir günlüğü daha sonra 1582'de İsponyolca'da (Embajada a Tamorlán) ve 1859'da İngilizce'de (Narrative of the Embassy of Ruy Gonzalez de Clavijo to the Court of Timour at Samarcand AD 1403-6) yayımlandı.

    Bir video: Embajada a Tamorlán/Timur'a Elçi (İspanyolca).



  • Timur ve orduları tarafından tutsak edilen dördüncü Osmanlı Padişahı I. Bayezid (1360-1403). (Tablo: Stanislaw Chlebowski.)

    Uluğ Bey'in dedesi ve Babürün büyük dedesi olan Timur sanatların ve özellikle mimarinin koruyucusu ve destekleyici idi. Kimi araştırmacılar askeri seferlerinin sonucunda 17 milyon kadar insanın öldürüldüğünü hesaplarlar (Jül Sezar'ın yok ettiği Keltlerin sayısı bir milyondur). Bu sayı dünya nüfusunun %5'i idi. Timur kitle kıyımından geçirdiği kentlerde sanatçıları ve teknik elemanları bağışlıyordu.


  • Turistik Timur


  • "Utku" (Vasily Vereshchagin); Semerkant, Registan'da Şir Dor Medresesi.

TİMUR


Timur’un kendisi bugün Özbekistan toprakları içersinde bulunan Transoxania’da (Maveraünnehir) yaşayan Türk Barlas aşiretinden idi. Türk ve Moğol kabilelerini birleştiren Timur atlı okçulardan oluşan orduları ile İran, Irak ve Doğu Anadolu’da imparatorluğunu kurdu. Torunu Uluğ Bey’in doğumundan kısa bir süre sonra Hindistan’ı istila ederek 1399’da Delhi’nin denetimini ele geçirdi. 1309’dan 1402’ye dek fetihlerini sürdüren Timur Suriye’de Mısırlı Memlükleri ve 1402’de Ankara yakınlarında Osmanlı Padişahı I. Bayezid’i yendi. Timur 1405’te öldü.


SEMERKANT


2.500 yıl kadar önce kurulan MARAKANDA İÖ 4’üncü yüzyılda Büyük İskender tarafından ele geçirildi. 328’de İskender’e karşı ayaklanan kent yokedildi. Daha sonra Partialılar, Seleukidler ve Baktrialılar arasındaki çatışmalara sahne olan kent İÖ birinci yüzyılda Kuşhan krallarının egemenliği altında yeniden serpildi. 8’inci yüzyılda Sogdiana’nın başkenti olan Semerkant Araplar tarafından ele geçirildi ve kent halkı İslama döndü. 10’uncu yüzyıla doğru Semerkant kültür ve ekonomide önderliği yitirdi ve yeri Buhara tarafından alındı. 10 ve 11’inci yüzyıllar kentin Buhara’ya karşı savaşımı ile damgalanır. 1220’de kent Cengiz Han’ın askerleri tarafından yokedildi. Daha sonra 14’üncü yüzyılda Timur kenti Moğollardan aldı ve imparatorluğu için başkent yaptı. Kent hızlı bir büyüme ve kalkınma dönemine girdi. Semerkant’ın büyüklüğünü simgelemek üzere köylerine Şiraz, Bağdat, Kahire gibi adlar verildi. Kent 15’inci yüzyılda Uluğ Beyin yönetimine bırakıldı.


BUHARA


Büyük İskender Buhara’dan geçerken kent daha şimdiden yaklaşık olarak 1.000 yaşındaydı. Dünyanın en eski kentlerinden biri olan Buhara eski Zerdüştler tarafından kuruldu ve Zerdüştlük için dinsel bir özek oldu. 1500’de Özbekler tarafından ele geçirilen Semerkant Buhara Hanlığına bağlandı. Buhara daha o sıralarda İslamik elyazmalarının ve bir süre sonra basılı yazıların bir hazinesi oldu. Büyük bir tecim özeğine dönüşen kente İpek Yolu aracılığıyla binlerce rulo ve kitap getirildi. Buhara çarşıları tüm İslam dünyasının en büyük belgeler kaynağına dönüştü ve kent dev bir kütüphane oldu. 11 ve 15’inci yüzyıllara ait İslamik yapıtlardan pek çoğunun günümüze kalmış olması bu olguya bağlıdır. Daha sonra Bolşeviklere direniş nedeniyle Sovyet ağır toplarının ve tanklarının saldırıları ve hava bombardımanları sonucunda Buhara’nın arşivleri yok oldu.

 
 
AZİZ YARDIMLI (C) 2006, 2014
www.ideayayinevi.com

NARRATIVE OF THE EMBASSY OF RUY GONZALEZ DE CLAVIJO

NARRATIVE OF THE EMBASSY OF RUY GONZALEZ DE CLAVIJO.





Clavijo sailed to Constantinople in 1403, then along the Black Sea coast of Turkey to Trabzon, overland through Armenia to Iran, finally reaching Tehran. Clavijo's original intention was to meet thence Timur at his winter pasturage in what is now Georgia, but due to foul weather conditions and a shipwreck, the embassy was forced to return to Constantinople and spend the winter there. The following months Clavijo chased the wake of Timur's army, but was unable to catch up to the rapidly moving, mounted horde. He decided to continue all the way to Samarkand, arriving there on September 8, 1404, subsequently providing the most detailed contemporary description of Timur's court by a Westerner.

Clavijo found Samarkand a grandly cosmopolitan place. From his Narrative of the Embassy of Clavijo, which has been called 'the oldest Spanish narrative of travels of any value':

The city of Samarcand is situated in a plain, and surrounded by an earthen wall. It is a little larger than the city of Seville, but, outside the city, there are a great number of houses, joined together in many parts, so as to form suburbs. The city is surrounded on all sides by many gardens and vineyards, which extend in some directions a league and a half, in others two leagues, the city being in the middle. In these houses and gardens there is a large population, and there are people selling bread, meat, and many other things; so that the suburbs are much more thickly inhabited than the city within the walls. Amongst these gardens, which are outside the city, there are great and noble houses, and here the lord has several palaces.

... Many streams of water flow through the city, and through these gardens, and among these gardens there are many cotton plantations, and melon grounds, and the melons of this land are good and plentiful; and at Christmas time there is a wonderful quantity of melons and grapes. Every day so many camels come in, laden with melons, that it is a wonder how the people can eat them all. They preserve them from year to year in the villages, in the same way as figs, taking off their skins, cutting them in large slices, and then drying them in the sun.

Outside the city there are great plains, which are covered with populous villages, peopled by the captives which the lord caused to be taken from the countries which he conquered. The land is very plentiful in all things, as well bread as wine, fruit, meat, and birds; and the sheep are very large, and have long tails, some weighing twenty pounds, and they are as much as a man can hold in his hand. These sheep are so abundant in the market that, even when the lord was there with all his host, a pair was worth only a ducat. Other things are so plentiful, that for a meri, which is half a rial, they sell a fanega (i.e. bushel) and a half of barley, and the quantity of bread and rice is infinite.

The lord had so strong a desire to ennoble this city, that he brought captives to increase its population, from every land which he conquered, especially all those who were skilful in any art. From Damascus he brought weavers of silk, and men who made bows, glass, and earthenware, so that, of those articles, Samarcand produces the best in the world. From Turkey he brought archers, masons, and silversmiths. He also brought men skilled in making engines of war: and he sowed hemp and flax, which had never before been seen in the land.

There was so great a number of people brought to this city, from all parts, both men and women, that they are said to have amounted to one hundred and fifty thousand persons, of many nations, Turks, Arabs, and Moors, Christian Armenians, Greek Catholics, and Jacobites, and those who baptize with fire in the face (i.e. Hindus or Zoroastrians) who are Christians with peculiar opinions. There was such a multitude of these people that the city was not large enough to hold them, and it was wonderful what a number lived under trees, and in caves outside.

The city is also very rich in merchandize which comes from other parts. Russia and Tartary send linen and skins; China sends silks, which are the best in the world, (more especially the satins), and musk, which is found in no other part of the world, rubies and diamonds, pearls and rhubarb, and many other things. The merchandize which comes from China is the best and most precious which comes to this city, and they say that the people of China are the most skilful workmen in the world. They say themselves that they have two eyes, the Franks one, and that the Moors are blind, so that they have the advantage of every other nation in the world. From India come spices, such as nutmegs, cloves, mace, cinnamon, ginger, and many others which do not reach Alexandria ...

... As there is not a place for the orderly and regular display of the merchandize for sale, the lord ordered that a street should be made in the city, with shops for the sale of merchandize. This street was commenced at one end of the city, and went through to the other. He entrusted this work to two of his Meerzas, and let them know that if they did not use all diligence to complete it, working day and night, their heads should answer for it. These Meerzas began to work, by pulling down such houses as stood in the line by which the lord desired the street to run, and as the houses came down, their masters fled with their clothes and all they had: then, as the houses came down in front, the work went on behind. They made the street very broad, and covered it with a vaulted roof, having windows at intervals to let in the light.

As soon as the shops were finished, people were made to occupy them, and sell their goods; and at intervals in this street there were fountains. A great number of workmen came into the city, and those who worked in the daytime, were relieved by others who worked all night. Some pulled down houses, others levelled the ground, and others built the street; and day and night they made such a noise, that they seemed to be like so many devils.

This great work was finished in twenty days, which was very wonderful; and the owners of the houses which were pulled down went to certain Cayris (Qazis?) who were friends of the lord; and one day, when they were playing at chess with the lord, they said that, as he had caused those houses to be destroyed, he ought to make some amends to the owners. Upon this he got into a rage, and said, " This city is mine, and I bought it with my money, and possess the letters for it, which I will show you to-morrow; and, if it is right, I will pay the people, as you desire." When he had spoken, the Cayris were afraid, and they were surprised that he did not order them to be killed, or punished for having thus spoken; and they replied that all that the lord did was right, and that all his commands ought to be obeyed.


Clavijo hung around, entertaining and informing himself:

The chief city of India is called Delhi, and here Timour Beg fought a battle with the lord of India. The Indian collected a great force, and had fifty armed elephants; and in the first battle the lord of India defeated Timour Beg, by means of his elephants. On the following day they renewed the contest, and Timour took many camels, and loaded them with dry grass, placing them in front of the elephants. When the battle began, he caused the grass to be set on fire, and when the elephants saw the burning straw upon the camels, they fled. They say that the elephants are much afraid of fire, because they have small eyes; and thus the lord of India was defeated.

... When the lord of India was defeated, he fled to the mountains, and collected another force, but he did not venture to attack his enemy. The plain country which was then conquered, is governed by this grandson of Timour Beg, from the great and rich city of Hormes; but the greater part of India is still held by the former lord. This battle took place about twelve years ago, and since that time, neither Timour Beg, nor his grandson, have attempted to advance further into India.

The people and the lord of India are Christians, of the Greek faith (i.e. to Calvijo's Uzbek informants, Christians and Hindus are undifferentiated infidels); but, among them, there are some who are distinguished by a brand in their faces, and who are despised by the others; and Moors and Jews live amongst them, but they are subject to the Christians.


Clavijo, and the other ambassadors to the court, witness a feast:

There were three hundred jars of wine placed before the lord, on the ground; and there were also large skins full of cream, into which the attendants put loaves of sugar, and mixed it up; and this was what they drank on that day. When the people were all arranged in order round the wall which encircled the pavilion, Cano (i.e. Khanum) , the chief wife of the lord, came forth to be present at the feast. She had on a robe of red silk, trimmed with gold lace, which was long and flowing, but without sleeves, or any opening, except one to admit the head, and two arm holes. It had no waist, and fifteen ladies held up the skirts of it, to enable her to walk. She had so much white lead on her face, that it looked like paper; and this is put on to protect it from the sun, for when they travel in winter or summer, all great ladies put this on their faces. She had a thin veil over her face, and a crested head dress of red cloth, which hung some way down the back. This crest was very high, and was covered with large pearls, rubies, emeralds, and other precious stones, and it was embroidered with gold lace, on the top of which there was a circlet of gold, set with pearls. On the top of all there was a little castle, on which were three very large and brilliant rubies, surmounted by a tall plume of white feathers. One of these feathers hung down as low as the eyes, and they were secured by golden threads; and, as she moved, they waved to and fro. Her hair, which was very black, hung down over her shoulders, and they value black hair much more than any other colour. She was accompanied by three hundred ladies, and an awning was carried over Cano, supported by a lance which was borne by a man. It was made of white silk, in the form of the top of a round tent, and held over her, to protect her from the sun.

A number of eunuchs, who guard the women, walked before her, and in this way she came to the pavilion where the lord was, and sat down near him, with all her ladies, and three ladies held her head dress with their hands, that it might not fall on one side.

As soon as she was seated, another of the wives of the lord came out from another enclosure, with many ladies, dressed in the same way, and sat down in the pavilion, a little below Cano. She was the second wife, and was called Quinchicano (Kuchuk Khanum?). Then, from another enclosure, came another wife, and sat down a little below the second; and in this way nine wives came out, and sat round the lord, eight of them being his own, and one the wife of his grandson ... The names of the other wives were Dileoltagna, Cholpamalaga, Mundagasa, Vengaraga, Ropa-arbaraga, and Yauguraga, which means " queen of the heart," and Timour Beg gave her that name last August.

When they were all seated in order, they began the drinking, which lasted a long time. They gave the women their wine, with the same ceremonies which have been described to you, when I told you of the entertainment given in the tents of Hausada. The lord called the ambassadors before him, and gave the master of theology a cup of wine with his own hand, for he now knew that Ruy Gonzalez never drank wine. Those who took drink from the hand of the lord, observed the following ceremonies. First they knelt down with their right knees, then they went forward a little, and knelt with both knees. They then took the cup, got up, and walked backwards a little, so as not to turn their backs, knelt down again, and drank so as not to leave a drop in the cup.

Each of the ambassadors was held under the armpits by two knights, who did not leave them, until they had returned to the place where they were before.


Clavijo had arrived in the twilight of Timur. His embassy had been overtaken somewhat by events -- Timur had defeated the Ottomans and captured their Sultan Bayazit I, relieving the pressure on Europe. Clavijo's mission was no longer urgent, and he was unable to secure a letter from Timur to Henry.

On Friday, the 1st of November, the ambassadors went to see the lord, according to his order, expecting that he would dismiss them, and they found him at the mosque, which was being built. They waited from morning until noon, when the lord came out of a tent, and sat down on a carpet, where they brought him much meat and fruit. He sent to the ambassadors to say that they must excuse him that day, as he could not speak with them, having much business with his grandson Peer Mohammed, who was called king of India; and who was about to return to his own territory, whence he had come. On that day the lord gave him many horses, and robes, and arms, and knights to accompany him on his return.

On the following Saturday the ambassadors returned to the lord, as he had commanded, but he did not come out of his tent, because he felt ill. The ambassadors waited until noon, when he came out; but some of his courtiers told the ambassadors to go away, as he would not see them, so they returned to their lodgings.

On Sunday the ambassadors again went to the lord, to see if he would order them to be dismissed, and they waited a long time. The three confidential Meerzas asked them what they wanted, and told them to return to their lodgings, as the lord would not see them. They then sent for the knight who had charge of them, asked him why he had let them come, and ordered his nose to be pierced through; but he proved that he did not send them, nor had he seen them that day, and he thus escaped, with only a sound flogging. The Meerzas did this, because the lord was very sick, and all his women and attendants were running about in a state of bewilderment: so the Meerzas told the ambassadors to return to their lodgings, and to remain there, until they were sent for.

On the 18th of November, the Meerzas sent the Zagatay, who was to accompany the ambassadors, to say that they were to depart; and they replied that they would not go, without either seeing the lord, or receiving a letter from him; but he said that they must either go at once with all the supplies due to their rank, or stay, and go at another time without them. On that day, therefore, they left the place where they were lodging, and went to a garden near the city, with the ambassador from the sultan of Babylon, where they were ordered to wait for the ambassadors from Turkey. They remained in this garden until Friday the 21st of November, when they all assembled, and departed from Samarcand.


Timur recovered somewhat to insist on mounting a final conquest of China. He rode out across the Syr Daria shortly after dismissing Clavijo. Three months later, near Otrar at the Chinese border, he died during the march.

Tepe

EDITIONS CONTAINING ALL OR PART OF ULUGH BEG'S ZIJ

EDITIONS CONTAINING ALL OR PART OF ULUGH BEG'S ZIJ
(http://vlib.iue.it/carrie/texts/carrie_books/paksoy-2/cam6.html)

1648. John Greaves (1602-1652). Quibus accesserunt, Insigniorum aliquot Stellarum Longitudines, et Latitudines, Ex Astronomicis Observationibus Ulug Beigi, Tamerlani Magni Nepotis. Oxoniae. Contains latitudes and longitudes of [98] stars.

1648. John Greaves (1602-1652). Binae Tabulae Geographicae, una Nassir Eddini Persae, altera Vlug Beigi Tatari: Opera et Studio J. Gravii. Lugduni, Batavorum. Geographical tables of the Zij.


1648. John Bainbridge (1582-1643). Canicularia. Una cum demonstratione ortus Sirii heliaci, pro parallelo inferioris Aegypti. Auctore Iohanne Gravio. Quibus accesserunt, insigniorum aliquot stellarum longitudines, et latitudines, ex astronomicis observationibus Vlug Beigi. Oxoniae, H. Hall. The citation in the U. S. Naval Observatory copy states that Greaves added the catalogue of 98 Ulugh Beg stars to the Bainbridge treatise.


1650. John Greaves (1602-1652). Epochae Celebriores, Astronomis, Historicis, Chronologis, Chataiorum, Syro-Graecorum Arabum, Persarum, Chorasmiorum usitatae (Arabice et Latine): Ex traditione Ulugi Beigi; eas primus publicavit, recensuit, et Commentarius illustravit Johannes Gravius. Londini, J. Flesher. Latin and Persian on opposite pages. That part of the Zij dealing with chronology.


1652. John Greaves (1602-1652). Binae Tabulae Geographicae, una Nassir Eddini Persae, altera Vlug Beigi Tatari: Opera et Studio J. Gravii nunc primum publicatae. Londini, Typis Jacobi Flesher: prostant apud Cornelium Bee. 2nd edition of geographical tables.


1665. Thomas Hyde (1636-1703). Tabulae long. ac lat. stellarum fixarum, ex observatione Ulugh Beighi, Tamerlanis Magni Nepotis, Regionum ultra citraque Gjihun (i. Oxum) Principis potentissimi. Ex tribus invicem collatis MSS. Persicis jam primum Luce ac Latiodonavit, & commentariis illustravit, Thomas Hyde. In calce libriaccesserunt Mohammedis Tizini tabulae declinationum & rectarium ascensionum. Additur demum Elenchus Nominum Stellarum. Oxonii: Typis Henrici Hall, sumptibus authoris. Tables in Latin and Persian for 1018 stars of which about 700 were based exclusively on Ulugh Beg and the balance were reduced from Ptolemy in one or both coordinates. Hyde appears to have worked totally independent of Greaves.


1690. Johannes Hevelius (1611-1687). Prodromus Astronomiae. Danzig. Contains a comparison of data in Ulugh Beg's tables with other star catalogues known at that time -- those of Ptolemy, Tycho Brahe, Giambattista Riccioli, Wilhelm IV (Landgrave of Hesse-Cassel), and Hevelius.


1698-1712. Geographiae veteris scriptores graeci minores. Cum interpretatione latina, dissertationibus, ac annotationibus... Oxoniae, e Theatro Sheldoniano. A work containing Ulugh Beg's geographical tables.


1725. John Flamsteed (1646-1719). Historia Coelestis Britannica. London, 3 vols. Includes Ulugh Beg's catalogue, along with those of Ptolemy, Tycho Brahe, Wilhelm IV, and Hevelius.


1767. Gregory Sharpe. Syntagma dissertationum quas olim auctor doctissimus Thomas Hyde, S. T. P. separatim edidit. Accesserunt nonnulla ejusdem opuscula hactenus inedita, &c. &c. Omnia diligenter recognita a Gregorio Sharpe, LL.D. Reg. Maj. a sacris. Templi Magistro S.S.R. et A.S. Oxonii. Reprint, with corrections, of Hyde's 1665 work on the Zij, in a 2 vol. collection of Hyde's work.


1807. Duo pinakez geographikoi, d men Nassir 'Eddinou Persou, d de Ouloug Mpei Tatarou. 'Epimeleia kai opoudh Dhmhtriou 'Alexandridou ... Kata thn en 'Oxonia ekdosin tou sophou Grauiou. 'En Biennh thz Austriaz, ek thz tupographiaz 'A. Sxmidiou. Ulugh Beg's geographical tables published in Vienna in a Greek-language edition.


1843. Francis Baily (1774-1844). "The Catalogues of Ptolemy, Ulugh Beigh, Tycho Brahe, Halley and Hevelius, Deduced From the Best Authorities, With Various Notes and Corrections," Memoires of the Royal Astronomical Society 13, pp. 19-28, 79-125, London. Reprinted from Thomas Hyde's translation, as edited by Gregory Sharpe in 1767.


1839. L. P. E. A. Sedillot (1808-1875). Tables astronomiques d'Oloug Beg, commentees et publiees avec le texte en regard, TomeI, 1 fascicule, Paris. A very rare work, but referenced in the Bibliographie generale de l'astronomie jusqu'en 1880, by J. C. Houzeau and A. Lancaster (Brussels, 3 vols. 1887-9; reprinted London, 1964).


1847. L. P. E. A. Sedillot (1808-1875). Prolegomenes des Tables astronomiques d'Oloug Beg, publiees avec Notes et Variantes, et precedes d'une Introduction. Paris: F. Didot.


1853. L. P. E. A. Sedillot (1808-1875). Prolegomenes des Tables astronomiques d'Oloug Beg, traduction et commentaire. Paris.


1917. Edward Ball Knobel (1841-1930). Ulugh Beg's Catalogue of Stars, Revised from all Persian Manuscripts Existing in Great Britain, with a Vocabulary of Persian and Arabic Words. Washington, D. C.: The Carnegie Institute of Washington.

 

Tepe

CRONOLOGICAL SURVEY OF ULUGH-BEG'S TIME (BARTHOLD)

CRONOLOGICAL SURVEY OF ULUGH-BEG'S TIME (BARTHOLD)



1394. Birth of Ulugh-beg in Sultaniya on 22 March.
1394-1405. Ulugh-beg brought up under the supervision of the queen Saray-Mulk khanum.
1394. May. The queens and children are summoned to Armenia and Transcaucasia.
1395. They return to Samarqand.
1396. Ulugh-beg welcomes Timur in Khuzar.
1397-8. He accompanies Timur on the Indian expedition as far as Kabul.
1399. He welcomes Timur on the banks of the Amu-Darya on 30 March.
1399-1404. He accompanies Timur on his campaign in the West.
1399-1400. Winter spent in Qarabagh.
1400-1401. Winter spent in Sultaniya.
1401-1402. Winter spent in Qarabagh.
1402-1403. Winter spent in Sultaniya.
1403. Ulugh-beg welcomes Timur in Erzerum.
1403-1404. Winter spent in Qarabagh.
1404. Return to Samarqand. Ulugh-beg's wedding. He takes part in the Chinese campaign. He is appointed ruler of Tashkent and Moghulistan.
1405. He arrives in Otrar on 14 January.
1405. Death of Timur on 18 February.
1405-1411. Ulugh-beg under the tutorship of amir Shah-Malik.
1405. Residence in Bukhara and flight to Khorasan in March.
1405-6. Ulugh-beg prince of Shapurqan and Andkhoy.
1405. Expedition beyond the Amu-Darya. Return of Ulughbeg's wife.
1406. February. Defeat at Qarshi and flight to Khorasan.
1400-9. Ulugh-beg prince of Northern and Central Khorasan.
1407. Mazandaran added to Ulugh-beg's fief. Revott in that province. Shabrukh's expedition and his meeting with Ulugh-beg in Quchan.
1409. Shahrukh's expedition against Samarqand and the occupation of that town (13 May). Embassy to China.
1409-1446. Ulugh-beg's reign in Mawarannahr.
1410. Struggle with Shaykh Nur al-din. Defeat of Shah-Malik and Ulugh-beg at Qizil-Rabat (20 April). U!ugh-beg at Kalif and Tirmidh. Shahrukh's expedition. Another defeat of Shah-Malik. Shahrukh's victory at Qizil-Rabat ( 12 July). Occupation of Samarqand (14 July). Shahrukh's departure (23 July).
I411. Shaykh Nur al-din's revolt quelled. Shahrukh's new expedition. He meets with Ulugh-beg on the Kashka-Darya (in the autumn). Shahrukh's departure with Shah-Malik
1412. Birth of Ulugh-beg's eldest daughter (19 August, in Herat).
1413-1426. Shah-Malik, ruler of Khwarazm.
1413. Shahrukh's expedition to the West. Elephants from Samarqand.
1414. Ulugh-beg seizes Farghana. He visits Herat (November).
1415. Samarqand envoys in China.
1416. Ulugh-beg on the Sir-Derya against the Uzbeks (March-April) . He annexes Kashghar. Embassy from Moghulistan.
1417. Ulugh-beg in Herat (7 May). He takes part in the reception of the Chinese ambassadors. His winter camp on the Chirchik.
1418. His return to Samarqand (February). Coup d'état in Moghulistan and the Moghul embassy to Samarqand. Freeing of the Moghuls imprisoned in the citadel of Samarqand.
1419. Death of Ulugh-beg's wife Öge-begüm. Arrival of the Uzbek prince Boraq. Chinese ambassadors in Samarqand (August). Expedition to the Sir-Darya (August-October). Disorders in Moghulistan. Envoys from Khudaydad. Return to Samarqand. Journey to Bukhara (November). The madrasa built by Ulugh-beg in Bukhara mentioned. Pilgrimage of Muhammad Parsa. Embassy to China (December).
1420. Arrival of Herat envoys to China. They are joined by Ulugh-beg's envoys (February). Expedition to the Sir-Darya against the Moghuls (June-July). Birth of Ulughbeg's son Abdullah (July). Arrival of Shir-Muhammad khan. His attempt to escape (October). He leaves with Ulugh-beg's consent (December). A madrasa and a khanaqa built in Samarqand. Ulugh-beg's troops take the fortress of Rukh.
1421. Birth of Ulugh-beg's son Abd al-Rahman (13 January). News of Shir-Muhammad khan's victory in Moghulistan (May-June). Success of Ulugh-beg's troops in that country.
1421-2. Winter spent in Bukhara. Embassy from Tibet.
1422. Ulugh-beg visits Herat.
1423. News of Boraq khan's success in the Golden Horde. Clash between Ulugh-beg and the Moghuls.
1424. Preparations for an expedition to Moghulistan. Winter camp on The Slr-Darya.
1425. News of Boraq-khan's fresh successes. Expedition against Moghulistan as far as Künges (February-June). Ulugh-beg in Herat (October-November).
1426. Boraq-khan's claims and his break with Ulugh-beg.
1427. Ulugh-beg's expedition to Saghanaq, and his defeat. Mawarannahr devastated by the Uzbeks. Giyath al-din Jamshid Kashi finishes his mathematical treatise (2 March) and presents it to Ulugh-beg. Shahrukh's expedition and his stay in Samarqand (July-October).
1428. Abul-Khayr proclaimed khan of the Uzbeks.
1429. News of the death of Buraq khan.
1429. ?Death of Vays khan in the battle with Satuq khan.
1430. A Samarqand embassy in China.
1430-1. Raid of the Uzbeks on Khwarazm in the winter.
1432. Death of Ulugh-beg's son Abd al-Rahman (15 January). The Turcoman prince Yar-Ali sent to Samarqand (in the autumn) and imprisoned there.
1433? Massacre of Moghul chiefs in Samarqand and capture of of Yunus khan.
1434. Ulugh-beg travels to Herat.
1434-5. Building of the main edifice of the Shahi-zinda in the name of Abd al-Aziz.
1435? Loss of Kashghar.
1437. Circumcision of Abd al-Latif in Herat. Composition of Ulugh-beg's astronomical tables.
1438. Ulugh-beg's daughter arrives in Samarqand.
1439. She returns to Herat.
1441. Abd al-Latif arrives in Samarqand. Death of Ulugh-beg's minister Nasir al-din Kbwafi (20 July).
1442. Ulugh-beg's mother Gauhar-Shad arrives in Samarqand (January) and returns with Abd al-Latif to Herat (February).
1444. Shahrukh's illness and disputes over the succession.
1445. Letter from the Chinese Emperor to Ulugh-beg.
1446. Shahrukh's expedition to the West. The Uzbeks seize the northern march of Ulugh-beg's dominions.
1447. Death of Shahrukh (12 March). Defeat and capture of Abd al-Latif near Nishapur (29 April). Ulugh-beg's expedition and his treaty with 'Ala al-daula.
1447-8. Winter. Clash between 'Ala al-daula and Abd al-Latif.
1448. Ulugh-beg's victory over 'Ala al-daula at Tarnab. Occupation of Herat, expedition to the West and retreat from the river Abrisham. Revolt in the fort of Neretü and siege of Herat by the rebels. Ulugh-beg arrives in Herat. His troops plunder the neighbourhood of Herat (November). Uzbek raid into Nawarannahr. Ulugh-beg returns to Samarqand. Abd al-Latif returns to Herat.
1449. Struggle for Khorasan between the Turcoman Yar-Ali, Abul-Qasim Babur and Sultan-Muhammad. Abd al-Latif revolts against Ulugh-beg. Skirmishes on the banks of the Amu-Darya, Abu-Sa'id's revolt and Ulugh-beg's return to Samarqand. Abd al-Latif's victory over Ulugh-beg near Dimishq (September-October). Murder of Ulugh-beg (25 or 27 October). Murder of his son Abd al-Aziz.
1450. Murder of Abd al-Latif.
1451. Abdullah, son of Ibrahim, killed. Ahu-Sa'id on the throne of Samarqand.
1458-9. Abu-Sa'id conquers Herat.
1461-3. Muhammad Juki's revolt.
1469. Death of Abu-Sa'id.
1490. Death of Khoja Ahrar.

 

Tepe

ALINTILAR

ALINTILAR



Four Studies on the History of Central Asia, By Vasilii Vladimirovitch Barthold



(s. ix) Sédillot, Prolégemènes, lntrod., p. CXXV: "entraîné par l'amour de l'étude, il abandonna promptement le terrain de la politique pour se livrer tout entier à sa passion pour les mathématiques et l'astronomie". A contemporary Russian scholar is still more categorical: Ulugh-beg was "an idealist scholar who had entirely consecrated himself to science, a man not of this world'' (I. I. Sikora in ITOIRGO, IX, 1913, p. 82).

(s. 34) The events of 1399 occasioned the last and most prolonged (the so-called "Seven-Years") campaign of Timur in the West. It was crowned by the victory over the Egyptian sultan and the "Roman Caesar", i.e. the Ottoman sultan Bayazid.

(s. 46) According to Clavijo, the duties of Timur's young grandsons at the ambassadors' reception was to receive from their hands their letters of credence, carry them to Timur and lead the ambassadors up to Timur's throne.

(s. 46-7) Clavijo does not mention the fact that with the celebration of his victories Timur combined the wedding of five of his grandsons ranging in age from nine to seventeen. Among them was the ten-year old Ulugh-beg. His bride was his second cousin, the daughter of Muhammad-Sultan, ÖGE-BEGÜM (or Öge-biki).

(s. 128) Ulug-beg attached a great importance to the tamgha, i.e. the taxes on trade and industry. Ulugh-beg's insistence on the tamgha must have been regarded by the clergy as a lack of piety. In the entire Muslim world including Mawarannahr these taxes were always taken to be an offence against the Shari'at.

(s. 128) Historians do not mention any public works-by Ulugh-beg outside Bukhara and Samarqand.

(s. 130) Among Ulugh-beg's first teachers in Samarqand was the "Plato of his times" SALAH AL-DIN MUSA IBN-MAHMOD QADIZADA RUMI. Another scholar, GHIYATH AL-DIN JAMSHID IBN-MASUD was invited by Ulugh-beg from Kashan, probably on Qadi-zada's advice.

(s. 131) According to some reports, Ghiyat al-din was a rough mannered man, and Ulugh-beg put up with his rude ways for the sake of his learning.

(s. 131) Ulugh-beg found a new collaborator in 'ALA. AL-DIN 'ALI IBN MuHAMMAD QUSHCHI, "the Ptolemy of his times". ... (s. 132) He was younger than Ulugh-beg who called him his "son".

(s. 133-4) Ulugh-beg's observatory ceased its activities immediately after its founder's death. ... after Ulugh-beg's death Muslim astronomy made no progress. (s. 134) He was a passionate hunter.


(s. 138-9) According to Khwandamir, Ulugh-beg had five wives, three of whom he names: 1. ÖGE-BEGÜM (or Öge-biki), daughter of MuHammad-Sultan, was Ulugh-beg's first wife, whom he married in 1404, at the age of ten. ... 2. AQ-SULTAN KHANIKA, daughter of Sultan-Mahmud khan, the nominal sovereign, in whose name coins were struck under Timur. ... 3. HUSN-NIGAR-KHANIKA, daughter of Khalil-Sultan. The names of six concubines are also mentioned: 1. RUQIYA-SULTAN-KHATUN, the mother of two of Ulugh-beg's daughters, Aq-Bash and Sultan-Bakht. 2. MIHR-SULTAN, daughter of Tevkel, [Tükel ?], son of Sarbuqa. 3· DAULAT-BAKHT-SA'ADAT, daughter of Bayan-Kükeltash. By her Ulugh-beg had a daugthter, Qutluq-Turkan [Tarkan] -agha. 4. DAULAT-SULTAN, daughter of Khwand-Sa'id. 5. BAKTHl, daughter of Aqa-Sufi Uzbek. 6. DAULAT-BAKHT, daughter of Shaykh Muhammad Barlas.

 

A Peace to End All Peace, David Fromkin, 1989

David Fromkin'in kitabında Buhara'nın yirminci yüzyıl başlarındaki durumundan söz edilir (A Peace to End All Peace, 1989, s. 485 ve 495):

"At the time of the Bolshevik attack, Bukhara was still wealthy and well supplied. ... Bukhara remained the most important trading town in Central Asia. In the city's seven-mile honeycomb of covered bazaars, business (according to at least one traveler's report) went on as usual. A center of the commerce in rare manuscripts and libraries in many oriental languages, Bukhara continued to be the principal book market in Central Asia.
...
"Taking advantage of the Emir's unpopularity, the Red Army intervened. In the summer of 1920 the Red Army attacked again, and Russian troops under the command of Mikhail Frunze bombarded Bukhara. As the Young Bukharans launched an uprising in the city, the Red Army, with its airplanes and armored vehicles, moved forward on 2 September, bringing Bukhara's medieval regime to an end; the library, containing possibly the greatest collection of Moslem manuscripts in the world, went up in flames."

 

Tepe