|
|
Leibniz (1646-1716) |
|
1.
Alman Kültürünün Doğuşu
Felsefe
on sekizinci yüzyılı önceleyen yüzyıllar boyunca Almanya'da çok az ilerleme
yaptı. Reformasyonu ve Otuz Yıl Savaşlarını (1618-1648) izleyen verimsiz tanrıbilimsel
çekişmeler bilim ve felsefenin gelişimine elverişli değildi. İngiltere'de
Shakespeare, Bacon, Milton ve Locke'u, Fransa'da Montaigne, Corneille, Racine,
Molière, Pascal ve Descartes'ı üreten süreç Luther'in ülkesinde düşük bir
ekinle karşılaştı. Alman dilinin kendisi yazınsal bir araç olarak ölmüş görünüyordu:
yüksek sınıflar Fransızca konuşuyor ve bilginler henüz Latince'de yazıyorlardı,
— yalnızca sıradan insanlar anadili kullanıyorlardı. Fransız paternalistik
modelleri tarzında örneklenen ve Fransız göreneklerine öykünen sayısız saray
yoluyla Almanya'ya Fransız ekini getirildi. Almanya'nın bağımsız bölgesel
prensliklere bölünmesiyle birlikte ulusalcılık ruhu geriledi ve Almanlar Alman
adından utanır oldular. Üniversiteler modern düşünceleri yaymada hiçbir rol
üstlenmediler — ve bu bakımdan İngiltere ve Fransanınkilere benzerler; yeni
bilim ve felsefe üniversitelerin dışında gelişti ve eğitimli yüksek toplum
tarafından yüreklendirildi. Yeni ekinin Almanya'daki ilk büyük temsilcileri
şunlardı: doğal tüze kuramını savunan Samuel Pufendorf (1632-1694), Alman
dilindeki ilk dergiyi yayımlayan ve Almanca'da ders veren ilk kişi olan — Leipzig
üniversitesinde — Christian Thomasius (1655-1728), ve matematik, tüze bilimi
ve felsefede sivrilen Leibniz. Spinoza ve Leibniz ile yazışan Walter von Tschirnhausen
(1651-1708) matematiksel yöntemi kabul etti, ama tüm çıkarsamaların deneyim
olguları ile başlaması ve doğrulamalarını deneyimde bulmaları gerektiğine
inandı. Almanya'da modernizmin önderleri olan tüm bu düşünürlerin öncülüğünü
yaptıkları Aydınlanma daha şimdiden İngiltere ve Fransa'da tohum atmaya başlamıştı
ve Lessing, Goethe ve Kant'ın ülkesinde varsıl bir hasat kaldırmaya yazgılanmıştı.
2. Problem
Descartes
iki ayrı açıklama ilkesi varsayar, beden ve anlık; bunların özsel yüklemleri
sırasıyla uzam ve düşüncedir. Spinoza bir tek evrensel töz ileri sürer, ama
bu hem uzamlı hem de düşünen olarak tasarlanır. Her iki felsefeci de fiziksel
ve ansal alanları saltık olarak kapalı iki dizge olarak görürler; Descartes'ın
ayrıldığı nokta onun insan beyninde tek bir noktada bu ikisi arasındaki etkileşime
izin vermesidir. Fiziksel yandaki herşey fiziksel olarak açıklanır: her iki
felsefeci için de cisimsel evren bir düzenektir. Düzeneksel açıklama ayrımsızca
hem modern felsefeciler hem de modern doğa bilimciler tarafından kabul edildi.
Bununla birlikte, üniversitelerin çoğunda başat olan felsefi-tanrıbilimsel
skolastik dizgelerden güçlü bir karşıtlık gördü ve dünyadaki tanrısal amacı
hesaba katmayı başaramayan tanrısız bir öğreti olarak kınandı. Öncelleri gibi
Leibniz de üniversitede skolastik felsefe ile tanıştı ve gençliğinde Protestan
okulcuların geleneksel dünya görüşünü onayladı. Ama modern felsefe ve bilim
incelemesi ve özellikle sonsuz küçüklükler kalkülüsünü bulması düşüncesinde
önemli bir ilerlemeye neden oldu ve modern bilim ve felsefenin başarımlarına
olduğu gibi Hristiyan-skolastik kurgudaki değerli öğelere de hakkını verecek
bir kuramın zorunluluğunu gösterdi, — bir dizge ki, kısaca, düzeneksellik
ile erekbilimi, doğal bilim ile tanrıbilimi, modern felsefe ile eski felsefeyi
uzlaştıracaktı. Ve öğretmeni matematikçi Jenalı Weigel bir dünya görüşü oluşturmak
için harcayacağı sonraki tüm çabalarının temeli ve yönlendirici ilkesi olarak
kalan bir anlayışın gerçekliğine onu inandırmıştı: evrenin uyumuna ilişkin
Pisagorcu-Platoncu anlayış. Leibniz evrenin matematiksel ve mantıksal ilkeler
tarafından yönetilen uyumlu bir bütün olduğu, bu nedenle matematik ve metafiziğin
temel bilimler ve tanıtlama yönteminin ise doğru felsefe yöntemi olduğu düşüncesini
hiçbir zaman terketmedi.
|
|
LEIBNIZ'İN
HESAP MAKİNESİ |
Gottfried Wilhelm
Leibniz (1646-1716) Leipzig'de doğdu; doğduğu kentin üniversitelerinde, Jena
ve Altdorf'da tüze, felsefe ve matematik okudu; tüzebilimi doktorasını yirmi
yaşındayken Altdorf'dan aldı. Öğretmenleri arasında ünlü Christian Thomasius'un
babası Jacob Thomasius ve E. Weigel vardı. Elektörlüğün yasal işleyişinin
reformuyla uğraştığı Mayence'de bir konukluktan (1670-1672) ve Paris'te diplomatik
bir görevden (1672-1676) sonra, saray danışmanı ve kütüphaneci olarak Hanover'e
çağrıldı ve ölümüne dek (1716) bu görevi sürdürdü.
Çoğu bilimsel
dergilerde yayımlanmış Latince, Fransızca ve Almanca kısa denemelerden ve
özel mektuplardan oluşan yazıları arasında şunlar bulunur: Bilgi,
Gerçeklik ve İdealar Üzerine Meditasyonlar [Meditationes
de cognitione, veritate et ideis], 1684; Cisimlerin
Özünün Uzamlı Olandan Oluşup Oluşmadığı Üzerine Mektuplar [Lettres
sur la question si l'essence du corps consiste dans l'étendue], 1691; Yeni Doğa Dizgesi [Nouveau
système de la nature], 1695; İnsan Anlama Yetisi
Üzerine Yeni Denemeler [Nouveaux essais sur l'endentement
humain] (Locke'un Denemeler'ine,
1704, karşılık olarak; ilk yayım 1765); Doğanın Kendisi Üzerine [De ipsa natura], 1698; Teodise Denemeleri [Essais de Theodicée], 1710; Monadoloji [La monadologie], 1714; Doğanın ve Kayranın İlkeleri [Principes
de la nature et de la grâce], 1714.
3. Kuvvet Kavramı
Leibniz
yeni bilimin varsayımlarını inceledi ve yetersiz buldu. Fiziğin olgularının
bile yalnızca uzamlı cisimler ve devinim önsavı yoluyla doyurucu
biçimde açıklanamayacağını anladı. Descartes devinim niceliğinin değişmez
olduğunu öğretmişti. Ama cisimler dinginliğe geçer ve cisimler devinmeye başlarlar:
devinim yitiriliyor ve kazanılıyor gibi görünür. Bu süreklilik
ilkesini, doğanın sıçramalar yapmadığı ilkesini çiğneyecektir.
Devinim sona erdiği zaman kalan birşey, bir devinim zemini olmalıdır: bu kuvvettir,
ya da conatus, ya da cismin devinme ve devinimini sürdürme eğilimidir; ve kuvvet nicelikte değişmezdir.
Bu nedenle, edimde bulunmayan, kuvvet anlatımı olmayan hiçbir töz yoktur: edimde
bulunmayan varolmaz; ancak edimsel olan olgusaldır. Dolayısıyla, cismin özsel yüklemi uzam değil ama kuvvettir.
Bu nedenle yine, devinimin sakınımı yasası kuvvetin ya da erkenin sakınımı
yasasına yol vermelidir. Uzamın cismin özsel bir yüklemi olamayacağının bir
başka tanıtı uzamın bileşik doğasında bulunur: parçalardan oluşmuş olan şey
birincil bir ilke olamaz. Yalın birşey gereklidir, ve kuvvet böyle yalın,
bölünmez bir olgusallıktır.
Leibniz felsefesinde,
geometrik ya da duruk doğa anlayışının yerine dinamik ya da enerjik görüş geçirilir. Cisimler uzam nedeniyle varolmazlar, ama uzam cisimler (kuvvetler)
nedeniyle varolur; kuvvet olmaksızın, dinamik cisimler olmaksızın hiçbir uzam
olamazdı. Descartes'a göre cisimlerin varoluşu uzamı öngerektirir; Leibniz'e
göre ise uzam cisimlerin ya da kuvvetlerin varoluşunu öngerektirir. Kuvvet
"düzeneksel dünyanın pınarı" ya da kaynağı, düzeneksel dünya ise kuvvetlerin
duyulur görüngüsüdür. "Uzam cisimde bir özelliği, bir yüklemi, ya da kendini
genişleten, kendini yayan ve kendini sürdüren bir doğayı öngerektirir." Cisimde
tüm uzamı önceleyen bir kuvvet vardır. İçine-işlenemez ya da sınırlanmış olarak,
ya da özdek olarak görünmesi cisimdeki direnç kuvveti dolayısıyladır. Her
kuvvet birimi ruh ve özdeğin, etkinlik ve edilginliğin bölünmez bir birleşmesidir;
ayrıca kendini sınırlayan ya da direnç gücü de taşıyan örgütleyici, kendini
belirleyen, amaçlı bir kuvvettir.
Öyleyse uzay
Leibniz tarafından kuvvetlerin uyumlu birarada varoluşunun sonucu olarak anlaşılır;
bu nedenle uzayın saltık varoluşu yoktur, şeylere görelidir ve onlarla birlikte
yitecektir, — içinde şeylerin varolduğu hiçbir saltık uzay yoktur. Kuvvetler uzaya bağımlı değil,
ama uzay kuvvetlere bağımlıdır. Bu nedenle, şeyler arasında ve şeyler ötesinde
hiçbir boş uzay olamaz: kuvvetlerin edime son verdikleri yerde dünyanın sonu
gelir.
4. Monadlar
Öğretisi
Öyleyse
cisim bir yalın kuvvetler çoğulluğudur. Varolan birçok şey olduğu için, doğada
tek bir tekil kuvvet değil ama sonsuz sayıda kuvvet vardır; bunların her biri
bir tikel, bireysel tözdür. Kuvvet bölünemezdir, ya da yalındır, bu nedenle
özdeksel olmayandır, uzamsızdır. Yalın tözler ya da kuvvetler Leibniz tarafından
metafiziksel noktalar, biçimsel atomlar, özsel biçimler, tözsel biçimler ya
da monadlar,
birimler olarak adlandırılırlar. Fiziksel noktalar değildirler, çünkü fiziksel
noktalar yalnızca sıkıştırılmış cisimlerdirler; matematiksel noktalar değildirler,
çünkü matematiksel noktalar "gerçek" noktalar olsalar da "olgusal" değil ama
yalnızca "görüş noktaları"dırlar. Ancak metafiziksel noktalar gerçek ve olgusaldırlar;
onlar olmasaydı olgusal hiçbirşey olmazdı, çünkü
birimler olmasaydı hiçbir çokluk olamazdı. Dahası böyle kuvvet-atomları ilksiz-sonsuz
olmalıdır: yokedilemezler, — onları ancak bir tansık yokedebilir, — ne
de yaratılabilirler: monadlar ne doğar ne de yokolurlar. Leibniz'in bireysel
etkin tözsel biçimler üzerine kendisiyle birlikte üniversiteden getirdiği
kökensel skolastik anlayış böylece bireysel kuvvetler öğretisine dönüştürülür.
Cisimler dünyasının
sonsuz sayıda dinamik birimlerden ya da özdeksel-olmayan, uzamsız, yalın kuvvet
birimlerinden oluştuğunu artık biliyoruz. Bu ilke konusunda başka ne söyleyebiliriz,
onu nerede inceleyebiliriz? Kendimizde. Böyle yalın, özdeksel-olmayan bir
tözü kendi iç yaşamımızda buluruz: ruh böyle bir tözdür. Onun açısından doğru
olan herşey bir ölçüde tüm monadlar için de doğru olacaktır. Andırım yoluyla
uslamlamada bulunarak Leibniz monadları tinsel ya da ruhsal kuvvetler olarak
yorumlar. Onlarda duyumlarımızı ve eğilimlerimizi (çaba, istenç) andıran birşey
vardır; monadlarda "algı" ve "itki" [''perception'' and ''appettition'']
vardır. Kendini insan anlığında anlatan aynı ilke bedende, bitkide ve hayvanda
da etkindir. Her yerde kuvvet vardır, hiçbir yerde boşluk yoktur; her özdek
parçası bitkilerle dolu bir bahçe gibidir; tüm özdek en küçük parçalarına
dek canlıdır, dirimlidir.
Ama taşta, giderek
bitkide bile anlık nasıl bulunabilir? Tamam ama, der Leibniz, anlık taşta,
bitkide ve insanda saltık olarak aynı değildir. Descartes'a göre anlıkta bilinçsiz,
özdekte uzamsız hiçbirşey yoktur. Bununla birlikte, fiziğin olguları doğanın
özsel olarak özdeksel-olmayan [immaterial]
olduğunu gösterir, ve ruhbilimin olguları anlığın özsel olarak bilinçsiz olduğunu
gösterir. Cisim ile uzam özdeş terimler değildirler; ve anlık ile bilinç özdeş
terimler değildirler. Anlık algılardan ve eğilimlerden oluşur. Bu algılar
değişik monadlarda açıklık ve seçiklik bakımından ayrım gösterirler; gerçekten
de, insan anlığının kendisi değişik açıklık düzeylerindeki algıları göz önüne
serer. Bir nesneye dikkatlice yöneldiğimde
dikkat yöneltilen öğeler açıkça ve seçikçe belirirken, çevredeki parçalar
hiç ayırdedilemez olana dek sürekli bulanıklaşır ve seçikliklerini yitirirler.
Bir nesne dikkatimin odağından uzaklaştıkça küçülür ve silikleşir. Öyleyse
duru algılar ve bulanık algılar vardır; sonrakiler "küçük algılar," perception
petites olarak adlandırılırlar. Duyum okyanusun dibindeki
her bir ayrı dalganın deviniminin ürettiği değişik öğeleri ya da küçük algıları
ayırdedemez ve yine de bu ayrı etkilerin her biri duyumda içerilir. Tıpkı
monadda değişik açıklık düzeylerinin bulunuşu gibi, monadlar da aralarında
algılarının açıklığı bakımından ayrılırlar. En düşük monadlarda uykuya benzer
bir durum içinde herşey bulanık ve karışıktır; bir tür koma durumu içinde
varolurlar:
böyle uyuma yaşamını bitkilerde görürüz. Hayvanlarda bellek ile birlikte olan
algı, e.d. bilinç
vardır; insanda bilinç daha da açık olur; burada "iç durumun yansımalı bilgisi"
olduğundan tamalgı ya da özbilinç olarak adlandırılır.
Her monadın algı
ya da temsil gücü vardır; bütün evreni algılar ya da temsil eder ve anlatır.
Bu anlamda monad minyatür bir dünyadır, bir küçük evrendir; "evrenin yaşayan
aynası," yoğunlaşmış bir dünya, kendinde bir dünyadır. Ama her bir monad evreni
kendi yolunda, kendi bakış açısından, değişik açıklık düzeyleriyle temsil
eder; sınırlıdır, bir bireydir ve dışında başka bireyler vardır. Monad yükseldikçe
dünyanın kendine düşen parçasını daha açıkça ve seçikçe algılar, anlatır ya
da temsil eder; ona en yakın monadları, ya da kendi bedenini en açık olarak
temsil eder. Bu öğretiden "her cismin bütün evrende yer alan herşeyi duyumsadığı"
çıkar, "öyle ki, herşeyi gören biri, zamanda ve uzayda uzak olanı şimdide
algılayabildiği için, başka her yerde olmakta olanı ve dahası, olmuş olan
ve olacak olan herşeyi okuyabilirdi."
Dahası, monadlar
en aşağı olandan en yüksek olana dereceli bir ilerleme dizisi oluştururlar.
Evren dereceli olarak artan bir açıklık ölçeğindeki sonsuz sayıda monaddan
oluşmuştur, ve birbirine sağın olarak benzeyen iki monad yoktur; eğer olsaydı,
ayırdedilmeleri olanaksız olurdu (ayırdedilmezler ilkesi). Doğada sıçramalar
yoktur, en aşağıdan en yukarıda olana çizgide kopmalar yoktur; örgensel-olmayan
özdeğin en donuk parçasından Tanrıya dek sonsuz küçük ayrımların sürekli bir
çizgisi vardır. Evrende hiçbirşey ıssız, hiçbirşey verimsiz, hiçbirşey ölü
değildir. Tanrı en yüksek ve eksiksiz monad, arı etkinlik (actus
purus), kökensel monad, monadlar monadıdır. Süreklilik
ilkesi böyle en yüksek bir monadı gerektirir.
Spinoza tek bir
evrensel töz, Leibniz ise sonsuz sayıda töz kabul eder. Descartes da bir tözler
çoğulluğunu varsayar, ama onun tözleri özde birbirlerine taban tabana karşıttırlar
(anlık ve özdek); Leibniz'in kuvvetleri ise özsel olarak benzerdirler. Atomculara
göre de birçok türdeş olgusallık vardır, ama özdekseldirler; oysa Leibniz'e
göre tinseldirler. Platon'un ideaları gibi Leibniz'in ilkeleri de ilksiz-sonsuz amaçlardırlar,
ama şeylerdedirler,
Aristoteles'in
öğrettiği gibi: monadlar entelekyalardır. "Beni anlamanız için," diye bildirir
Leibniz, "Demokritos, Platon ve Aristoteles'i anlamalısınız." Gençlik günlerinde
yalnızca tikel şeylerin olgusal olduğunu, evrensellerin olgusal temellerini
tikellerde bulduklarını ve Tanrının anlığı dışarda tutulursa, tikellerden
ayrı varolmadıklarını kabul etmişti. Bu bireyselci ve çoğulcu anlayışı hiçbir
zaman bırakmadı; gerçekten de bütün evreni sonsuz sayıda bireysel varoluşlara
böldü ve her birini tinsel bir kendilik yaptı.
Her monad evrim
sürecindedir ve içsel zorunlukla doğasını olgusallaştırır. Dışardan belirlenmez;
herhangi birşeyin girebilmesini sağlayacak pencereleri yoktur; olacağı herşey
onda gizil ya da örtüktür. Bu süreklilik ilkesinden zorunlu olarak çıkar:
monadda her zaman orada olmamış olan hiçbirşey olamaz ve onda şimdi bulunmayan
hiçbirşey ona hiçbir zaman giremez. Onda önceden oluşmuş olanı ortaya seren
bir dizi evrim aşaması içerisinden geçer. Bütün insan soyu Adem'in tohumunda
ve Havva'nın yumurtalarında önceden oluşmuştu. Gelişmiş birey tohumda varoldu,
minyatürde, dölütte önceden oluştu. Monaddaki hiçbirşey yitemez, herşey sonraki
evrelerde saklanır ve gelecek evreler öncekilerde önceden belirlenirler. Bu
nedenle her monad "geçmiş ile yüklüdür" ve "geleceğe gebedir." Bu ön-oluşum
öğretisi (kapsanma kuramı) Leibniz'in dönemindeki dirimbilimcilere (Leuwenhoek
ve Swammerdam) ortaktı. 1759'da Caspar F. Wolff tarafından geliştirilen epigenesis kuramı (''ilksel olarak türdeş bir tohumdan örgenlerin ilerleyici oluşumu
ve ayrımlaşması'') bu öğretiye karşıydı; ama bu sonraki anlayış 1859'da Darwin'in Türlerin Kökeni adlı yapıtının çıkışına dek genel kabul görmedi.
Örgensel ve örgensel
olmayan cisimler arasındaki ayrım şöyle betimlenir: Her ikisi de monadlardan
ya da kuvvet özeklerinden oluşmuştur, ama örgenlik bütün bedenin bir görüntüsünü
temsil eden ya da karşısında bulan ve çevresindeki monadların yönetici ilkesi
olan özeksel bir monad, bir "kraliçe monad," bir ruh taşır. Örgensel-olmayan
cisimler bu yolda özekselleşmiş değildirler, onlar salt bir monadlar yığınından
ya da toplağından oluşurlar. Cisimler yükseldikçe daha örgütlü olurlar, ve
daha yüksek örgenlik iyi-düzenlenmiş bir monadlar birleşimi oluşturur.
Bu anlık ve beden
ilişkisi sorununu imler. Özeksel monad bedenini nasıl etkiler? Aralarında
etkileşim varsayabilirdik, ama Leibniz daha önce bize monadların pencerelerinin
olmadığını, dışardan etkilenemediklerini ve üzerlerinde edimde bulunulamadığını
söylemiştir. Tanrının hem bedeni hem de anlığı yarattığı ve her birinin eylemlerini,
saat yapıcısının saatlerini ayarlaması gibi, birbiriyle eşzamanlı olacak şekilde
ayarlıyor olduğu biçimindeki vesileci öğreti de yadsınır. Leibniz'in açıklaması
Tanrının anlıkları ve bedenleri yaratırken onları daha başından ikisi birlikte
gidecek bir yolda ayarlamış olduğudur: ruh ve beden arasındaki ilişki Tanrı
tarafından bir önceden-saptanmış uyum ilişkisidir. Nedensel etkileşim söz
konusu değildir. Ansal ve fiziksel durumlar arasında bir koşutluk ya da biraradalık vardır:
bu anlamda beden ruhun özdeksel anlatımıdır. Bununla birlikte bedenin kendisinin
her biri örgensel olan ve doğasının önceden kararlaştırılmış yasasıyla uyum
içinde davranan sayısız monad ya da ruhsal kuvvetten oluştuğu unutulmamalıdır.
"Ruhlar istek, erekler ve araçlar aracılığıyla sonsal nedenlerin yasalarına
göre davranırlar. Cisimler etker nedenlerin ya da devinimlerin yasalarına
göre davranırlar. Ve bu iki alan birbiriyle uyum içindedir." Başka bir deyişle,
örgensel cisim ve onun en küçük parçaları Tanrı tarafından önceden oluşturulmuştur:
"tanrısal otomatlar" ya da "tanrısal düzenekler"dirler.
Bu düşünce bir
bütün olarak evreni kucaklayacak denli genişletilir. Tüm monadlar bir örgenliğin
parçaları gibi birlikte davranırlar, her birinin yerine getireceği kendi işlevi
vardır. Herşey nedensel olarak ilişkilidir, ama nedensellik Tanrı tarafından
önceden belirlenmiş birarada değişimlerden, parçaların uyumlu bir eyleminden
daha çoğunu anlatmaz. Başka bir deyişle, Tanrı evrenini öyle bir yolda düzenlemiştir
ki evren Tanrının araya girmesi olmaksızın işler: her monaddaki her durum
o monaddaki önceki durumun etkisi olarak ortaya çıkar ve tüm öteki monadların
durumlarıyla birlik içinde davranır. Evrendeki uyum baştan sonadır. Doğadaki
herşey fiziksel alanda bir yasa, düzen, biçimdeşlik bulunduğu anlamında düzeneksel
olarak açıklanabilir. Ama bütünün tasarı daha yüksek
bir nedeni gösterir: Tanrı tüm olup bitenin enson nedenidir. "Düzenekbilimin
kaynağı metafizikte yatar" ilkesi Leibniz'in dizgesinin başına koyduğu temel
ilkedir.
Doğa yasalarının,
devinim yasalarının zorunluluğunu tanıtlayamayız; bunlar mantığın, aritmetiğin
ve geometrinin yasaları gibi zorunlu değildirler. Varoluşları yararlıklarına
bağımlıdır ve bu da temelini Tanrının bilgeliğinde bulur. Tanrı onları amacının
olgusallaşma yolları olarak seçmiştir, bu nedenle dünya varoluşunu Tanrının
anlığındaki amaca borçludur: Tanrı ikincil ya da etker nedenleri araç olarak
kullanan sonsal nedendir.
Burada düzenekbilim
ile erekbilimin söz verilen uzlaştırılmasını buluruz. Doğa amaç kavramı getirilmeksizin
açıklanabilir, ama düzeneksel felsefe bizi Tanrıya götürür, çünkü evrensel
fizik ve düzenekbilim ilkelerini tanrısal amaç olmaksızın açıklayamayız. Din
ile us böylece uyum içine getirilir. Fiziksel doğa krallığı ile ahlaksal kayra
krallığı, e.d. tüm ussal ruhlar ile Tanrının kendisi arasında da bir uyum
vardır. Ruhlar Tanrının eşlemleri, kendi alanlarında küçük tanrılıklardırlar;
insanın usu türde Tanrının usuna benzer, gerçi ondan düzeyde ayrım gösterse
de. İnsanın amacı da Tanrınınkiyle uyumludur. Bu nedenle bir tinler krallığımız
ya da birliğimiz, bir ruhlar uyumumuz vardır. Bu fiziksel krallıkla karşıtlık
içinde bir ahlak krallığıdır, — Leibniz'in verdiği adla bir kayra krallığı.
Ama ikisi arasında, evren düzeneğinin mimarı Tanrı ile tanrısal tinsel Devletin
tekerki Tanrı arasında bir uyum vardır.
5. Tanrıbilim
Bu
bizi Leibniz'in tanrıbilimine götürür. Tanrı en yüksek monad, monadlar monadıdır.
Varoluşu çeşitli yollarda tanıtlanır. Süreklilik ilkesi kuvvetler dizisinin
sonunda bir en yüksek monadı gerektirir. Dahası yeterli neden ilkesine göre
de, monadların kendilerini açıklamak için* bir
neden gereklidir (nedensel ya da evrenbilimsel uslamlama). Son olarak, doğanın
düzeni ve uyumu bir uyum kurucuyu gerektirir (fiziksel-tanrıbilimsel tanıt).
Dünyanın nedeni onun dışında bulunmalıdır; aynı zamanda bir olmalıdır çünkü
evren birdir, ve ussal olmalıdır çünkü onda düzen vardır. Bilgikuramsal bir
tanıt denebilecek bir başka uslamlama daha sunulur. İçinde varolacakları ilksiz-sonsuz
bir anlığı öngerektiren ilksiz-sonsuz ve zorunlu gerçeklikler, mantığın ve geometrinin
gerçeklikleri vardır.
*Leibniz
metafiziksel tartışmalarında monadları ilksiz-sonsuz tözler olarak tanımlar, ama
bir monadı yalnızca bir tansığın yokedebileceğini ekler. Bununla birlikte,
tanrıbiliminde monadları Tanrının yarattığını ve onları yalnızca Tanrının
yokedebileceğini bildirir. Kimi zaman onları Tanrının "ışımaları" [fulguration]
ya da belirişleri olarak adlandırır, böylelikle kamutanrıcı anlayışa çok
yaklaşır.
|
Bir monad olarak
Tanrı bir bireydir, bir kişidir. Ama tüm monadları aşar, doğaüstü ve ussalüstüdür,
en eksiksiz ve en olgusal varlıktır. İnsan Tanrının eksiksizce açık bir ideasını
oluşturamaz, çünkü Tanrı en yüksek monaddır ve insan sınırlıdır. Eksiksiz
bir anlığı ancak eksiksiz bir anlık bilebilir. Ama insan her monadın belli
bir düzeyde taşıdığı nitelikleri en yüksek güce yükseltir ve Tanrıya herşeye
gücü yeterlik, herşeyi bilme ve saltık iyilik yükler. Bu yolla Tanrının bir
tasarımını oluştururuz: ussalüstüdür, ama ussala-karşıt değildir. İnsanın
Tanrıya ilişkin bulanık ideaları, karışık kavramları, Tanrıyı bir tür özleyişi
ve ona çabalayışı da vardır. Öyleyse Tanrısal Varlığın bilindiği değişik açıklık
düzeylerine karşılık düşen değişik din evreleri bulunur.
Eksiksiz olduğundan
Tanrı tüm başka monadlarda olduğu gibi değişime ve gelişime uğramaz. Kendinde
tamdır ve bilgisi tamdır; tüm şeyleri bütün olarak ve bir bakışta bilir. Olgusallaşmış
olgusallıktır. Dünyayı bir tasara göre yarattı ve tüm olanaklı dünyaların
en iyisi olarak bu dünyayı seçti. Seçimi temelsiz değildi, iyilik ilkesi,
yani ahlaksal zorunluluk tarafından belirlenmişti. Tanrı aynı zamanda mantıksal
zorunluluk tarafından da belirlenir; eş deyişle temel düşünce yasaları insanı
olduğu gibi onu da bağlar.
Ama bu kuram
üzerinde dünyadaki kötülüğü nasıl açıklayacağız? Dünya olanaklı en iyi dünyadır,
e.d. en büyük olanaklı türlülük ve uyumun aynı anda bulunduğu bir dünyadır.
Bununla birlikte, eksiksiz değildir, kusurları vardır; sınırlama ve engelleme
olmasaydı, Tanrı doğasını sonlu biçimlerde anlatamazdı. Böyle sınırlamalar metafiziksel kötülüklerdir; acı ve acı çekme (fiziksel kötülük)
ve günah (ahlaksal kötülük) ile sonuçlanırlar. Ayrıca kötülük iyiliğe ve güzelliğe
bir arkatasardır; bir resmin karanlık yanları gibi iyiyi gerçekleştirmeye
yardımcı olur. Yine, erdem kötülük ile savaşarak güç kazanır; kötülük bizi
iyi eyleme iten güdüdür. Bu uslamlamalar geriye Stoacılara ve Yeni-Platonculuğa
dek gider, ve Orta Çağların Hristiyan tanrıbiliminde de ortak olarak kullanılmışlardır.
6. Törebilim
Törebilim
ussal bir bilimdir. Ruh için doğal olan belli ahlaksal ilkeler vardır; bunlar
tanıtlanamazlar, ama öteki ahlaksal gerçeklikler zorunlu olarak bunlardan
çıkarlar. Bizde bilinçsizce, içgüdüler olarak işlerler, ama onların bilincine
varabiliriz. Böylece, hazza çabalamamız ve acıdan kaçınmamız gerektiği gerçekliği
karışık bilgi ve iç deneyim üzerinde, mutluluğa olan içgüdüsel istek üzerinde
temellenir. Bu ilkeden başkaları çıkarsanabilir, özyapısında o denli kendiliğinden
açıktır ki, bir hırsız çetesi bile birliğini korumak için onlara boyuneğmek
zorunda olacaktır.
Ahlaksal içgüdüler
insanları doğrudan ve ölçünme olmaksızın yönetirler, ama direnilemez biçimde
değil, çünkü tutkular tarafından ve kötü alışkanlıklar tarafından bozulabilirler.
Türe ilkesi yabanıllarda bile bulunur ve doğalarının bir parçasını oluşturur.
Gerçi gelenek, alışkanlık ve eğitim ruhun böyle eğilimlerinin gelişmesinde
yardımcı olsalar da, bu eğilimler en sonunda insan doğasının kendisinde köklenirler.
İnsanların doğuştan
gelen ahlak yasalarına her zaman uymadıkları doğrudur, ama bu onları bilmediklerini
göstermez. Bir ahlak ilkesinin ahlak ilkesi olarak tanınmadığını söylemek
onun doğuştanlığına karşı bir tanıt değildir, ne de böyle bir yasanın halk
tarafından çiğnenmesi buna bir tanıttır; bu daha çok yasa konusundaki bilgisizliğin
bir tanıtıdır. Gerçek şudur ki bu kurallar her zaman açıkça algılanmazlar,
tanıtlanma isterler, tıpkı geometri önermelerinin belgitlenme gerektirmeleri
gibi. Dikkat ve yöntem onları yüzeye çıkarmak için zorunludur ve bilginler
bile onların tam olarak bilincinde olmayabilirler.
Ansal yaşam,
gördüğümüz gibi, özsel olarak algı ve itkidir, e.d. bilgilenim ve çabadır.
İtki ile algının birleşimine dürtü ya da istek denir. İstenç bilinçli
dürtü ya da çabalamadır, açık bir idea tarafından yönetilen dürtüdür. Bu nedenle
istenç hiçbir zaman ilgisiz bir istenç ya da kapris değildir, ama her zaman
bir idea tarafından belirlenir. İnsan dışardan belirlenmemesi anlamında özgürdür,
— monadın herhangi birşeyin onu zorlamak için içeri gireceği pencereleri yoktur;
bununla birlikte, insan içerden, kendi doğası tarafından, kendi dürtüleri
ve ideaları tarafından belirlenir. Seçim en güçlü isteği izler. Bir edim yerine
bir başkası için karar vermede özgür olmayı istemek bir aptal olmayı istemektir.
7. Mantık
ve Bilgi Kuramı
Leibniz'in
bilgi kuramı metafiziksel varsayımlarına dayanır. Gerçek bilginin evrensel
ve zorunlu olduğu, deneyimden türetilmemiş ilkeler üzerinde temellendiği biçimindeki
ussalcı ideali kabul eder. Evren şifresini ancak usun çözebileceği matematiksel-mantıksal
bir dizgedir. Ruh-monad hiçbir dışsal nedenin etkileyemeyeceği bağımsız bir
varlık olduğundan, bilgi ona dışardan gelemez, ruhun kendisinde doğmalıdır.
Öyleyse ruh Locke'un kabul ettiği gibi dışsal doğanın üzerine harflerini yazdığı
boş bir levha olamaz. Tüm bilgimiz anlıkta örtük olarak bulunur: duyum ile
anlama yetisi benzerdirler; deneyim bilgiyi yaratmaz, ama bilgi deneyim yoluyla
göz önüne serilir, aydınlatılır, belirtik kılınır. İlk önce duyumda varolmayan
hiçbirşey anlıkta varolamaz; doğru, diye ekler Leibniz, ama anlığın kendisinden
başka. Ama monad kuramını dışlasak bile, diye bildirir, bilginin duyulardan
gelmediği tanıtlanabilir. Duyulardan gelseydi, evrensel bilgi olanaksız olurdu,
çünkü görgül gerçeklikler denilen şeyler zorunluksuzdurlar, ilineksel önermelerdirler:
birşeyin olmuş olmasından ötürü onun aynı yolda her zaman olması gerektiğini ileri süremeyiz. Evrensel ve zorunlu önermeler duyulardan türetilemezler;
yerleri ve kökenleri anlığın kendisindedir.
Locke her zaman
bilincinde olmadığımız için böyle doğuştan ya da a priori bilginin
olamayacağını öne sürmüştü. Eğer anlığın bilincinde olması olmaksızın hiçbirşey
anlık için doğal olamasaydı Locke haklı olurdu. Eğer ansal yaşam ile bilincin
Kartezyen özdeşliği meşru ise görgücünün uslamlamaları geçerlidir. Bununla
birlikte, anlık her zaman idealarının bilincinde değildir: idealar ve ilkeler
bizim onların bilincinde olmamız olmaksızın da anlıkta varolabilirler. Yine,
eğer tüm gerçekliklerimizin edimsel olarak duyumdan kaynaklandığı gösterilebilseydi,
Locke'un görüşünün bu düzeltilmesi bize hiçbir yarar sağlamayazdı. Ama gösterilemez.
Deneyimden türetilen ya da tümevarım yoluyla ulaşılan önermeler evrensellik
ve zorunluluktan yoksundurlar; pekin bilgi vermezler: bir olayın olabileceğine
ilişkin ne denli çok örnek olsa da bunlar olayın her zaman ve zorunlu
olarak yer alacağını tanıtlamaz. Duyuların tanıklığına
bağımlı olmayan bilgimiz vardır: örneğin matematiğin gerçeklikleri gibi evrensel
ve zorunlu önermeler. Bu durumda anlığın kendisinin duyuların sağlayamayacağı
birşey eklediği açıktır. Mantık, metafizik, törebilim, tanrıbilim, ve tüze
bilimi kökenlerini ancak ve ancak anlığın kendisinde bulan ilkelere dayanan
önermelerle doludur. Duyu deneyimi olmaksızın böyle ilkelerin bilincine elbette
hiçbir zaman varamazdık; duyularımız onları algılamamız için vesile sağlarlar,
ama onları üretmez ya da yaratmazlar.
Onlar olmaksızın hiçbir şekilde bilim olmaz, ama ancak bir ayrıntılar derlemi
olurdu. "Zorunlu gerçekliklerin son tanıtı yalnızca anlama yetisinden gelir
ve başka gerçeklikler deneyimden ya da duyuların gözleminden türetilirler.
Anlığımız her ikisini de bilmeye yeteneklidir, ama öncekilerin kaynağı kendisidir.
Evrensel bir gerçeklikle ilgili ne denli çok tikel deneyimimiz olursa olsun,
zorunluluğunu us yoluyla bilmediğimiz
sürece, tümevarım yoluyla hiçbir zaman ondan saltık olarak pekin olamayız."
"Duyular böyle gerçeklikleri uyandırabilir, aklayabilir ve doğrulayabilirler,
ama onların ilksiz-sonsuz ve kaçınılmaz pekinliklerini tanıtlayamazlar."
Böyle doğuştan
gerçeklikler ruhta bilinçli gerçeklikler olarak varolmazlar: "ilksiz-sonsuz us yasalarını
pretorun buyruklarının bildiriden okunduğu gibi okuyamayız, ama duyular bize
vesile sağladığı zaman onlara dikkat yönelterek onları kendimizde keşfedebiliriz."
İdealar ve gerçeklikler eylemler olarak değil ama eğilimler, yatkınlıklar
ve doğal gizillikler olarak doğuştandırlar, "gerçi her zaman bu gizilgüçlere
onlara karşılık düşen çoğu kez bilinçsiz belli eylemler eşlik etse de." Bu
anlamda aritmetik ve geometri bizde gizildir; onları kendimizden tek bir görgül
gerçekliği kullanarak çıkarabiliriz. Kendilerinden oluştukları idealardan
daha sonra keşfedilmeleri (Locke) böyle gerçekliklerin kökenselliklerine karşıt
birşey göstermez; ne de önce imleri, sonra ideaları ve sonra da gerçekliklerin
kendilerini öğrendiğimiz olgusu bunu gösterir. Genel ilkeler — söz gelimi
özdeşlik ilkesi — düşünmemizin tam özünü oluştururlar, bilinçlerine varmak
için büyük dikkat gerekse de anlık her an onlara bağımlıdır. Doğal uslamlamalarımızda
mantık kurallarını bile bilincine varmaksızın içgüdüsel olarak kullanırız.
Törebilim alanında da böyle doğuştan ilkelerin bulunduğunu yukarda görmüştük.
Öyleyse salt
ideaları alma yetisi bir yapıntıdır. Ama okulcuların arı yetileri ya da güçleri
de yapıntılar ya da soyutlamalardırlar. Hiçbir yerde kendi içine kapatılmış
ve hiçbirşey yapmayan bir yeti görmeyiz: ruh her zaman, belli bir yolda, şu
yoldan çok bu yolda davranmaya yatkın kılınmıştır, yani belirli eğilimler
taşır. Deneyim ruhu devinime geçirmek için zorunludur, ama idealar yaratamaz.
Ruh izlenimlerin damgalandığı bir balmumu parçası değildir; onu böyle görenler
gerçekte onu özdeksel bir kendilik yaparlar. Görgücü düşünür anlıkta daha
önce duyumda varolmayan hiçbirşeyin bulunmadığını belirterek karşı çıkar.
Haklıdır, der Leibniz, ancak şunu eklemelidir: anlığın kendisinden başka.
Ruh kendi içinde Varlık, Töz, Birlik, Özdeşlik, Neden, Algı, Uslamlama ve
Nicelik taşır, — duyuların bize hiçbir zaman veremeyeceği kavramlar.
Bu öğretide Leibniz
aprioricilik ve görgücülük arasındaki ayrımları uzlaştırmayı amaçlar, bir
görev ki sonraları Kant tarafından daha geniş bir ölçekte üstlenildi. Leibniz
aynı zamanda anlığın bir biçimi olarak uzay tasarımında Kant'ı önceler. Bölünemez
monadın işlevleri olarak duyu algısı ve anlak türde aynıdırlar, ama derecede
ayrılırlar. Duyumlar bulanık ve karışık idealarken, anlama yetisinin nesneleri
açık ve seçiktirler. Duyu algısı şeyleri gerçek olgusallıkları içinde, kendilerinde
oldukları gibi, e.d. etkin tinsel tözler ya da monadlar olarak bilmez, ama
onları görüngüler olarak, uzaysal olarak, bulanık ve karışık şekilde algılar.
Monadların duru kavramsal düşünce için tinsel tözlerin uyumlu bir düzeni demek
olan birarada-varoluşları duyu algısı tarafından uzamlı, görüngüsel bir dünya
olarak algılanır. Başka türlü söylersek, algılayan özne tinsel düzeni uzay
terimlerinde görür ve imgeler: "uzay, beti, devinim, dinginlik idealarımız,"
der Leibniz, "kökenlerini sağduyuda, anlığın kendisinde bulurlar, çünkü arı
olmakla birlikte, dışsal dünya ile ilgisi olan anlama yetisinin idealarıdırlar."
Bu görüşe göre, uzay ideası Kant'ın daha sonra öğrettiği gibi, anlığa doğaldır.
Bununla birlikte, gördüğümüz gibi, yalnızca bizdeki bir idea değildir, ya
da monadların birarada-varoluşları tarafından bizde uyandırılan yalnızca şeylere
bakmanın bir yolu değildir; monadların birarada-varoluşlarından nesnel özdeksel
bir dünya doğar. Ama uzay olgusal değildir; kuvvetin, ki olgusal şey odur,
olgusal anlatımı, belirişi ya da görüngüsüdür.
Ussal bilgi yalnızca
üzerlerine geçerli uslamlamalarımızın temellendiği doğuştan ilkeler yoluyla
olanaklıdır. Bunlar arasında arı düşünce alanında gerçeklik ölçütü olan özdeşlik
ve çelişme ilkesi ve, deneyim alanında gerçeklik ölçütü olan yeterli neden
ilkesi bulunur. Yeterli neden ilkesi Leibniz için yalnızca mantıksal bir anlam
taşımaz, — her yargının gerçekliğini tanıtlayan bir zemini ya da nedeni olmalıdır;
— aynı zamanda metafiziksel bir ilkedir, — herşeyin varolmak için yeterli
bir nedeni olmalıdır ; — mantıksal zemin ve olgusal zemin imler (ratio
cognoscendi ve ratio essendi). Fizik, törebilim, metafizik ve tanrıbilim
yeterli neden ilkesi üzerine temellenirler: "onu kabul etmediğimiz sürece,
Tanrının varoluşunun ve birçok felsefi kuramın tanıtı paramparça olur." Evren
onda hiçbirşeyin yeterli bir zemin olmaksızın gerçekleşmediği ussal bir dizgedir;
önermelerin ussal olarak ilişkili oldukları mantıksal bir dizgeyle andırım
içinde tasarlanır. Felsefenin sorunu aynı zamanda olgusallığın temel ilkeleri
ya da varsayımları da olan temel bilgi ilkelerini ortaya çıkarmaktır. Mantıksal
bir dizgede bulunan aynı zorunluluk olgusal evrende de bulunur. Leibniz'in
mantığı metafiziğini etkiler. Ama metafiziği de mantığını etkiler: onun anlıkta
içkin ilkelerin bir gelişimi olarak bilgi anlayışı, gördüğümüz gibi, kendi
tinselci monadbilimine dayanır. Bireyselciliği kendi mantıksal evren anlayışından
zorunlu bir sonuç olarak çıkmaz; bağımsız bireylerin varoluşu ussal düşünce
için aklanamaz. Bununla birlikte, Leibniz bireyin varoluşu için erekbilimsel
bir açıklama bulur: birey tanrısal yaratıcı istencin hedefidir ve öyleyse
daha başlangıcından beri dünya-temelinde içeriliyor olmalıdır. Burada evrenin
mantıksal zeminine insansal bir değer sokuşturulur.
Açık ve seçik
bilginin yanısıra karışık bilgi de vardır. Böylece örneğin uyum ve güzellik
belli oransal ilişkiler üzerine dayanırlar. Bu ilişkiler bilgin tarafından
açıkça bilinebilseler de bu gerekmeyebilir; kendilerini bir estetik hoşlanma
duygusunda anlatırlar, ki insanda bulanık bir uyum ya da biçim algısının olması
bu nedenledir. Böylece ruh da şeylerin düzenini, kozmozun uyumunu onun açık
ve seçik bir bilgisini taşımaksızın algılar; burada bulanık bir Tanrı duygusu
taşır. Bu da açık kılınabilecek karışık bir bilgidir.
[THILLY: BİR FELSEFE TARİH: MODERN FELSEFE:
ALMANYA'DA USSALCILIĞIN GELİŞİMİ, § 53 GOTTFRIED WILHELM LEIBNIZ]
Çevirenler Nur Küçük . Yasemin Çevik
(C) Nur Küçük .Yasemin Çevik 2000 |